Esat KORKMAZ
İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.
“Hümanizm”, insanı ve temel insansal değerleri her şeyin üstünde gören, insanlık sorunlarına akılcı çözümler bulmayı amaçlayan, insanın her yönden gelişmesini temel ilke edinen bir öğretidir. Bu öğreti, aydınlanmanın “altyapısını” oluşturur, bir bakıma aydınlanmayı “terbiye” eder. Dilimize “insancılık” olarak girmiştir.
Geniş anlamda “hümanizm”, tarihsel süreçte “insanı insan etme” çabalarının bir ürünü olarak algılanır. İnsanın yaratıcı güçlerinin geliştirilmesini, onu özgür ve gönençli kılmayı ve her bakımdan yükseltip ilerletmeyi dile getirir. Tarihsel sürecinde hümanizm, Batı’nın bize öğrettiği kadarıyla birbirinden farklı üç biçim gösterdi: “İlkçağ hümanizmi, burjuva hümanizmi” ve “toplumcu hümanizm”; bunların “doğum ürünü” bağlamında da “İlkçağ aydınlanması, burjuva aydınlanması” ve “toplumcu aydınlanma”.
ORTAÇAĞ’IN HÜMANİZM GERÇEĞİ
Erkek, dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde.
Hakk’ın yarattığı, her şey yerli yerinde.
Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok.
Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde.
Hace Bektaş Veli
Batı Ortaçağı’nda, köylülüğün feodal egemene yönelik isyanıyla belirgin “yasaklı kültürler hümanizmi”, burjuvazi tarafından kafalardan “silinmiştir”. Feodalizme karşı burjuvaziyle “yazgı” ortaklığı yapan köylüler, zafer kazanılır kazanılmaz “tehlikeli” görülmüş ve “öldürülmüşlerdir”.
Ortaçağ’ın temel üretim zemini “topraktır” ve belirleyici üretici güçler“köylülerdir”. Burjuvazi, Ortaçağ’ın sonlarına doğru sınıf olarak yaşama müdahale etme şansını elde etmiştir; eder etmez da kentler “kırın önüne” geçmiştir.
Hümanizm, “kan bedeli ödenerek” üretilmiş bir öğreti-yaşam deneyimidir. Feodalizme karşı başkaldırı ya “burjuvazinin desteklediği” bir köylü kalkışması, ya “köylülüğün-esnafın desteklediği” bir burjuva kalkışması ya da burjuvazinin sınıf olarak bulunmadığı koşullarda feodal devletten-kurumlardan “rahatsız” olanların desteklediği köylü-esnaf kalkışması biçiminde olmuştur. Görüldüğü gibi hümanizm, “sınıfsal bir ihtiyaç”tan çıkmıştır.
Burjuvazi destekli köylü isyanı(kırsal başkaldırı), feodalizmi dize getirir getirmez, Alman Köylüler Savaşı’nda olduğu gibi, toplumsal devrimler bağlamında tarihin geleceği burjuvazinin olduğu için, olanaklar onun lehine çalışmış, köylüler kılıçtan geçirilmiştir. Feodalizme karşı köylü destekli burjuva kalkışması(kentsel başkaldırı) ise Güney Fransa(Languedoc) örneğinde olduğu gibi yaklaşık bir milyon Kathar’ın kanına mal olmuştur. Feodal devletten-kurumlardan rahatsız olanların desteklediği köylü-esnaf isyanı(kırsal başkaldırı) ise Anadolu örneğinde görüldüğü gibi onbinlerce köylünün kanıyla ödenmiştir.
Batı’da burjuva hümanizmi(Rönesans) öne alınırken Anadolu vb toprakta “merhametsiz hümanizm” (1)diye tanımlayabileceğimiz kahramanlara-kurucu kimliklere ve kana öykünmekle belirgin(ırkçı) “devlet hümanizmi” egemen kılınmıştır. Ya da “İncinsen de incitme” özlü sözüyle dile getirilen ve egemen yararına çalışan “hınzır hümanizm” Hace(2)Bektaş Veli’nin adına bağlanan hümanizme eklemlenmiştir.
Süreçte, köylülüğün, “insanlığın kesin kurtuluşuna bağlanan hümanizmi” sapkınlık sayılmış ve savunanlar ortadan kaldırılmıştır. Hiçbir devletin resmi tarihi, “devletsiz ve peygambersiz” olmasıyla belirgin Ortaçağ “yasaklı kültürler hümanizmini” yazmamış ya da yazamamıştır. Ve zamanla “unutulup” gitmiştir.
İşte, Anadolu toprağında Hace Bektaş Veli’nin adına bağlanan “Kızılbaş hümanizmi”, bu unutulan-unutturulan hümanizm zinciririn benim toprağımdaki “halkasıdır”. Bu hümanizmi öne çıkarmanın, değerlerini tartışmanın, bu yolla dünya bilim literatürüne “dördüncü hümanizm halkasını eklemenin” zamanı gelmiştir.
Nedeni de açıktır: Hümanizm de düşler gibi “kırılmak için kurulur”. İlkçağ hümanizmi, Ortaçağ yasaklı kültürler hümanizmi tarafından; Ortaçağ yasaklı kültürler hümanizmi burjuva hümanizmi tarafından “kırılmış”, kırılmakla kalmamış kafalardan “silinmiş”, yaşatılması “yasaklanmıştır”. Burjuvazi iktidardan indirilemediği için burjuva hümanizmi, toplumcu hümanizm tarafından “kırılamamıştır”: Burjuvazi ilerici döneminde ürettiği hümanist değerleri bugün de (gerici döneminde de) kullanmaktadır. Bizler, Ortaçağ köylü başkaldırısının ürünü olan hümanizmi yaşama taşıyamadığımız için, İlkçağ hümanizmi ve doğum ürünü İlkçağ aydınlanmasıyla “kucaklaşamadık”, toplumcu hümanizmi, doğum ürünü toplumcu aydınlanmayı ise“içselleştiremedik”.
“Burjuva hümanizmini kim kıracak?”,sorusunu; “toplumcu hümanizm” diye yanıtlayabiliriz. Ama bu yanıtı “sorgulamak” durumundayız: Burjuvazi “iktidardan indirilemediği sürece” toplumcu hümanizm değerleri, “bilme kültürünün bir parçası olmanın” ötesine geçemez. Bilme kültürüyle toplumsal altüstlük yaratılamayacağı için, toplumcu hümanizm değerleriyle burjuva hümazmini “kırmanın” zorluğu ortadadır.
Öyleyse yapacağımız şey açıktır: Burjuva hümanizminin nesnel sınırlarını “aşan”, sosyalizmi de “öteleyen”, yoksul köylülüğün belirleyiciliğinde egemene isyana “maya” olan köylü hümanizmi, burjuva hümanizmini “örseleyecek”, toplumsal yaşamın ve kuramsal düşüncenin “önünü açacak” tek hümanizmdir. Bu hümanizm “bilme temelli” bir hümanizm değildir; “değiştirme temelli” bir hümanizmdir: Bedene, parçası olduğu doğaya ve yaşama yönelik deneyimle belirgin, deneyim durumuna gelmeyen-gelemeyen bilgiyi-bilinci “yok sayan” bir hümanizmdir. Bu hümanizmin güncellenmesiyle insanlık, kendisini “kesin kurtuluşa taşıyacak” tasarımlara kavuşacak, XIX. yüzyılın ikinci yarısında tasarımlanan toplumcu hümanizmle “bütünleşecek” ve geriye dönüp burjuva hümanizmini “kıracaktır”.
HACE BEKTAŞ’A BAĞLANAN HÜMANİZM
Er ol erlerle yaşa; erenlere, iyilere karış;
onlarla görüş, konuş, seviş; ara-bul kendine gel, kendini bil;
kendinden başkalarını kendinde gör;
eline, diline, beline, işine, eşine, aşına sahip ol.
Sıkı tut. Haksızlığa baş eğenler, korkaklar bizden değildir...
( Hace Bektaş Veli)
Hace Bektaş Veli’ye bağlanan Kızılbaş hümanizmi Batı ezberinin dışında; “belletilenin” tersine, Ortaçağ’da yaşama geçmiş, “insanın yeniden kendini ele geçirmesini ve doğayla bütünleşmesini sağlayan, insanlığa kesin kurtuluşu getirecek toplumsal-nesnel koşulları sergileme çabasına giren” bir hümanizmdir; Ortaçağ koşullarından, toplumcu hümanizme bir “merhabadır”.
“Etiğini”dışa vuran üçlemesi bunun kanıtı durumundadır: “İnsana muhabbet-nura muhabbet-deme muhabbet”. İnsana muhabbet, “insanı sevmek” demektir: İnsan, Tanrı’nın eksiksiz görünüşe taşınmış biçimi olduğu; “ek-doğa” olarak algılanan toplumun temel birimi anlamında nesnel gerçekliği (tüm doğayı) tamamlayan öznel gerçeklik(bilinç varlığı) durumunda bulunduğu; her türden dogmaya kafa tutarak kendini; kendini özgür-leştirirken doğayı da özgürleştirdiği için sevilir. Nura muhabbet; “Tanrı’yı sevmek” demektir: Nur, Tanrı olarak algılandığı için sevilir. Deme muhabbet, “bilgiyi sevmek” demektir: Dem, pirin-mürşidin “bilgisini” sim-gelediği için pirin-mürşidin öğretme gücü, sözü, sesi, soluğu sevilir.
Öte yandan, Hace Bektaş’a bağlanan hümanizm bir “aşk felsefesi”, bu felsefeye uyarlanmış örgütlü bir “aşk inancı” ya da kıblesi aşk olan bir “sevgi dini” olarak algılanır: “Aşktan başka Tanrı yoktur ve Ali aşkın velisidir”(Lâ İlâhe İllâlaşk, Aliyyun Veliyulaşk),(3)özlü sözü bunun kanıtı durumundadır: Bu nedenle Hace Baktaş Veli hümanizmi, “aşka âşık olma sanatıdır”, bir bakıma; Tanrı’ya yönelik önü alınamaz bir “kültürel eğilimi” dışa vurur. Aşk felsefesinin kurucu kimliği “Hallac-ı Mansur”dur; aşkı o temsil eder. Aşk, “sır” ya da “günah” sahibidir; bu sır ya da günah, açıklanması durumunda egemenler için “risk” oluşturan ve kişinin başını “belaya” sokan “vahdet-i mevcutçu tasavvuf bilgisi”nden başka bir şey değildir.(4):Bu sırrı, İsa’dan sonra ilk açıklayan, “Enel Hak”(5)diyan “Hallac-ı Mansur” olmuştur.(6)
Duygularımız, “doğuştan metafiziği inkâr” eder: En “gemlenemez” duygu durumumuz “aşk” olduğuna göre, “metafiziğin inkârı” ancak aşktan öğrenilebilir. Aşkın öğrencisi olduğumuzda, “temas” koşul olduğu için, hayali “inkâr” eder, gerçeğe koşarız: Suyun susayana, ışığın göze, sesin kulağa, kokunun buruna “koşması” gibi.
Yine Hace Bektaş’a bağlanan hümanizmde“acıma, bir aşktır”: Bu aşk, üç biçimde yaşanır; birincisi, “zayıf” ya da“hasta” yaşama acırız, yani âşık oluruz, bu aşkımız, “hoşgörü” donunda aramızda-çevremizde gezinir-durur.
İkincisi “militanca” acırız, yani âşık oluruz: Bu aşkımız, “yoksulların, ezilenlerin son kurtuluşunu ilân eder”; fabrikalarda, tarlalarda ya da kenar mahallelerde dolanır-durur. Üçüncüsü ise “Tanrı’ya” acırız, yani âşık oluruz: İçimizden dışımıza, dışımızdan içimize iner-çıkarız.(7)Bu iniş-çıkışlarda “incelik”, acımanın “sanatsal biçimi” olarak yaşama taşınırken(8)mizah(Bekatşi mizahı),“şakanın acısı” ya da “acının ödülü” olarak öne çıkar(9) ve “resmi ezberi bozar”.
Hace Bektaş hümanizmi, kana “yatırım” yapmaz; kendini, herhangi bir “ırka”, o ırkın kanına bağlamaz: Bir Türk hümanizmi, bir Kürt hümanizmi vb değildir. Kanla değil, “bilinçle” taşınır, bilinçle yaşanır. Kendini yaratan “sınıfsal ihtiyaçların” izinden “ayrılmaz”: Bu ihtiyaçların “güncellenmesi” bağlamında, egemene karşı “mazlumların yaşama yordamı” olarak ön alır.
“Kendini bil”,buyruğunun izinde; “tanrısız bir doğaya ve tanrısız bir insana ulaşmayı” amaç bellemiştir Hace Baktaş’a bağlanan hümanizm: Ama bu “ezberimiz durumundaki ateizm” değildir. Ezberimizdeki ateizm, insana benzemeyen tanrıyı “inkâr etmiş”, ancak, yerine bir şey koyamamıştır; koyamadığı için de ne insanı ne de doğayı “özgürleştirebilmiştir”.
Hace Bektaş’a bağlanan hümanizm ise doğanın doğrudan kendisini, insanın doğrudan kendisini “Tanrı” kabul etmiş ve doğaya-insana benzemeyen tanrıya “başkaldırmış”; ortaya çıkan boşluğu “doğa” ve “insanla” doldurmuştur; doğaya ve insana emir veren, doğanın-insanın özgürlüğünü elinden alan “metafizik Tanrıyı” bela bellemiştir. Doğal olarak doğayı ve insanı, “okunacak en büyük kitap” olarak algılamış; insanı “Konuşan Tanrı(10)”,dağları-taşları “Sessiz Tanrı” kimliğiyle kimliklendirmiştir. Tasarımın mantığı gereği hümanizmini, “doğatanrıcılık” ve “insantanrıcılık” üzerine yapılandırmış; doğatanrıcılık anlayışını “Tanrı-doğa-insan” üçlemesine ve bunun diyalektik açılımına, insantanrıcılık anlayışını ise “Hak-Muhammet-Ali” üçlemesine ve bunun diyalektik açılımına bağlamıştır.(11)
İşte bu nedenle Kızılbaş teolojinin sırrı, “antropolojidir”(12):İnsanın ruhunu-canını, öte-dünyaya göndermez. Tersine bu-dünyada yeniden canlandırır; yeni bedenlerde binler-milyonlar yapar. Ölümü çağırır, ona “ölmeyeceğini” fısıldar.
Hace Baktaş’a bağlanan hümanizmin taşıyıcısı olan Kızılbaşlar; tektanrıcı üç dinin (İbrahim-İsa-Muhammet dinleri) şeriatıyla kendinden “kopartılıp” gökyüzüne çıkarılan insanı, önce felsefesinin ve öğretisinin “yorumuyla” kuşattı. “Akıldan inanca” atlanılan zeminde kendi ürünü inanç yaratısınca zincire vurulan ve zavallılaşan insanı, “inançtan akla” inilen çizgi üzerinde“yukarıdan aşağıya uçurarak” yere, ait olduğu toprağa indirdi. İndirir indirmez de “hümanizmin” bireysel-kitlesel tabanını “yaratmış” oldu.
Toprak üzerinde gezindirdiği insanı; önce“bireyselleştirdi”, sonra “toplumsallaştırdı”. Onu bir inanç varlığından bir“yorum ve yetenek” varlığına dönüştürdü: İnsan ya da insanlık sorunlarına“akılcı” çözümler bulma yolunda“hizmetli” yaptı. Hizmetli olmanın “aydınlığında”, devletin ve şeriatın “uzağında”, ona“karşı” kanalda, hümanizmi yaratan/ üreten asıl toplumsal “tabanı” yakalamış oldu. İçinde yer aldığı toplum katında; uygarlık öncesi eşitlikçi toplum değerlerinin “taşıyıcısı” durumunda bulunan “muhalefet” insanının “yaşama yordamı” olarak algıladığı “hümanizmi”, devlete karşı “halkla taraf” etti.
Gökyüzünden yeryüzüne indirildiğine inanılan “Tanrı buyruklarına görebedenleşen” ve egemenin güdümünde “canavarlaşan” insana“karşı” üretici/yaratıcı insanı; “konuşan Tanrı” durumunda ve “halk kimliğinde” kişilendirdi. Bu potada, yani mazlumlar katında “72 milleti” eritti;“bir” yaptı. “İnsan-evren-Tanrı” sorununu yeniden irdeledi: İnancın yerini“akıl” aldı. İnanca dayanan“tanrıbilimin” karşısına, inancı aklın denetimine veren “bâtıniliği” yerleştirdi. Tanrı-evren sorunu “inanç sorunu” olmaktan çıktı, bir “insan sorunu” durumuna geldi.
Egemenin ilâhi ideolojisi durumuna dönüşen “örgütlü inancı” parçaladı; parçalarken çektiği sıkıntının-acının “ödülü” anlamında kendisinde oluşan “vahdet-i mevcutçu tasavvuf bilgisini”, egemenle taraf olmayacak, tam tersine “ezilenleri kurtuluşa taşıyacak bir felsefe-öğreti-inanç biçiminde örgütledi.”
Hace Bektaş hümanizmasında rıza, “Konuşan Tanrı” olarak algılanan insandan ya da “Sessiz Tanrı” olarak algılanan doğadan gelen “hoşnutluk-onay” anlamında bilince-inanca taşınır; kişinin “kendisiyle hesaplaşması, toplumla barışmasıdır” bir bakıma. Bu nedenle hem felsefe, hem öğreti hem de inanç olarak algılanan “Yol” bir “rıza kapısıdır”. Ve üç türlü rıza tanımı vardır:
1) “Kişinin kendisi ile rızası”: Pir önünde, kişinin “kendi özüyle hesaplaşmasıdır/ yüzleşmesidir”; kendi kendini “ölçmesi”, kendi kendini “yargılamasıdır”. Bir başkasının tanıklığı ya da şikâyeti olmaksızın, “özeleştiri” yapmasıdır.
2) “Kişinin toplumla rızası”: “Eline-diline-beline sahip olmasıdır”. Kısaca “Edep” olarak algılanan bu üç “mühür”, kişiyi “kötülükten” uzak tutar. Bunu gerçekleştirmeyen Hak yolcusu hiçbir zaman kendini “bulamaz”; toplum ondan, o toplumdan razı “olmaz”.
3) Kişinin “Yol’la rızası”: Kişi Yol’a, baskı ve zorlamadan uzak bir zeminde, kendi rızası ile girer. Yol’a rıza ile giren can, Yol’un gereklerini severek, inanarak yerine getirmek durumundadır. Yol’a giriş; malı mala, canı cana katmak anlamına gelen musahiplikle başlar.(13)
Anlaşılacağı gibi Hace Bektaş Veli hümanizmasında iç içe girmiş, kaynaşmış, biri olmadan diğeri olmayacak olan iki “ayrı” dünya vardır. Bu dünyalardan biri, geçmişte “tüm insanlığı” kucaklayan, sınıflaşmayla birlikte sistemi güdenler tarafından boğulmak ve yokedilmek istenen “ilksel eşitlikçi toplum” değerleri dünyasıdır. Ötesinde, bu değerleri tüm baskılara karşın canlı tutmaya, yaşatmaya çalışan ve belirleyici anlamda “Yol örgütlenmesi”yle yaşama geçecek olan“topluluk bilinci/inancı”dır. Bu bağlamda “ana kaynak”tır, “pınar”dır. Bu kaynak aynı zamanda:
- Hak-Muhammet-Ali-Hasan ve Hüseyin’e sevgidir;
- ölümü, “yeniden dirilme”ye, “yeniden doğuş”a dönüştürmedir;
- ezilenlerin kurtuluşunu, tüm insanlığın kurtuluşuna bağlamadır
Dünyalardan diğeri; Kızılbaş topluluk değerlerinin/bilincinin/inancının doğası gereği “evrilerek”, yani topluluk bilincinden toplum bilincine sıçrayarak, kendi düşünsel/nesnel sınırlarını aşarak kazandığı, tüm ezilen, horlanan insanlığı kucaklayan “boyut”tur. Belirleyici, güdücü, yönlendirici olan bu “içerik” aynı zamanda:
- toplumsal eksiklikleri/aksaklıkları akılsız ya da kötü niyetli kişilerin eseri olarak görmekten öte düzenin/sistemin bir “yaratısı” olarak algılamadır
- ve en önemlisi sömürüye/haksızlığa, soyguna baş eğmeyip kavga etmedir, kavgaya katılmadır; bir gün bu kavganın başarıya ulaşacağına yönelik umudu sürekli canlı tutmadır.(14)
Batı’da “burjuva hümanizmi”(15)daha tarihin “gündemine” gelmeden Anadolu toprağında Kızılbaşlar; “İlkçağ hümanizmini”(16)güncelleyerek insanın “bedensel ve ansal” (anlama-kavrama) yeteneklerini geliştirdi. Bu yolda, genelde “şeriatçı” dinsel değerlere, özelde “feodal despota” ve onun “uşaklarına” başkaldırdığında,“burjuva sınıf” kimliğinin henüz ufukta gözükmediği bir toprakta; ilksel eşitlikçi toplum değerlerini“bayraklaştırarak”, tasavvuf bağlamında ancak “sezgiyle” ulaşılabileceğini varsaydığı insanlığın “son kurtuluşunu” tarihin gündemine “taşıyıverdi”. Düşyapısal da olsa yüzyıllar öncesinden “toplumcu hümanizmi”(17)en üretici halkasından yakalamış oldu.
Farkında mısınız-farkında mıyız bilemem ama Anadolu toprağının Hace Bektaş bağlıları; “hümanizmi”, halk “memnuniyetsizliğinin”, uzantısında ezilenin “iktidara” yönelik özlemlerinin“taşıyıcısı” durumuna getirdiğinde, kendilerini de tanrıbilimin“karşısına” koydular. Tasavvufi “maya” biçiminde algıladıkları “hümanizmi”, egemene yönelik “isyanla” bugünlere taşıdılar. Onbinlerle seslendirilen“kıyımlara” uğradıklarında ödedikleri“bedel”, hümanist değerlerini yaşama geçirebilmek için ödedikleri bir “bedeldi” bir bakıma. Bu anlayış en net ve en boyutlu anlamını; Şeyh Bedrettin’in, “Yarin dudağından gayri her şey her yerde ortak olmak için” ileri haykırışında buluyordu.
Hace Bektaş hümanizmi bugün: Ortaçağ’dan günümüze feodal değerlere/kurumlara karşı verdiği“kavganın”, bu yolda kazandığı “deneyimlerin” güvencesinde; kendisini “geleceğe” hazırlıyor. Kendisine “yardımcı” olacak toplumsal dinamikler özlenen “toplu davranışı” yaratamamış olsalar da Kızılbaşlar; tasavvuflarında “ters” duran gerçekleri ayakları üzerine “oturtarak” tarihin”nesnel yasalarını”, insanın özgürce gelişebileceği ve insanlığın hızla ilerleyebileceği insanlık çağına geçişin“maddi koşullarını” yakalama uğraşında“kararlı” gözüküyor.
İnsanı aşağılaştırarak, uşaklaştırarak hümanizmi “boğmaya” çalışan sistemin “dayatmasını”; insanın insanı sömürmesine“son verecek” asıl kimliği,“emekçi kimliğini-halk kimliğini” öne çıkararak-onurlandırarak “çözmeye” çalışıyor.
Talihin hep talihliden yana güldüğü bu toplumsal “cangıl”da Kızılbaşlar;“inadına” aklının yolundan yürüyerek, idealizmini çağdaş insanı“okşayacak” bir “damak tadı”na dönüştürerek, genişleyen akıl alanında toplumcu hümanizmin“tohumlarını” ekiyor.
Görüldüğü gibi Kızılbaşlık,“doğaüstü” ya da “ötesi” bir gücü, anlayışının “merkezine” koymaz. Tam tersine şeriattan özgürleşilerek kazanılan “nesnel-toplumsal” zeminde, “insanı” merkeze alır. Onu “kutsar”, onu “sever”. (18)
HÜMANİZMİN NESNELLEŞMESİ
HACE BEKTAŞ VELİ
Hararet nardadır, sacda değildir,
Keramet hırkada, taçda değildir,
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.
Kendisine bağlanan hümanizm koşullarında Hace Bektaş Veli, halkın özlemlerinin “nesnelleşmesi” olarak belirdi. Ve “dil-din-ırk farkı gözetmeden” tüm canlara seslendi:
*) Bütün gönüllerin aydınlığa, bütün canların ermişliğe kavuşmasını dileyen bir yürek vuruşuyla seslendi gönül yoldaşlarına: Gelin canlar bir olalım.
*) İçten, dıştan baskıya uğramış, horlanmış, sömürülmüş; esenliğe susamış, barışın, eşitliğin, yiğitliğin tadına vurulmuş kır emekçilerine, göçerlere, çobanlara yüksek dağ doruklarından seslendi: Gelin canlar bir olalım.
*) Yaşamak özlemi içinde olanlara sessizlik olarak algılanan Anadolu insanının toplu dileğiyle seslendi: Gelin canlar bir olalım.
*) Esriyen gönüllerde kendini bulmak, kendinde başkalarını, başkalarında kendini görmek isteyenlere yücelerden seslendi: Gelin canlar bir olalım.
*) Uygar insanlara özgü bilinç açıklığına/davranış bağımsızlığına kavuşmak isteyenlere; insan denen varlığın değerini, önemini, evrendeki yerini bilmek isteyenlere; bilmenin üstünlüğünü, erdemin öncülüğünü, gelişmenin yaratıcılığını, iyinin/güzelin yönlendiriciliğini anlamak isteyenlere erenler toplantısından seslendi: Gelin canlar bir olalım.
*) Şeriatçı İslamlığın uyuşturucu etkisinden kurtulmak, özgürlüğün diriltici/can verici sıcaklığına koşmak, yeniyi bulmak, eskiyi yerli yerine koymak, yani her an yeniden doğmak isteyenlere yaşamı kucaklayan/onurlandıran inancının diliyle seslendi : Gelin canlar bir olalım.(19)
(1) “..., fakat hangi dünyanın daha hümanist olduğu ucu açık bir sorudur. ... Cesur insan ruhunu övmeye fazlasıyla düşkün, sıradan sevecenliğe açıkça kayıtsız bir merhametsiz hümanizm türü vardır...” (Eagleton, Terry; Tatlı Şiddet/ Trajik Kavranı-Çeviren: Kutlu Tunca-; İstanbul- 2012; Sayfa: 108)
(2) Hace, pir-mürşit demektir: “Merhametsiz” ya da “hınzır hümanizmin” hazırladığı koşullarda, pir-mürşit anlamına gelen “hace” sözcüğü, islami esintilerle harf düşmesi sonucu “hacı” biçimine dönüşmüştür. (Korkmaz, esat; Ansiklopedik Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınevi; Dördüncü Baskı; İstanbul- 2005; Sayfa: 293
(3) “Aşk sözünü muhtemelen ilk kullanan Nuri, ‘muhip, aşkından zevk alırken âşık araya mesafe koyar’, diyerek kendini savunmuştur. Bu terim, onunla ilâhi hayatın iç devinimlerini -…- açıkça dile getiren Hallac’a miras kaldı ve Fahrüddin Irakî, şiirsel olarak kelime-i şahadetin sözlerini lâ ilâhe illâl-aşk(aşktan başka Tanrı yoktur) diye değiştirinceye kadar(…) sonraki sûfi düşüncesini kesin olarak etkilemiştir.”(Schimmel, Annemarie; İslamın Mistik Boyutları(Çeviren: Ergun Kocabıyık); Kabalcı Yayınevi; İstanbul- 2001; Sayfa: 143); “Aşktan başka tanrı yoktur ve ali aşkın velisidir(lâ ilâhe illâlaşk, aliyyun veliyulaşk).... aşk, bir “insanlaşma ortamı”dır; orada insan kendini bulur, keşfeder. Başkasına -bu başkası Tanrı’dır- ulaşmanın yollarını arar bulur. Aşk, insan olabilmek için gerçek bir “kaçınılmazlıktır”; kendini ve dünyayı yeniden kurmaya çalışan insan için zorunlu bir etkinliktir. Ruh ve beden bütünlüğünden daha geniş ve çerçeveli olarak algılanan tanrısal bütünlüğe ulaşmaktır. Aşk, gerçek bireyden “dünyaya açıldığımız” yerdir: Bu anlamda “eşiktir.” (Korkmaz, Esat; Serçeşme Dergisi; Sayı: 35; İstanbul- 2007)
(4) Daha fazla bilgi için bkz.: Korkmaz, Esat; Ansiklopedik Simgeler Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınevi; İstanbul- 2010; Sayfa: 98-106 arası
(5) “Enel Hak, insan-tanrı-evren üçlüsünün; varoluş çemberinin ikinci yarısını oluşturan kavs-i uruc’ta aslına dönmek için yanıp tutuşan insanda somutlanması, dünyalaşması bağlamında Hallac-ı Mansur(859-922)’un, kendini aşarak Tanrı’ya ulaştığını ve Tanrı’nın kendinde tecelli ettiğini göstermek için söylediği, ‘Ben Tanrıyım ‘ anlamındaki ünlü sözüdür.” (Korkmaz, Esat; Alevi Süreğinde-Bektaşi Yolunda Enel Hak; Nefes Yayınları; İstanbul- 1995; Sayfa: 9)
(6) “Sırrı faş etmekle suçlanan ilk ezoterik Hz İsa’dır ki kendini kurban olarak adamıştır. Hz İsa’nın dışa vurduğu sır Tanrı’nın oğlu olduğunu söylemesi, dolayısıyla insanı ilâhi menşeli ilan etmesi, yani insan merkezli öğretinin temellerini atmasıdır. Nitekim Hıristiyanlıkta resul dedikte Hz İsa’ya tanıklık yapanlar kastedilir. Bunu Nesimi bir şirinde: İndi İsa, götürdü şirk ü nifak, demekle dile getirmiştir. Hallac-ı Mansur’un ve Seyyid Nesîmî’nin Enel-Hak formülü Hz İsa’nın Tanrı oğlu olması iddiasının İslami varyantından başka bir şey değildir.”(Bayat, Fuzuli; Ezoterik Bilgi Bağlamında Seyyid Nesimi; Evrene Sığmayan Ozan Nesimi(Yayına Hazırlayan: Gülağ Öz); I. Uluslararası Seyyit Nesimi Sempozyumu Bildirileri(17-19 Haziran 2005/ Ankara); Sayfa: 63)
(7) “Acıma nedir? Yaşamın sıfıra yakın durumlarına karşı gösterilen o hoşgörüdür. Acıma, yaşama duyulan, ama zayıf, hasta, tepkisel yaşama duyulan aşktır. Militan acıma, yoksulların, ıstırap çekenlerin, güçsüzlerin, küçüklerin nihai utkusunu ilan eder.... Yaşamda etkin olan her şeyden nefret eden kişi, yaşamı inkâr etmek ve değersizleştirmek için, yaşamı yaşamın karşısına çıkartmak için yaşamdan yararlanan kişi.... ‘Acıma, nihilizmin uygulanmasıdır... Acıma hiçliğe inandırır! Hiçlik söylenmez, onun yerine öte âlem, ya da Tanrı, ya da gerçek yaşam konur; ya da Nirvana, selamet, öte dünyadaki mutluluk....’.... Tanrı acımaktan boğulur:... Tepkisel insan Tanrı’yı öldürür çünkü, artık onun acımasına tahammülü kalmamıştır. Tepkisel insanın artık tanığa tahammülü yoktur.... Tanrı’nın katili tepkisel insandır..”(Deleuze Gılles; Üstinsan: Diyalektiğe Karşı(Çeviren: Turhan Ilgaz); Cogito; Üç Aylık Düşünce Dergisi; Yapı Kredi Yayınları; İstanbul- 2001; Sayı: 25; Sayfa: 114)
(8) “İncelik acımanın ‘sağlıklı’(uygar, sanatsal) biçimi gibidir.”(Barthes, Roland; Bir Aşk Söyleminden Parçalar(Çeviren: Tahsin Yücel); Metis Yayınları; İstanbul- 1992; Sayfa: 57)
(9) Ayrılmanın kalabalığında “azalıp” toplanmışlığın yalnızlığında “çoğalırken” ilişkilerimizi çoğunluk “mizaha dökeriz”: Mizah yoluyla birbirimizi “kullanırken” aynadaki “yansımamız” dışında, hep bir “gözleyenimizin” bulunduğunu öğrenmiş oluruz. Kimi kez bizler birbirimize “tuzak” kurarız; kimi kez de gözleyenimiz bizlere “tuzak” kurar. Tuzak acıtır; bu nedenlemizah, “şakanın acısıdır”; acının “ödülüdür” daha doğrusu. Kahkaha görüntüsü ardında “acılı bir çözüm” tasarlayarak benliğimizde “coşkulu bir düşü” haykırırız.Bu nedenle acıdan “sakınan” mizah, kendini “öldürür”: Sistemin “eğlence” mantığıyla örtüşür ya da “düşünmemenin tadı” durumuna gelir. Mizah doğarken “acı” içinde kıvranır. Doğum gerçekleştiğinde mizah yapan da mizaha konu olan da “yaşarken dirilir”: Artık onlar için ağız bir “yaşam kapısıdır”. Mizah, iyiliğin “zarar” gördüğü yerde, yani iyiliğin kendisinin de bir “dert” olmaya başladığı yerde devreye girer ve bizleri, içimizin “tasallutundan” kurtarır; beden dilini “öne” alır, sözcükleri “işlevsiz” kılar. Karşılıklı bir görüntü “bozumu” yaşanır, denge ortadan kalkar, terslikler ve aksilikler birbirini izler; mizah yapanlar birbirine, biz onlara güleriz. Gülümsemenin verdiği “güven ve denge”, bozuk düzende “doğruyu işaret etme” anlamında bir “ihbardır”. Aldığımız “ihbarın” peşinde doğruyla karşılaşır, olayların ve durumların “dilini” çözeriz; açık söylemek gerekirse gelecek yaşamın “hizmetlisi” oluruz.
(10) “İnsanlaşan… insan tanrının,… özel belirlenimlerinden biri ıstırap’tır, çile’dir(…). Sevgi, çekilen acı vasıtasıyla sınanır….” (Feuerbach, Ludwıg; Hıristiyanlığın Özü(Çeviren: Oğuz Özügül); Say Yayınları; İstanbul- 2008; Sayfa: 101); “Tanrı vardı ve öldü ve yeniden canlanacak, Tanrı insan haline geldi ve insan tanrı haline geldi....” (Deleuze Gılles; Üstinsan: Diyalektiğe Karşı(Çeviren: Turhan Ilgaz); Cogito; Üç Aylık Düşünce Dergisi; Yapı Kredi Yayınları; İstanbul- 2001; Sayı: 25; Sayfa: 116)
(11) Hace Bektaş’a bağlanan hümanizm iki üçleme üzerine yapılanır: l) Tanrı-Evren [Doğa]-İnsan ve 2) Hak-Muhammet-Ali. Birinci üçleme “Doğatanrıcılığın” ya da “doğasal diyalektiğin”; ikinci üçleme ise “İnsantanrıcılığın” ya da “toplumsal diyalektiğin” bir dışa vurumudur. Yine birinci üçlemede evren; erkek ilke, aktif ilke olarak algılanan ve tez olarak beliren “akl-ı kül” ile dişi ilke, pasif ilke olarak algılanan ve antitez olarak beliren “nefs-i kül” arasındaki çatışmadan doğar. Çatışma sonunda akl-ı kül ile nefs-i kül zıtların birliği bağlamında bir “denge”, “birlik” ya da “özdeşlik” kurduğunda insan bir “sentez” varlığı olarak ortaya çıkar. Burada ortaya çıkan insan, evrenin (âlemi ekber) kanıtı anlamında bir küçük âlemdir (âlem-i sugra), yani Doğatanrı’dır; buradaki Doğa Tanrı, doğanın tanrısı değil, doğrudan doğadır; insan donunda kimlik edinmiş “doğa sözcüsü doğadır”. İkinci üçlemede insan; erkek ilke, aktif ilke olarak algılanan ve tez olarak beliren “aşk” ile dişi ilke, pasif ilke olarak algılanan ve antitez olarak beliren “nefis” arasındaki çatışmadan doğar. Aşk ve nefis zıtların birliği bağlamında bir “denge”, “birlik” ya da “özdeşlik” kurduğunda bâtıni kimlikli birey bir “sentez” varlığı olarak ortaya çıkar. Burada ortaya çıkan bâtıni kimlikli birey, Tanrı’nın kanıtı anlamında bir “akıl varlığı” olarak yine bir “akıl varlığı” olan Tanrı’yı da önceleyen bir İnsantanrı’dır; buradaki İnsantanrı, insanın tanrısı değil, doğrudan insandır. Bu nedenle her iki üçleme, Tanrı’dan başlayıp insanla son buluyor gözükse de gerçekte insandan başlayıp Tanrı’da son bulur. Yani evrenin de, doğanın da, Tanrı’nın da “kanıtı” insandır. (Korkmaz, Esat; İnsan Tanrı; Pencere Yayınları; İstanbul- 1997; Sayfa: 9-10)
(12) “Yeni çağın önünde duran görev, tanrının gerçekleştirilmesi ve insanileştirilmesi, teolojinin antropolojiye dönüştürülmesi ve onun içinde eritilmesiydi.” (Feuerbach Ludwig; Geleceğin Felsefesi(Çeviren: Oğuz Özügül); Say Yayınları; Üçüncü Baskı; İstanbul- 2012; Sayfa: 87)
(13) Korkmaz, Esat; Yorumlu İmam Cafer Buyruğu; Anahtar Kitaplar yayınevi; Üçüncü Baskı; İstanbul- 2007; Sayfa: 182-183; Korkmaz, Esat; Kitap/Yol Rehberi/ Gülbanklar-Erkânlar; Demos Yayınları; İstanbul- 2009; Sayfa: 19
(14) Korkmaz Esat, Canlara; Serçeşme Dergisi; Sayı: 2; İstanbul- 2004
(15) Burjuva hümanizmi Rönesans’la başladı. Antikçağ yapıtlarını meydana çıkararak bilimi kilise baskısına karşı savunma ve geliştirme amacını güttü. Dünyanın insan eliyle değiştirilebileceği inancını, insan sevgisinin ve insana saygının temeline koydu.
(16) İlkçağ hümanizmi; insanın bedensel ve ansal yeteneklerinin eğitimle geliştirilmesini amaçladı.
(17) Toplumcu hümanizm, tarihin nesnel yasalarına dayandı. İnsanlık çağına geçişin nesnel koşullarını sergiledi ve yasalarını açıkladı. Hümanizmin taşıyıcısı olarak algıladığı toplumsal insanı, yabancılaşma kaynağı olarak yaşama geçen üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı örgütleyerek insanın kendini yeniden ele geçirmesini sağladı.(Korkmaz, Esat; Alevilik ve Aydınlanma; Pencere Yayınları; İstanbul- 1997; Sayfa: 27-30 arası)
(18) Korkmaz, Esat; Alevi Hümanizmi; Serçeşme Dergisi; Sayı: 18; İstanbul/ Ocak- 2006
(19) Korkmaz, Esat; Hünkâr’ın Diliyle Canlara Sesleniş; Serçeşme Dergisi; Sayı: 12; İstanbul- 2005
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
5.02.2016
28.11.2016
23.11.2016
16.11.2016
12.11.2016
4.01.2016
1.01.2016
12.08.2016
4.02.2016
29.07.2016