Seçimden önce yazdığım her yazıda, konuştuğum her platformda toplumsal değişimden, iktidarın toplumsal desteğindeki eksilmeden, muhalefetin şansından söz ettim. Yine her yazı ve konuşmada muhalefetin yapamadıklarından, umut ve coşku yaratamıyor oluşundan, bir aradalıklarını ve mutabakatlarını toplumsallaştıramamış olmalarından, daha da önemlisi iktidarın çizdiği zihni çerçeveden kopamadıklarından bahsettim. Ağırlıklı olarak sosyolojik değişimin altını çizdim. Sosyolojik değişimin olası sonuçlarını da hem bilinçli hem de duygusal olarak iyimser bir bakış açısıyla yorumladığımı da not etmeliyim. Toplumun gecikmiş bir modernleşme yaşadığının, kentleşme, metropolleşme, teknoloji ve dünya ile tanışmanın hızlı, telaşlı ama savruk yaşandığının altını çizdim. Özellikle de gençlerin zihin dünyalarındaki değişime, muhafazakarların gündelik pratiklerindeki değişimin üreteceği siyasi sosyal sorunlara dikkat çektim.
Seçim sonuçları doğal olarak yalnızca teknik araştırma yöntemlerini değil tüm sosyolojik ve siyasal analizleri, çıkarımları sorgulamayı gerektiriyor. Çıkan tablonun şimdiye dek işaret ettiğim sosyolojik değişim ve sonuçlarına dair bakışımı, değerlendirmelerimi de sorgulamamı gerektirdi doğal olarak.
Israrla altını çizdiğim değişim anlatısı doğru ve geçerli olmayabilir mi? Muhafazakarların değişimine dair anlatı yanlış mı? Gençler, özellikle de metropollerde doğup büyüyen gençler aslında ailelerinden çok da farklı düşünmüyor olabilirler mi? Endişeli modernler ile muhafazakar modernler arasındaki sınırlar muğlaklaşıyor, gündelik pratikler birbirlerine yaklaştırıyor, melez alanlar çoğalıyor tezim aslında yanlış mı? Ya da tüm bu çıkarım ve değerlendirmelerim doğru olsa bile sosyolojik ve kültürel kimlikler, tutumlar, davranışlar, tercihler ile siyasal tercih arasındaki ilişki farklı dinamiklerle mi şekilleniyor?
11 Eylül saldırıları
Gündelik pratiklerin daha hızlı, değerlerin kültürel ve sosyal nedenlerle daha geç ve yavaş değiştiğini sanayi toplumu teorilerinden biliyoruz. Değerler ile pratikler arasında zamansal bir farklılık var ama eninde sonunda birbirlerine denk, birbirlerini değiştirir bir evreye geliniyor. Bu zamansal farkın mekânsal değişimle beraber daraldığı varsayılır. Kentleşerek, gündelik hayat kırsal hayatın pratiklerinden radikal biçimde farklı ve hızlı değişiyor, ardından buna bağlı olarak değerlerin değişimi geliyor.
Fakat son yıllarda yapılan tüm araştırmalar yalnızca Türkiye’de değil Batı’da da değerler ile pratikler arasındaki yarılmanın büyüdüğüne işaret ediyor. Kentlerde, metropollerde bir araya gelen, selam ve ilişki mesafesine giren sosyolojik ve kültürel farklılıkların yeni bir hemhal olmayı, çoğulculaşmayı, birbirine toleransı artıracağı varsayılırken şimdi karşılaşmaların çatışma ürettiğine tanıklık ediyoruz. İnsanlar çoğu zaman doğrunun ne olduğunu bildiği halde çatışmaya, kutuplaşmaya daha yatkın davranıyor. Sözelde, dillerinde daha toleranslı, daha çoğulcu, daha demokrat olduklarını işaret eden değerlendirmeleri sahiplenirlerken gerçekte böyle davranmıyorlar.
Türkiye’de de pek çok Batı toplumunda da gündelik hayatın içindeki en önemli duygu hali endişe. Seksenli, doksanlı yılların meraklı, keşfetmeye, denemeye, tanımaya, öğrenmeye açık insanları bugün mahallelerine ve kozalarına sığınmaya, sıkışmaya razı hale geldiler. Özgürlükler yerine güvenlik, değişim yerine ötekine öfke, fikirler yerine popülist tepkiler ağırlık kazandı. Batı özellikle 11 Eylül saldırıları sonrası bu süreci yaşadı, Türkiye ise doksanlı yıllardan itibaren bir yandan hızlı sosyolojik değişimi, diğer yandan terörü, şiddeti, ekonomik krizleri ve enflasyonlu yılları, çözüm yerine kronikleşen meseleleri ve siyasi gerilimleri yaşadı.
Kentleşme ve metropolleşme ikilikler üzerine gelişti. En lüks sitelerle gecekondularda, yan yana hatta bitişik ama birbirine değmeden yaşanan hayatlar oluştu. Kırsal değerler kentlerde doğal akışın tersine kuvvetli biçimde vücut buldu. Bir taraf ötekileri maganda olmakla, diğer taraf ise elit ve şımarık olmakla suçlar oldu. Giderek ayrıştık, fiziken de ruhen de. Üstelik değerlerimiz, ideolojilerimiz yetmeyince kimlikler ve inançlar ahlaki ve siyasi davranışlarımızı da belirler oldu. Toplumun savunma stratejisi, kendi hayatını değiştirmeye çalışırken ortak hayattan mümkün olduğunca uzak durmak biçiminde gelişti. Birey olmak konusunda gayretli, yurttaş olmak konusunda tereddütlü bir toplum olduk.
Her birimiz bilim kurgu romanlarındaki orta dünya, alt dünya benzeri paralel hayatlarda ve farklı mahallelerde yaşıyoruz. Bireysel hayatlarımızla sokaktaki hayatımızdaki değerler ve pratikler ayrışıyor. Ağırlıklı duygu endişe ve korku. Siyaset ve medya da bu endişe ve korku duyguları üzerinden çalışıyor. Bu olumsuz duyguları terse çevirmek değil daha da derinleştirmek, yönlendirmek hedefiyle üstelik... Özellikle de iktidar bunu hakim olduğu medya ve bürokratik gücü üzerinden daha güçlü biçimde yapıyor. Muhalefet ise zihni bir kopuştan beslenmediği için aynı sahneden inemiyor.
Beka korkusu
Teknolojik sıçrama sayesinde artık herkesin elinde kamera ve mikrofon var. Eskiden güçlü olanın, sesi gür olanın, devletlerin, şirketlerin, kurumsal yapıların sesi çıkardı. Artık yalnızca güçlülerin değil herkesin ses çıkarabildiği, sessizliğin değil gürültünün esas olduğu bir dünya var. Doğal olan bu çok sesliliğin haber, bilgi ve deneyimde de anonimleşme üretmesiydi. Küresel ölçekte Wikipedia, bizdeki internet haber siteleri ve ekşisözlük benzeri girişimler bu doğal sonuca işaret ediyordu. Ama sonuç tam da böyle olmadı.
Hayatımıza son yıllarda giren trol ve gerçeküstü ya da gerçek ötesi kavramlarına bakın. Güçlü olanın, örgütlü olanın hakim olduğu, belirlediği hatta istediği gibi yönlendirdiği, bozduğu, yeniden biçimlediği bir haber ve bilgi ortamına geldik. Bu ortamın ne olduğunu, nasıl olduğunu hepimiz biliyoruz. Gerçek eğilip bükülerek yeniden biçimleniyor. Asıl gerçek bulanıklaştırılıyor. Bulanıklaşmanın ürettiği sonuç sağırlaşmak oluyor. Bir yandan farklılıkları ötekileştiren hikayeler, anlatılar, sahte kurgular, videolar, raporlar, diğer yandan ötekileştirilenlerin neden olacağı iddia edilen tehditler, kötülükler... Belirsiz bir gelecek ve o gelecekteki refahı, esenliği ve hatta varoluşumuzu tehdit eden kötüler hikayesi oluşturuluyor.
Haber, bilgi, deneyim paylaşımları ve diyalog yerine ön yargılar, ezberler derinleştiriliyor, diyalog zeminleri sabote ediliyor. Bir kısmı gönüllü cengaverlerin, bir kısmı paralı ve örgütlü kötülüğün kurguladığı söylemler, anlatılar ilişki ve diyalog zeminlerini yok ediyor. Giderek her mahalle ötekine sağırlaşıyor. Mahalledekiler sürekli aynı anlatı ve söylemlerden sıkıldığı için giderek bireysel kozalarına çekilip dilsizleşiyor. Sağırlaşma, dilsizleşme yanı sıra asıl önemlisi ötekilerin kendi varlığı üzerindeki tehdit algısı, geleceğin belirsizliğinin ürettiği beka korkusu tüm benliğini, zihnini, gönlünü esir alıyor. Birçok neden ve dinamikten beslenen, tarihsel kökenleri de olan toplumsal güvensizlik hali daha da derinleşiyor. Bir yandan bireysel kaygılar, korkular diğer yandan ötekilerden geleceğine inanılan tehdit algısı, bireysel kozaların da mahallelerin de ülkenin de yok olacağı korkusuna dönüşüyor.
Deprem anında ne yapmak gerekir sorusuna rasyonel cevaplar veren insanların deprem anındaki panik ve korkuyla göstereceği öngörülemez davranışlara benzer bir savrulma yaşanıyor. Rasyonel akıl yürütmeler ve değerlendirmeler, hatta sınıfsal konumlar, ait hissedilen ideolojiler, kültürel kimlikler bile bu duygu halinin arkasında kalıyor kimi zaman. Bu seçimlerde de işte böyle oldu. Sosyolojik değişim okumaları gerçek olmadığı, toplumun gecikmiş modernleşme yaşadığı önermesi yanlış olduğu için değil yine kimlikler, inançlar ve duygular siyasi tercihleri belirlediği için karşımızdaki tablo oluştu. Bir kısım seçmen kimliğinden, bir kısmı ideolojisinden oy verdi ama önemlice bir kısım da adaylarına, partilerinin söylemlerine itirazı olduğu halde duygularıyla hareket etti. Belirsiz gelecekten korku ve birbirine, ortak hayata ve geleceğe güvensizlik seçmeni bir kez daha kozasına dönme, bildiği mahallesine sığınma dürtüsünü üretti.
Seçimlerden önce yaşanan son üç-dört yılın gerçek dertleri insanları mahallesinden çıkıp dışarıya bakmaya itmişti. Baktığı dünyanın daha da belirsizlikler içerdiği anlatısının bulanıklaştırdığı gerçeklik algısını muhalefet aşamadı. Bugün her bir mahalledeki seçmenlerin en az yarısı kendi mahallesine hakim duygu dünyasından rahatsız. Herkesin kendi bireysel hayatına, ortak geleceğe dair derin endişeleri var. Bir de enflasyon, sürekli artan gıda fiyatları, kira, işsizlik, eşitsizlik, adaletsizlik gibi yaşanan gerçek sorunlar ve tüm bunların üzerine gerçeklikten tümüyle uzak siyasi aktörler var.
Doku haritası
KONDA’nın gerçekleştirdiği 2010-23 yılları arasındaki 144 araştırmanın veri havuzundan hazırlanan toplumsal doku haritasını aşağıda görüyorsunuz. Toplum dikey eksende sosyoekonomik gelişmişlik seviyesine, eğitim, gelir seviyesi gibi değişkenlere ve dindarlık seviyesine göre yukarıdan aşağıya sıralanıyor. Yatay eksen ise etnik kimlik. Bu toplumsal doku haritasının üzerinde 13 yıllık 144 araştırmadaki siyasi tercihlere göre partilerin konumlanışını da diğer grafikte görüyorsunuz. Dikkat çeken nokta partilerin tümünün belirli bir konumda neredeyse sabitlenmiş oldukları. Yani partilerin oy tabanları bu 13 yılda neredeyse hiç değişmemiş. Bu da gösteriyor ki sorun toplumsal değişimin olup olmaması değil, siyasi partilerin bu değişime cevap verip verememesi.
Fırsat da belki tam burada. Eğer mahallelerin içindeki etkilenenleri etkileme kapasitesine sahip aydınlar, akademisyenler, sivil toplumcular karşı tarafa konuşmak yerine kendi mahallerine ortak hayatın gereğini anlatmayı önceliklendirseler, birbirleriyle ilişki ve diyalog platformu örnekleri gösterebilseler sandığımızdan hızlı biçimde korkuları yenip, ortak yaşama iradesini yükseltebiliriz.
Bunun ön şartı mahallelerin öncülerinin temel meselelerde bari ortak tavır alabilmeleri. Örneğin hiçbir somut delile dayanmadan verilen Gezi davasındaki mahkumiyet kararlarının adaletsizliğine, örneğin 7 yaşında kız çocuğunun evlendirilmesine karşı çıkmak, teröre karşı açık ve net pozisyon alabilmek bile bir başlangıç olabilir. Bunları yapamayıp topluma kızmak, öfkeyi kendimizin dışındaki herkese yöneltmek de bir yol elbette.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
21.07.2025
14.07.2025
7.07.2025
30.06.2025
16.06.2025
9.06.2025
2.06.2025
26.05.2025
19.05.2025
5.05.2025