Bekir AĞIRDIR

Bekir AĞIRDIR
Bekir AĞIRDIR
Tüm Yazıları
Kendini yeniden yaratmak mı, yok etmek mi?
23.10.2023
310
Kendini yeniden yaratmayı simgeleyen sembol bugün kendini yok etmeyi simgeliyor artık bence
Yaşananlar ne terörü cezalandırma ne kendini savunma ne de savaş. Yaşanan katliam, toplu imha, soykırım.

Bombalanan hastane, öldürülen siviller ve çocuklar, iki milyonu aşkın insanı elektriksiz, susuz, ekmeksiz bırakmanın hiçbir siyasi gerekçesi olamaz. Şovenlerin ve yobazların önümüze koyduğu tablo budur. Kendinden farklı olanların onurlu yaşam hakkını hiçe saymak hatta onları yok etmeyi kendi etnik kimliğin ya da inancın için meşru görmek. Nerede olursa olsun, ister İsrail’de, Gazze’de isterse dünyanın herhangi başka bir coğrafyasında, karşı çıkmak insan olmanın gereği. İnsanın insana insanlık dışı davranışını etnik ya da inanç aidiyeti üzerinden gerekçelendirmek yüzlerce yıldır süren bir anlayış.

İnsanlık yüzlerce yılın yaşanmışlığı ve finalde iki dünya savaşının ardından insan hakları kavramı etrafında yeni bir dünya kurmaya yöneldi. Siyasi barış ortamının kalıcılaştırılması için 24 Ekim 1945’te Birleşmiş Milletler kuruldu. Amaç dünya barışını, güvenliğini korumak ve ülkeler arasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmaktı. Ardından önce ekonomik sonra siyasal birlik haline dönüşen Avrupa Birliği süreci geldi. Kimileri askeri önceliklerle başlamış olsa da birçok bölgesel ve küresel iş birlikleri kurumsal yapılara dönüştü. Küresel sorunlarla uğraşmak için sektörel anlaşmalar, kurumlar oluşturuldu.

İnsan hakları, demokrasi zihniyeti ve mücadelesinde mesafeler alındı. Ya da alındığını sandık. Ulusal ve küresel eşitlik, özgürlük ve adalet mücadelesinde iyiye doğru gideceğimiz varsayılırken birdenbire insanlık makas değiştirdi. Eski, kadim zihniyet hortladı. Belki de tümüyle yok olmamıştı, biz görmüyorduk.

Eşitliğin, özgürlüğün, adaletin sağlanamadığı ülkelerde olanları ıskaladı dünya. “Gelişmiş ülkeler-gelişmemiş ülkeler” diye ayırarak ve gelişmemiş olanların dünyanın gidişatı içindeki etkilerini küçümseyerek, görmezden gelerek yol yürüneceği sanıldı. Hatta gelişmemiş ülkeler tanımlaması da pek bir nezaket gösterisi olarak “gelişmekte olan ülkeler” olarak değiştirildi.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ekonomik canlanış, endüstriyel üretimde patlama, teknolojik sıçrama derken küresel büyümenin refahı, huzuru ve toplumsal esenliği sağlayacağına inanıldı. Altmışlar, seksenler boyunca umut, merak, arayış, değişime heveskar olmak psikolojisi egemendi bireysel hayatlarda da toplumsal hayatlarda da. Dünya sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiyor heyecanı vardı. Ama fark ettik ki eski hikaye bitti, yeni hikaye de yok elimizde.

Ouroboros döngüselliği

Yerküre değişti, teknoloji sıçradı, insanlar ve toplumlar değişti ama eşitlik, özgürlük, adalet ihtiyacı, arayışı, talebi artarak sürdü hep. Ekonomide, teknolojide, gündelik hayattaki ritm değişikliğinin ürettiği zihni değişime karşın varolan eski kurumlar, kurallar, sistemler değiştirilemedi.

Ruhla bedenimiz ayrıştı, bireysel hayatlarımızla ortak hayatlarımızı ayırdık, iyi-doğru-güzel diye bildiklerimizle yaptıklarımız yarıldı. Kuralları belirsiz, kurumları yetersiz hayat bireysel ve toplumsal psikolojimizdeki endişe, kaygı duygularını çoğalttı. Yeniden eskiyi keşfettik, etnik ve dini aidiyetlerimizi kuşanıp bedenlerimize, bireysel hayatlarımıza da ortak hayatımıza da zırh ettik. Kimliklere sıkışmayı galiba en iyi antik çağlardan kalma Ouroboros sembolü ifade ediyor.

Ouroboros, kendi kuyruğunu ısıran bir yılan ya da ejderha şeklinde resmedilen bir sembol. Kendini yaratmayı sembolize eden kuyruğunu yutmuş bir yılan şekli. Wikipedia’dan alıntıyla, sözlük anlamı “kuyruğunu öldüren”dir. Sembol antik çağda “doğanın ebedi döngüsü”nü ifade etmektedir.
Ouroboros döngüselliği, kendini sürekli yeniden yaratan, biter bitmez yeniden başlayan döngüler olarak algılanan şeyleri simgeliyor. Başlangıçtan beri “şey”in içinde var olan ya da kendini yok edilemez kudreti veya tabiatıyla sürdüren ilkel birlik ve bütünlük fikrini simgeliyor.

Platon, evrendeki ilk yaşayan şeyi kendi kendini yiyen sirküler bir varlık olarak betimlemiş: Bir ölümsüz, mükemmel olarak oluşturulmuş hayvan. Yaşayan varlığın onun dışında görülecek hiçbir şey kalmadığında göze ihtiyacı kalmamıştı; ya da duyulacak hiçbir şey olmadığında kulağa ihtiyacı yoktu, solunacak etrafını çevreleyen bir hava yoktu; ya da besinini almasını ve sindirmiş olduğundan kurtulmasını sağlayabilecek olan organların bir kullanımı olamazdı, çünkü ondan çıkan veya içine giren bir şey yoktu: bu yüzden onun dışında bir şey de yoktu. Yaratılışındaki tasarı nedeniyle, kendi artığı onun besinini sağlıyor, bütün yaptığı ya da çektiği acı kendi içinde, kendi tarafından meydana getiriliyordu. Kendini yeniden yaratmayı simgeleyen sembol bugün kendini yok etmeyi simgeliyor artık bence. Her etnik küme, inanç grubu ötekini görmeden, duymadan, kendi yaşamını sonsuza dek sürdürebileceğini, ötekilerin olmadığı tek tipli bir dünyanın mümkün olduğunu sanıyor.

Manevi şiddet

Rasyonel akıl yaşadıklarımızı açıklamaya yetmiyor. İnançlar yobazların elinde. Etnik aidiyetleri şovenler, faşistler şekillendiriyor günümüzde. Tıkandık, insanlık en ilkel güdülerine geri dönüyor, yaşamak için ötekini yok etmek, öldürmek kendince meşrulaşıyor. Manevi şiddet yaygınlaşıyor derken maddi şirket sarıyor gündelik hayatları. Haber bültenleri Mobese görüntülerinden derlenmiş şiddet vakalarıyla psikolojik iklimi normalleştiriyor, sıradanlaştırıyor.

Amerikalı biyolog, doğa bilimci ve yazar Edward Osborne Wilson tespitiyle, “İnsanlığın gerçek sorunu şu: Paleolitik çağdan kalma duygularımız, Ortaçağ’dan kalma kurumlarımız ve tanrısal teknolojimiz var. Ve bu müthiş tehlikeli bir sorun ve geniş kapsamlı bir krize doğru yaklaşıyor.” Belki de yaşadığımız böyle bir kapsamlı krizin başlangıç etapları. Çünkü krizi yönetmesi gerekenler, var olan kurum ve kuralları yönetenler, yönetmeye talip olanlar popülizmin pençesinde. Geleceği kurmayı hayal edenler değil geride bıraktıklarımızı özleyenler, olanı korumaya çalışanlar önde.

Bireyler ve toplumlar kimliklerinin, inançlarının, aidiyetlerinin ve geleceklerinin tehdit altında olduğuna inandırılmış durumdalar. Hemen her toplumda hayatta kalma güdüsü baskın durumda. Son yirmi yılın yaşanan “küresel ara buzul dönemini” yalnızca popülist lider ve hareketlerin yükselişi üzerinden okumak artık yeterli ve geçerli değil belki de. Popülist liderlerin kendi iktidarlarını, güçlerini sürdürmek, yolsuzlukları, keyfiliklerini gizlemek için popülist dili ve söylemi kullanıyor oldukları tezi de yeterli değil.

Bu gerçeği bulanıklaştıran söylemler yalnızca siyasi tercihi belirlemiyor, bireysel ve toplumsal psikoloji etkileniyor. Toplumlar, kimlikler gerçekten tehdit altında olduklarını düşünüyor. Zihinler ve duygular tehdit algısına göre biçimleniyor. Giderek bu kalıcı hale, kalıcı tutum ve davranışlara dönüyor. Olağanüstülük olağanlaşıyor. Bu tür duygusal iklimlere toplumsal travma, toplumsal paranoya deyip, açıklamaya çalışıyoruz. Travma, paranoya kavramları da kriz gibi olağanüstü hal gibi onarılması, giderilmesi, çözülmesi gereken geçici sorunlar gibi algılanıyor zihnimizde. Belki de kabul etmemiz gereken, bu durumun kalıcılaşmakta olduğu, verili halin bu duygusal durum olduğudur.

İki binli yılların kuşakları örgütlü kötülüğün sıradanlaştığı, güvenlik kaygılarıyla otoriterliğin toplumsal rıza ile yaygınlaştığı, kimliklere sıkışmaların, kutuplaşmaların, lümpenleşmelerin içine doğdular. Bildikleri, deneyimledikleri dünya hep bir felaket, kıyamet anlatısının yaygın kabul gördüğü bir dünya. Savaşlar, katliamlar, terör saldırıları da ekonomik krizler yumağı, pandemi, çevre felaketleri de onların ruhlarında, zihin haritalarında kalıcı izler bırakıyor. Genç, yaşlı bireylerin tümünde hatta. Üstelik Batı, güçlü ülkeler, küresel bölüşüm kavgasının aktörleri de iki yüzlü davranarak, bu halin, bölgesel savaşların sürmesinden yanalar. Meseleleri sabun köpüğü içine hapsetmek gibi, sektörel, bölgesel seviyede tutarak kendi hayatlarını ve pozisyonlarını koruduklarını sanıyorlar.

Eğer bu tespiti yapabilirsek yapmamız gerekeni de bu duruma göre düşünmek gerekir. Hamas’ın terör saldırıları ve sonrasında gelişen İsrail’in katliamlarına karşı dünyada da ülkemizde de meseleyi din savaşları haline çevirecek açıklamalar, söylemler yayılıyor. Bizatihi İsrail’in yobaz yöneticileri, Batı’nın bazı ikiyüzlü siyasetçileri meseleyi ya güvenlik-terör eksenine ya da din savaşları eksenine çevirmeye çalışıyor.

Halbuki yaşanan onurlu yaşam hakkını savunanlar-katledenler ikilemi. Hatta asıl mesele demokrat olanlar otoriter olanlar ikilemi, faşizme karşı olmak yanında olmak tercihi. Eğer yaşananları din savaşları ekseninden, hatta bilim ve din ekseninden onurlu yaşamı savunmak-katletmek, faşizmin karşısında-yanında olmak, adalet-zulüm eksenine çevirebilirsek başka bir hikaye kurgulamak mümkün. Ancak böyle bir hikaye toplumların kalıcılaşma eğilimi gösteren ruh haline bir cevap olabilir. İyilik, şefkat, merhamet belki yeniden duygularımızda baskın hale gelir, eşitlik-özgürlük-adalet insanlığın ortak değeri olabilir.

Türkiye tarihsel ve güncel olarak da ekonomik-siyasi ve kültürel olarak da yaşananların vaka analizi laboratuvarı gibi. Ülkenin siyasetçileri, akademisyenleri, aydınları, sivil toplumcuları, aktivistleri yeninin öncüleri olabilir. Yeter ki serinkanlı bir yerden ve yeniden, ezberlerden, duygusal ve zihni ambargolardan kurtularak, geleceği, mahallerimizden kozalarımızdan çıkarak, ülkemiz adına da insanlık adına da yeniden düşünelim. Yoksa tüm kötülükleri göre göre, duya duya, okuya okuya kabullenmeye devam edeceğiz. Elimizde kalan yasımız, insanlık adına utancımız olacak bir kez daha.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar