Ayşe HÜR-Taraf yazıları

Ayşe HÜR-Taraf yazıları
Ayşe HÜR-Taraf yazıları
Tüm Yazıları
‘Dünya Okuma Günü’nüz kutlu olsun!
6.03.2011
4606

Bugüne dek “Ergenekon”, “Balyoz” ve benzeri soruşturmaları İttihat ve Terakki’den beri başımıza musallat olan darbecilik geleneği ile hesaplaşmanın bir parçası olarak görüyor ve yürekten destekliyordum. Ancak bugüne dek olanlar beni hayalkırıklığına uğrattı. Öncelikle 1970’lerden beri on binlerce kişinin ölümünden, sakat kalmasından, hapse girmesinden birinci dereceden sorumlu olanlar, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan darbecileri, hatta Ergenekon ve Balyoz davalarına konu olan darbe girişimlerinin asıl patronları ellerini kollarını sallayarak gezerken, Ahmet Şık ve Nedim Şener örneğinde olduğu gibi bunlara destek verdikleri iddia edilen ikincil, üçüncül aktörlerin şüpheli delillerle hapse atılması Ergenekon’un sulandırılmaya çalışıldığı izlenimini uyandırıyor. Bu arada, hükümeti desteklesin, eleştirsin binlerce gazetecinin yargılanması ve yüzlercesinin ağır cezalara çarptırılması, seçilmiş Kürt siyasetçilerin “KCK operasyonları” adı altında yaklaşık iki yıldır hapiste tutulması, binlerce siyasi mahkûmun hapishanelerde çürümeye terk edilmesi, hasta ve özürlü mahkûmların inatla affedilmemesi, Pınar Selek, İsmail Beşikçi, Nevin Berktaş gibi aydınların adeta kan davasına kurban edilmesi, vicdani reddini açıklayan gençlerin cezalandırılmaları (son olarak Halil Savda’nın beş aylık hapis cezası onandı) ve daha bir dizi olay hükümetin demokrasi ve insan hakları konusundaki samimiyetinden kuşku duymama neden oluyor. Bu nedenle 4 Mart 2011 günü Taksim’deki gazeteciler mitingine ben de katıldım, Galatasaray’a kadar basın özgürlüğünü savunan sloganlar atarak yürüdüm. Umarım, aramıza karışarak Ergenekoncu sloganlar atan İşçi Partililer (Aydınlıkçılar) yüzünden mesajımız bulanıklaşmamıştır. Hükümet ne demek istediğimizi anlamıştır.

Haftanın yazısını sıcak gündem uyarınca “basın özgürlüğü” konusuna ayırmam gerekirdi ama 17 Şubat 2008 tarihli “İktidar basının uysalını sever” başlıklı yazımda (ve dolaylı olarak başka yazılarımda) Cumhuriyet tarihi boyunca, iktidarların muhalif basına, muhalif gazetecilere yönelik tutumlarını özetlemeye çalıştığım için tekrara düşmekten korktum ve bir başka konuya değinmeye karar verdim. Esin kaynağım İngiltere ve İrlanda’da bu yıl ikincisi kutlanan “Dünya Kitap Günü”. Önümüzdeki yıl Taksim’de hükümeti protesto etmek için değil, “Dünya Kitap Günü”nü kutlamak için toplanma umuduyla, hepinize iyi okumalar diliyorum.

xxx

Bir zamanlar, bir kitabı yaratmak, ister kilise kürsülerine zincirlenecek dev boyutlu ciltler olsun, ister ince bir kitapçık olsun, uzun süre ve emek isteyen bir işti. 15. yüzyıl ortalarında yapılan bir buluş kitap üretmek için harcanan saatleri azaltmakla kalmadı, okuyucu ile kitap arasındaki ilişkinin niteliğini de değiştirdi. Dünyada ilk baskı aracının, Gutenberg tarafından Almanya’nın Strasburg kentinde 1436 yılında geliştirildiği kabul edilir. Uzun adıyla Johannes Genfleisch zur Laten zum Gutenberg’in ilk bastığı kitap Speculum Humanae Salvationis olmakla birlikte, buluşunun tanınması her sayfasında 42 satır/sütun olan bir İncil sayesinde olmuştu.

Harflerin yüzeyini oluşturmak için metal prizmalar, şarap ve cilt yapımı gibi iki farklı alanda kullanılan makinelerin özelliklerini birleştiren bir baskı makinesi ile yağ bazlı bir mürekkep kullanan Gutenberg 150-200 nüsha bastığı bu İncil’i Frankfurt’taki Ticaret Fuarı’nda kamuoyuna sunmuştu.

Bu ilk seri basımdan sonra Avrupa’nın dört bir yanında matbaalar kuruldu. Öyle ki, 1456 yılından 1 Ocak 1501 tarihine kadar basılan kitapların sayısı (ki bunlara daha sonradan Latince “beşikte” anlamına gelen incunabulum sözcüğünün çoğulu olarak incunabula denecekti) 30-40 bini bulmuştu. Daha önceki yüzyıllarda basılan kitapların sayısının 1.500’ü geçmediği düşünülürse, Gutenberg’in yaptığı işin büyüklüğü anlaşılıyordu.

 

Matbaa Osmanlı ülkesinde

Gutenberg’in bu olağanüstü buluşu, daha II. Bayezid Dönemi’nde (1481-1512) Osmanlı ülkesine girdi ve ilk Osmanlı matbaasını 1492’de İspanya’dan sürülünce İstanbul’a göç eden Musevi asıllı David ve Samuel ibn Nahmias Kardeşler kurdu. 1493’te kurulan matbaada basılan ilk kitap bazı kaynaklara göre Arbaah Turim adlı dinî kitap, bazılarına göre Çocuk Dersleri adlı İbranice sözlük, bazılarına göre ise Joseph ben Goriom’un İbrani Tarihi’ydi.

Bayezid’in oğlu Yavuz Sultan Selim zamanında (1512-1520) basım işleri yasaklanarak, bu işlerle uğraşanların idam edileceğine dair bir ferman yayınlandıysa da, bu ilk Yahudi matbaasında kitap basımı durmadı, Nahmias Kardeşler, matbaacılık mesleğini 1518’e kadar sürdürdüler. Bu tarihten sonra Yahudi matbaacılığı İstanbul, Edirne, İzmir, Selanik, Kırım ve Halep’te yayılarak devam etti.

1567’de ilk Ermeni matbaasının kuruluşu birazcık zahmetli oldu. Bir grup basım araç gereci ile İtalya’dan gelen Sivaslı Apkar Tıbir adlı genç önce tutuklanmış sonra serbest bırakılmıştı. Matbaasını Kumkapı-Yenikapı arasındaki Surp Nigoğayos Kilisesi civarında kuran Apkar, burada biri alfabe, biri takvim, üçü de ayin kitabı olmak üzere beş kitap bastı. Ancak Apkar, Erivan yakınlarındaki dinî merkez Eçmiadzin’e gidince İstanbul’daki Ermeni basım faaliyetleri yüz yıllık bir suskunluk dönemine girdi.

Osmanlı ülkesindeki ilk Rum matbaası ise 1627 gibi nispeten geç bir tarihte (ama ilk “Türk” matbaasından 100 yıl önce) Kefalonyalı Nicodemus Metaxas tarafından Rum Patrikhanesi’nin bünyesinde kurulmuştu. Metaxas, baskı makinelerini İngiltere’den getirmişti.

 

İbrahim Müteferrika

1493’ten İbrahim Müteferrika’nın 1727’de kurduğu ilk “Türk” matbaasına kadar geçen 234 yıl içinde, Osmanlı ülkesinde gayrı Müslimlerce açılan matbaa sayısının 37 olduğu sanılır. Bu matbaalarda Türkçe (Osmanlıca) eser basılmamasının en önemli nedeni, sanıldığı gibi dinî nedenler değil yaşamını yazıcılıkla kazanan 90 bine yakın hattatın direnişidir. Ancak yine de not etmek gerekir ki, 1706 yılında, Halep’te Kitab-ı Mezamir (Davut Peygamber’in mezmurları) Arap harfleriyle basılmıştır.

Matbaacılığı “sanat-ı garibe” olarak niteleyen Lale Devri’nin ünlü padişahı III. Ahmet’in (hd. 1703-1730) hattatlar loncasını ikna için Şeyhülislam Yenişehirli Abdullah Efendi’den aldığı ikinci fetvadan sonra 1727 yılının temmuz ayında, Üsküdar’daki Selimiye semtinde Macar asıllı İbrahim Müteferrika’nın evinde ilk Türk matbaası açılır.

20’li yaşlarında dâhil olduğu Protestan (Uniterian) inancına yönelik baskılardan dolayı Transilvanya’dan göç eden ve Müslüman olduktan sonra İbrahim adını alan kahramanımıza bir devlet memurluğu olan “Müteferrika” unvanı 1716’da verilmiştir. Batı kültürü ile Osmanlı kültürünü başarı ile harmanlayan İbrahim’in matbaasında basılan ilk kitap, 1729’da Sıhah-i Cevheri’nin Arapça-Osmanlıca Sözlüğü’nün Vankulu tarafından yapılmış tercümesi (Vankulu Lûgati) idi. Bin nüsha olarak basılan kitabın neredeyse yarısını İbrahim Müteferrika’nın bu kitabı niye bastığını anlattığı “Önsöz” oluşturur. Bu önsözde basımcının bu cüretkâr girişiminden dolayı tepkiyle karşılanma endişesi açıkça hissedilir.

Ancak endişe yersiz olmalıdır çünkü 1730’da Lale Devri’ne son veren Patrona Halil İsyanı sırasında bile basım işi durmamıştır. Dahası III. Ahmed yerine tahta geçen I. Mahmud, Müteferrika’ya basım izni veren fetvayı yenilemiştir. Müteferrika Matbaası’nda aralarında 17. yüzyılın ünlü seyyahı Kâtip Çelebi’nin Kitab-ı Cihannûma’sının da bulunduğu 17 kitap ve dört harita basılır. (Yarısı tarih, yarısı dil, coğrafya, siyaset, fizik, mantık, askerlik konularında (yani hepsi de din dışı) olan kitapların başlangıçta bin civarında olan baskı adedi (sadece Afganları ve Safavileri anlatan kitap 1.200 adet basılmıştı) satış olmayınca 500’e kadar indirilmiştir. Müteferrika Matbaası’nda basılan kitapların toplam nüshanın 13.200 olduğu sanılır.

 

Kitaba ilgi olmayınca

Yardımcıları ile birlikte bizzat kitapların çevirilerini, çizimlerini, düzeltilerini, önsözlerini, fihristlerini hazırlayan, bu işlerinin yanı sıra diplomatik ve askerî görevler de üstlenen İbrahim Müteferrika, Yalova’da bir kâğıt fabrikası da kurar. Okuryazarlığın düşük olduğu, okuryazar olanların da dinî kitaplarla ilgilendiği bir ülkede, dünyevi konularda pahalı kitaplar basan bu ilk “Türk” matbaası, 1735-1743 yılları arasında muhtemelen satış yapamadığı için faaliyetine ara verir. Müteferrika’nın 1747 yılında ölmesi üzerine imtiyazı başkalarına verilir. Matbaa 1756’da yeniden açılır. Bu açılışın şerefine Vankulu Lügatı ikinci kez basılır. Ama son imtiyaz sahibi Kadı İbrahim Efendi’nin ölümü üzerine yeniden kapanır. Daha sonraki yıllarda Müslüman-Türklerin yönetiminde bazı matbaalar açılır ama iç ve dış meseleler yüzünden bunlar da kapanır. 1830’larda Matbaa-yı Âmire kurulur ve basım işlerini yürütür.

Modern anlamda ilk özel matbaa, 1882 yılında Ebüzziya Tevfik’in kurduğu Kitaphane-i Ebüzziya’dır. O dönemde yaygın olan ve halk arasında Acem baskısı denen taşbaskısını bırakıp çinko klişeli tipografiye geçilmesi sayesinde temiz baskılı ve renkli kitaplar basmak bu matbaa tarafından mümkün olmuştur. Kurumun başarısı İngiliz Times gazetesi tarafından övülmüş, Fransa Cumhurbaşkanı tarafından ise madalya ile ödüllendirilmiştir. Leipzig Dünya Matbaacılık Merkezi de, 1891-1899 arasında her yıl kata loğunda Kitaphane-i Ebüzziya’ya yer verir.

 

Evliya Çelebi’ye sansür

17. yüzyılın ünlü seyyahı Evliya Çelebi’nin paha biçilmez tarih, coğrafya ve antropoloji hazinesi olan Seyahatname adlı 10 ciltlik eseri nedense Müteferrika’nın bastığı kitaplar arasında yer almamıştı. Hacı Beşir Ağa adlı bir Habeş haremağası Mısır’da gördüğü eseri İstanbul’a getirmiş, Seyahatname’nin içindeki inanması güç hikâyelerden oluşturulan Müntehabat-ı Evliya Çelebi adlı derleme 1841-1843 arasında basılmıştı. 1200 adet basılan eser kısa sürede tükenince, 1846’da ikinci baskı yaptı. 1200 adetlik bu baskıya ise içindeki bazı “muzır ve münasebetsiz tabirler” yüzünden izin verilmedi. Kitabın önce imhasına karar verildi ancak bir depoya kilitlenmesiyle yetinildi. Esere olan talep dinmeyince, bazı tüccarlar eseri Mısır’da bastırıp İstanbul’da satışa sunmuştu. Bunun üzerine Maliye Nazırı, depodaki nüshaların da satılmasına izin vermek zorunda kaldı.


Seyahatname’nin bütünü değil ama ilk altı cildi ancak 1896-1902 arasında İkdam gazetesinin sahibi Ahmed Cevdet Bey’in (“İkdamcı Cevdet”) girişimleriyle basılabildi. Ancak dönemin baskıcı padişahı II. Abdülamit’in korkusundan, eser basımcıların sansürüne uğradığı gibi, eserin dilini sadeleştirmek adına pek çok terim ve kavram da tahrif edildi. Bu tedbirlere rağmen Abdülhamid’in gadrine uğrayan kitaba daha matbaada iken el kondu ve basılan nüshaları bir depoya kilitlendi. Bu yasak 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilanına kadar devam etti. Bu tarihten sonra kitabın ilk aşamada basılamayan yedinci ve sekizinci ciltleri 1928’de Arap alfabesiyle; dokuzuncu ve 10. ciltleri ise Latin alfabesiyle 1935 ve 1938’de basıldı. Yıllar sonra bu baskıların da eksikler içerdiği anlaşıldı. Eserin eksiksiz baskısı ancak yakın tarihte Yapı Kredi Yayınları tarafından yapılabildi.

 



Babıâli Yokuşu’ndan hatıralar

İstanbul’daki ilk kitapçı dükkânını İran’ın Hoy şehrinden göç eden Hacı Kasım Efendi adlı bir Türk’ün açtığı iddia edilir. 1862’de Beyazıt’taki Hakkâkler Çarşısı’nda faaliyete geçen bu kitapçı dükkânı 1895’te Babıâli’ye taşındı ve oğul Naci Kasım Efendi tarafından yönetilen bir yayınevine dönüştü. Yayınevini meşhur eden Saatli Maarif Takvimi,1920’lerin başından 1970’lere kadar 3,5 milyon adet basıldı ve üzerindeki ilginç bilgiler sayesinde günümüzün televizyonuna benzer bir işlev gördü.

 

Arakel Kitabevi

Bugün Cağaloğlu dediğimiz Babıâli Yokuşu’ndaki ilk kitapçı ise gazete müvezziliği (dağıtıcılığı) yapan Arakel Tozluyan Efendi’ye aitti. I. Meşrutiyet (1876) arifesinde ortaya çıkan “alafranga” kitapçı dükkânlarının ilk örneklerinden olan Arakel Kitaphanesi, ağırlıklı olarak Fransızca ve Türkçe ders kitapları basmıştı. Bunlardan Muallim Naci ile birlikte hazırlanan Talim-i Kıraat ve Mekteb-i Edep adlı okul kitapları o kadar tutulmuştu ki en az 100 baskı yapmıştı. Arakel Efendi 1912 yılında ölünce oğlu Leon Efendi bir müddet işi sürdürdü ama kitabevi 1914’te kapandı.

 

Asır Kütüphanesi

Asır Matbaa ve Kütüphanesi’nin kurucusu Kirkor Faik Efendi, Ahmet Rasim’in ifadesine göre 1880’lerin başlarından beri Babıâli’de kitapçılık yapıyordu. İstibdat döneminde Hazine-i Fünûn ve Musavver Terraki isimli haftalık iki mecmua çıkaran, pek çok kitap yayımlayan Kirkor Efendi, II. Abdülhamid tarafından nişanlarla taltif edilmiş biriydi. Kirkor Efendi’nin göğsü nişanlı ve üniformalı fotoğrafı kütüphanenin duvarını süslerdi. 1921’den önceki bir tarihte, bir yangın sonucu Asır Kütüphanesi kapandı ve Kirkor Faik Efendi kitapçılığı bırakarak Üsküdar Bağlarbaşı’nda bakkal dükkânı işletmeye başladı.

 

Gayret Kütüphanesi

Babıâli’nin en namlı kitapçılarından biri de Gayret Kütüphanesi idi. Sahibi Garabet Balamutoğlu Kayseri’deki Fransız Koleji’ne devam ettiği birkaç yıldan sonra 1895’de İstanbul’a gelerek halaoğlu Kirkor Faik Efendi’nin Asır Kütüphanesi’ne tezgâhtar olarak girmişti. Tokgözlülüğüyle tanınan Garbis Efendi’nin ayrıca tasavvuftan anlayan, musikiye meraklı, kanun çalan zarif bir zat olduğunu da ekleyelim. Kardeşi Misak Balamutoğlu da Zaman Kitaphanesi’ni kurmuş ve bu işi 1970’lere kadar devam ettirmişti.

 

İnkılâp Kitaphanesi

Hâlâ faaliyette olan İnkılâp Kitabevi’nin kurucusu Garbis Fikri Bey de Kayserili bir Ermeni’ydi. 1930’da Gedik Paşa Ortaokulu’ndan mezun olduktan sonra bir arkadaşı ile birlikte önce Cumhuriyet Kütüphanesi’ni kurmuş, 1932’de burasını arkadaşına devredip Ankara Caddesi 157 numaradaki İnkılâp Kitaphanesi’ni açmıştı. 1962 yılında Aka Eren adlı yayıncı ile kurulan ortaklıktan sonra kitabevinin adı önce İnkılâp ve Aka Kitabevleri sonra İnkılâp Kitabevi oldu ve Garbis Bey’in oğlu Nazar Fikri Bey ve onun oğlu Arman Fikri Bey’le devam etti.

 

Suhulet Kütüphanesi

Suhulet Kütüphanesi ve Matbaası’nın sahibi Leon Lütfi Bey ise Müslüman olup Semih Lütfi adını almış Kayserili zarif bir Ermeni beyefendisi idi. Necip Fazıl başta olmak üzere dönemin kalburüstü yazarlarının eserlerini yayımlayan Suhulet Kütüphanesi, Leon Lütfi Bey’in ölümünden sonra eşi Aznif Hanım tarafından 1980’lere kadar devam ettirildi. Asık yüzlü ve sert bir hanım olan Aznif Hanım da öldükten sonra kitabevindeki kitaplar, önce Kuleli Askerî Lisesi vasıtasıyla garnizonlara dağıtılmak istendi, kalanlar Edebiyat Fakültesi’ne verilmeye çalışıldı, fakülte ancak bir kısmını alınca da kâğıtçılara, hurdacılara dağıtıldı.

 

Harf Devrimi sonrası

1890’larda bunlara Naci Kasım Bey, Servet-i Fünun dergisinin sahibi Ahmet İhsan, Hüseyin Efendi, Tüccarzade İbrahim Hilmi Bey, Rauf Bey gibi Müslüman-Türk kitapçılar eklendi. Ancak Babıâli yayıncılığı, 1928’deki Harf Devrimi’nden sonra büyük bir sarsıntı yaşadı. 1908’de 128 olan kitapçı sayısı, 1933’te 51’e düştü. Depolarda bulunan binlerce eski yazılı kitap bir anda işe yaramaz hale geldiği için onlarca kitapçı iflasın eşiğine geldi. Bunların büyük bir kısmı da krizi atlatamadı. 1950’den itibaren kitapevleri Babıâli’den ayrılıp Beyoğlu’na, Taksim’e, Şişli’ye doğru yayılırken, geriye hüzünlü hatıralar kaldı.


Özet Kaynakça: Emin Nedret İşli, Kitaphaneden Yayınevine Bâbıâli, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, Erhan Afyoncu, “İbrahim Müteferrika”, DİA, Cilt 21, s. 324-327; Franz Babinger, Müteferrika ve Osmanlı Matbaası ve 18. Yüzyılda İstanbul’da Kitabiyat, ikisi de Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2004.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar