Halil BERKTAY

[3-4 Mart 2025] Bazen derslerimde yan pistlere girerim. Geçenlerde, galiba ilk dönemin sonlarıydı, küçük bir sınıfta “hocam, en sevdiğiniz [Türk] şair kim” diye sordu birileri. Beğenmek ve sevmek farklı olabilir dedim (demeye çalıştım). Beğenmek ve öğrenmek, yararlanmaksa, Nâzım Hikmet tabii. Başka şeyden değil, sadece Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan söz ediyorum. Muazzam bir duvar resmi âdetâ. Meksika müralistleri gibi. Diego Rivera’nın şiir karşılığı. Hayat ve insan anlayışı çok derin. Topluma ve 1900-1940 Türkiye’sinin “kültürel mahremiyet”ine nüfuzu benzersiz. Hem en büyük şairi, hem en büyük romancısı Türk edebiyatının. Ama sevmek derseniz, Cemal Süreya sanırım. Başkadır içtenliği. Sahiciliği. Yer yer korunaksızlığı. Ruhumda taşırım.
“Karangu, acayip, asyalı bir aşk”ın “kısa ve korkunç hükümdarlığı”ndan söz eder Cemal Süreya, Ülke’sinde (1). İlk ağızda, müthiş bir karakterizasyonudur Şarkın aşk anlayışının (en azından şiir, müzik ve edebiyattaki haliyle). Ama zamanla, hayat tecrübeme göre daha geniş anlamlar da kazandı. 60-50-40 yıl öncesini düşünüyorum da, sanırım ancak bu tür mistik, esrarengiz sözcüklerle, karangu, acayip, asyalı bir aşk diye tarif edilebilir, bizlerin, bizim kuşakların 1960’lardan 80’lere devrimle, devrimci şiddetle, silâhlı mücadeleyle yaşadığımız. İnsanı esir alan, dışına çıkılması zor duygu duvarları içine hapseden, alabildiğine irrasyonel bir tutkuydu. Bu fantazmagoriden vazgeçilmesi için berbat yenilgiler, korkunç acılar yetmedi. Alttan alta sürdü. Tortusu onyıllar boyu PKK hayranlığına taşındı.
Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 çıkışıyla başlayan yeni çözüm arayışı, Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te PKK’yı silâh bırakma ve kendini feshetmeye çağırmasıyla, varması gereken ama varmayacağından korkulan noktaya ulaştı. Görünen o ki, toplumun çoğunluğu bu gelişmeden yana. Karşıtları, beğenmezleri, illâ kavga diyenleri yok değil. Alper Görmüş, Öcalan’ın PKK’ya yaptığı ‘şehâmet’ aşısı bu defa tutacak gibi; şimdi devletin şehâmetini ölçeceğiz (1 Mart) yazısında geçmişin akılsızlıklarını hatırlatırken, ister istemez hâlâ mevcut tuzak ve tehlikelere de dikkat çekmiş oluyor. Gülçin Avşar Yeniden kale duvarını aşabilmek’te (2 Mart) istemezükçü hezeyanları daha etraflı eleştiriyor. Bu meyanda, ulusalcılığın ne yaptığını bilmezliğine parmak basıyor. Ama ulusalcılığın içerdiği solculuk damarına değinmiyor (2). Daha genel olarak, kendilerini sol diye tanımlamayı sürdüren solcuların (parti, grup, mahfil, mecra veya kişilerin) bütün bu olup bitenleri nasıl karşıladığına dair pek bir şey yansımıyor kamuoyuna. Böyle bir tartışma yok gibi. Oysa silâh ve siyaset (ve savaşçı örgütlenme ve barışçı örgütlenme) konusunda PKK’nın geldiği nokta, Türk solunun hayli geniş kesimleri için de (ki daha çok Dev Genç, Dev Yol, Dev Sol ve Aydınlık (Maoculuk) geleneklerinden söz ediyorum), kendilerine ve geçmişlerine nasıl baktıkları bakımından önemli olmalı. Hem tarihçeleri, hem PKK’ya nasıl baktıkları açısından. Kıvırtılamaz, etrafından dolaşılamaz, es geçilemez artık. Zira Öcalan’ın 27 Şubat çağrısı, yıllardır söylemediklerini, kabullenemediklerini yüzlerine vuruyor.
Gerçek şu ki, neredeyse elli yıllık bu son Kürt hareketi daha hiç sahneye çıkmadan önce, Türk solunun kendisi tırmandırdı yıllar boyu, devrim ve devrimci şiddet fetişizmini. Çeşitli kaynaklardan türedi bu takıntı. Bir yönüyle, 1960’ların başlarında uçveren gençlik ve sonra diğer kitle hareketleri, hemen derhal bir şiddet sarmalının içine çekilmek istendi. Mazeret ararsak, çok buluruz. Provokasyon tabii olacak. Mesele provokasyona gelmemekte. Evet, karanlık derin devlet eylemleri düzenlendi. Kanlı Pazarlar örgütlendi. Nişan alıp öğrenci vuran ve soruşturulmayan polisleri, giderek bu amaçla örgütlenen Ülkücülerin yükselen tahrik ve saldırıları izledi. Karşılığında, solcu gençlik de militanlaşmaya, silâhlanıp fakültelerde, okullarda, mahallelerde, yollarda, kahvelerde kendini savunmaya, hattâ benzer biçimde karşılık vermeye itildi. Bir düello mantığı doğdu. Siyasî miyopluk aldı yürüdü. Hemen bütün “liderler” (ki alt tarafı 20-25 yaşlarındaydı) bugünden yarına yaşamaya, bu işin sonu ne olur, sokak çatışmacılığı nereye varır, bundan kim yararlanır diye durup düşünmemeye saplandı.
Bu sürüklenişte, gençliğin tecrübesizliğiyle birlikte öksüzlüğü ve kimsesizliği de büyük rol oynadı. Güçlü ve olgun bir demokratik sol yoktu Türkiye’de, ağırlığını barışçı siyasetten yana koyacak. Tersine, hırs, hamlık, bencillik ve ihtiras bölünmeleri kol geziyor; ortada manevî otorite diye bir şey bırakmıyordu. TİP daha yeni kurulmuş ve ancak 1961’de Mehmet Ali Aybar’ı genel başkan seçmiş, 1965’te Millî Bakiye sistemi sayesinde 15 milletvekili çıkartıp Meclise girebilmişti. Ama bu da bir parlamenter mücadele kültürü oluşturup hakim kılmalarına yetmedi. Yeniyetmeliklerinin ve daha bir yığın faktörün yanısıra, kendilerini Türkiye solunun asıl sahibi sayan bir alternatif de vardı karşılarında: Eski Tüfekler (3). 1951-52 Türkiye Komünist Partisi tevkifatında Şefik Hüsnü etrafında toplanmış, cezalarını yatıp çıktıktan sonra yurtdışına gitmeyip Türkiye’de kalarak (sürekli polis takibi altında) informel bir mahfil oluşturmuşlardı (4). İdeolojik bakımdan gayet doktrinerdiler. Şefik Hüsnü, sonra Reşat Fuat Baraner, sonra Mihri Belli önderliğinde, Leninizme sadıktılar. TİP’e ise, kendilerinden bağımsız bir oluşum ve Aybar önderliğinde (komünizme değil) İkinci Enternasyonal sosyalizmine kayabilir diye, hegemonik kıskançlık ile ideolojik gerekçelerin birbirine karıştığı bir şüphecilikle bakıyorlardı. Gene de başlangıçta desteklediler, ama 1965 seçimlerinde kazandığı özgüven yüzünden artık kontrol edemeyeceklerini düşündükleri Aybar’la giderek karşıtlaştılar, kutuplaşma içine girdiler. Bu kutuplaşmanın gerekçesini de “sosyalist devrim–millî demokratik devrim” tartışması oluşturdu. Buna göre, TİP liderliği önce sosyalist devrim diyor; buna karşılık Komintern Marksizmi, Türkiye gibi “yarı-sömürge, yarı-feodal” ülkelerde (bu da aslında zaman aşımına uğramış bir diğer dogmatizmdi), önce emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı bir mücadele verilmesini ve zaferden sonra sosyalizm aşamasına yürünmesini öngörüyordu.
İtiraf etmeliyim ki 60’lar ve 70’lerde her iki tarafta büyük bir heyecan ve inanmışlıkla yaşanan bu polemikler, bugün Ortaçağ Hıristiyanlarını düşündüren meleklerin cinsiyeti sorunu (5) kadar uzak geliyor bana. Tarih Marksist reçetelere göre değil, kimsenin ummadığı, öngörmediği kıvrımlarla gelişti; bilmediğimiz, tanımadığımız dinamikler sahne aldı; ne sosyalist devrim, ne millî demokratik devrim gerçekleşti; sonuç, “sınıfsız toplum”a giden yoldaki alt-aşamalardan çok farklı oldu. Sadece şu noktanın altını çizeyim: Sathın altında, önce sosyalizm mi, önce millî demokratik devrim mi değildi mesele. Aslında devrim (yani şiddete dayalı devrim, yani ihtilâl) mi, barışçı demokratik siyaset mi tartışılıyordu. Çünkü Aybar’ın önce sosyalist devrim derken bütün kastettiği, TİP’in seçimle iktidara gelmesiydi. Seçimle iktidara geleceğiz ve Amerikan emperyalizmini ülkemizden öyle kovacağız diyordu. Leninizme uymayan ve Mihri Belli’yi kızdıran da buydu; “burjuva” parlamentarizmiydi. Bun karşılık illâ millî demokratik devrim derken, vurgu Marksist anlamda devrim (revolution), yani sınıfsal iktidarın şiddet yoluyla el değiştirmesi üzerindeydi. Dar anlamda bir halk devrimi de olabilirdi, Nâsırcı veya Baasçı Arap Sosyalizmi örneklerindeki gibi “ilerici” bir darbe de. Önemli olan, 1960’lar ve 70’lerde yaşanan millî kurtuluş mücadelelerine asimile edilebilir olması ve Amerikan emperyalizminin nüfuz alanından kopmaya yaramasıydı.
Evet, bu da üçüncü önemli noktaydı; uluslararası ortamdı ve genç Türk solcularının gelişen silâhlı mücadele hayranlığında çok belirleyici bir rol oynuyordu. 1960’larda bütün dünyada bir sol yükseliş yaşanmaktaydı. Bu da bizatihî sosyalizmin prestijinden değil, anti-emperyalizm dalgasının kabarmasından kaynaklanıyordu. Madalyonun bir yüzünde, Kruşçev (1953-1964) ve sonra Brejnev (1964-1982) dönemindeki Sovyetler grileşip donuklaşıyor; Macaristan’ı (1956) ve Çekoslovakya’yı (1968) işgal edip, Doğu Avrupa’yı zorla bir arada tutuyor; “anti-Sovyetizm” gerekçesiyle Boris Pasternak’ı 1958 Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddetmeye zorlarken, Sinyavsky-Daniel dâvâsıyla birlikte (1966) rejime aykırı düşen yazarları bundan böyle sırf entellektüel ürünlerinden ötürü suçlanıp yargılanabilir kılıyordu. Bunlar giderek belirginleşen bir inişin işaretleriydi.
Ama madalyonun diğer yüzünde, 1950’ler ve 60’lar büyük bir dekolonizasyon çağıydı. Eski sömürge imparatorluklarına mensup ülkelerin bir kısmı (aslında çoğu) barışçı denebilecek yollardan bağımsızlıklarına kavuşurken, Fransa’ya karşı Cezayir’de, gene Fransa’ya ve sonra ABD müdahalesine karşı Vietnam’da, Portekiz’e karşı Angola ve Mozambik’te süren silâhlı mücadeleler, 1959 Küba Devrimi’nin beklenmedik başarısıyla da birleşerek destansı boyutlara ulaştı. Ortalık millî/ulusal kurtuluş cephelerinden geçilmez oldu. Kâh İngilizce kâh Fransızca kısaltmalarıyla NLF’ler (National Liberation Front) veya FLN’ler (Front de Libération Nationale) her yerde örnek alındı, evrensel bir modele dönüştü, özellikle Küba ve Vietnam üzerinden (Che Guevara gibi kahramanların ve Régis Debray gibi yüzeysel yarı-teorisyenlerin de etkisiyle) bir “teknik” olarak gerilla savaşının yenilmezliği efsanesi doğdu.
İşte bu sonuncusu, çok kritik bir zihinsel sıçramaydı, feci bir yanılsamaydı ve nice kuşakların felâketi oldu. Türkiye’de, 1960’ların genç öğrencileri gözlerini siyasete açtı — ve ilk başta özetlediğim şiddet tuzağıyla karşılaştı. Üzerine, Eski Tüfekler dolayımıyla Komintern Marksizminin hegemonik teorisizmi bindi. Üzerine, bu anti-emperyalizm ve silâhlı mücadele umudu bindi. Barışçı olması gereken hak mitingleri ve protesto gösterileri, Ho Ho Ho Şi Min / İki, üç, daha fazla Vietnam / Ernesto’ya bin selâm tezahüratıyla inlemeye başladı. Devrimi çocuk oyuncağı zannettiler. Zannettik. “Burjuva iktidarları zaten artık her yerde çürük ve zayıftır. Hele azgelişmiş ülkelerde büsbütün böyledir. Dağa çıkar, yağmur ormanına girer, ücra köşelerde küçük bir gerilla foco’su kurarsın. Vur-kaç eylemlerine başlarsın. Seni takibe gelen askerî güçleri imha edersin. Devletin kofluğu ortaya çıkar. Yoksul köylüler etrafında toplanır. Şehirlere girer ve kazanırsın.” Böyle bir halksız gerillacılık hikâyesi kurgulandı. Marksist terimlerle konuşacaksak, uzun yıllar boyu sabırla kitle çalışması yapmanın yerini, doğrudan ve kestirmeden silâh aldı. Bakın en başa koyduğum armalara; dönemin en popüler sembolü AK-47 (kalaşnikov) oldu. Tupamarolar, Sandinistalar, Zapatistalar, Sendero Luminoso ve benzerleri, romantik savaş hayranlığını körükledi. FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü 1964, Yaser Arafat 1969), FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi 1967, George Habaş), FDHKC (Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi 1969, Naif Havatme), Filistin’in hemen tamamen solun dâvâsı olduğu bir dönemi simgeledi. Kır gerillası yetmedi; şehir gerillası da olabilir dendi. 1970’te İtalya’da Kızıl Tugaylar (Brigate Rosse) ve Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu (Rote Armee Fraktion; Baader-Meinhof Grubu), 1971’de Japon Kızıl Ordusu (Nihon Sekigun) ortaya çıktı. Bu genel furya içinde, Türkiye’de de aynı 1970 yılının Aralık ayı, biraz da birbirleriyle rekabet ve yarış içinde, bir yanda Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının THKO’sunun (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), diğer yanda Mahir Çayan ve arkadaşlarının THKP-C’sinin (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) kurulmasına tanık oldu. Sonraki onyıllarda Acilciler ve MLSPB gibi alt-hizipleri çıktı. Maocu akım ise TİİKP adıyla (Türkiye İhtilâlci İşçi-Köylü Partisi), kendi çılgın maceracılığında, görünüşte klasik Marksizmin “sınıf” ve “parti” kavramlarına formel açıdan daha sadık kaldı.
Böyle şablonlar dizildi peşpeşe. Ve sonrasında da hiçbiri kendini bu modelcilik, taklitçilik, kalıpçılık dogmatizminden kurtaramadı. Bıraktık, kendi ülkemizi, toplumumuzu tanıma çabasını. Bıraktık, sırf günlük hayatımızda edindiğimiz gözlem ve tecrübe birikimlerinin dahi bir parça üzerinde düşünmeyi, “somut şartların somut tahlili”ne hiç olmazsa buradan başlamayı. Teori tokuşturmaya kapandık. Şiddete dayalı devrim ve halk savaşı, tamam, elde var bir de, doğru halk savaşı nasıl olur acaba? Kübacı-Guevaracı mı olalım, Vietnamcı mı, Çaru Mazumdarcı mı? Ne gerillası; Türkiye’de olmaz bu; hem zaten şiddete dayalı devrim doğru mu bakalım – diyemedik hiçbir noktada. Kesin bir çizgi çekemedik, bütün bu saçmalıklarla aramıza. Yiğitliği çizdirmemek uğruna, fraksiyonlar-arası radikalizm yarışlarından kendimizi alamadık. Kimimiz kendimizi Nurhak’lara, kimimiz Kızıldere’lere, kimimiz Söke’lere vurduk.
Sonuç malûm. Türk solu 1971’de bir yenildi ve ezildi. 1980’de tekrar yenildi ve ezildi. Bitti. Bütün olumsuzlukları yeni gelişen Kürt hareketine miras kaldı.
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZ12 Mayıs, Bahçeli, mecburiyetler 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKYolsuzluklar, barış ve biz 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYOtoriterlikten Demokrasiye 12.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluBilek güreşi yoksa masayı mı kıracak? 28.04.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANRahip Brunson ve öğrenci Rümeysa 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYKopukluk ve “Anadolu Kırılması” 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan CEMALTerörsüz Türkiye! İyi güzel, peki ya demokratik Türkiye?.. 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARŞizofrenik yurttaşlık 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNTrump Küreselleşme Sürecini Geriye Döndürebilir mi? 13.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBoykot ve sokaklar neden bu kadar korkutuyor? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTCoğrafya kaderimizmiş… 23.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç, umut ve endişeler 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENÖcalan'ın ilk barış çağrısından 27 yıl sonra... 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezCumhur İttifakı'nın ‘muhalefeti dönüştürme görevi…’ 28.02.2025 Tüm Yazıları
-
Doğan AKINAhmet Sever: Eşsiz, kırgın, yalnız… 26.02.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNCHP’ye açılan soruşturmaların ortak hedefi Ekrem İmamoğlu 12.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
10.03.2025
8.03.2025
8.03.2025
6.03.2025
10.02.2025
29.01.2025
25.01.2025
16.01.2025
24.12.2024
20.11.2024