Halil BERKTAY

‘Küçük Baba’ ideolojisi
30.06.2011
4129

Aklım hâlâ Ataol Behramoğlu’nun gerçek dışı Nâzım Hikmet konuşmasında. Nasıl olur da, “Atatürk öldükten sonra” tutuklandı veya “Mustafa Kemal yaşasaydı hapse girmezdi” diyebilir ? Bir yanımla, hiç anlayamıyorum, bu kadar göz göre göre yalan söylemeyi.

Ama bir yanımla da, çok iyi anlıyorum. Bu “Atatürk bilseydi, görseydi” edebiyatı hayli yaygın ülkemizde. Kabaca ikiye ayrılıyor. Bir, Atatürk’ün canlanıp aramıza karışmasını ve kendilerinin “iyi” saydığı şeyleri yapmaya devam etmesini (Atatürkçülüğü sürdürmesini) özleyenler var. Bir de, Atatürk hayattayken eh, ufak tefek bazı “kötü” şeyler de olduğunu kabul ve fakat bunların Ulu Önder’in dışında, hattâ belki O’na rağmen yapıldığını iddia edenler. Kendi payıma, bunları sırasıyla “retrospektif kurtarıcı-icraatçı” ve “nostaljik aklayıcı”lar diye tarif ediyorum.

Elbette birincilere katıksız Atatürkçüler arasında, ikincilere ise daha çok sol-Kemalist çevrelerde rastlanıyor. İlk grup için aslında en iyi rehber, Sözcü gazetesinin 10 Kasım 2010 sayısı. Arşivden bulabilirsiniz; sekiz sütunluk “ATAM YAŞASAYDI” manşetinin altında, photo-shop’lanmış bir Atatürk’ün Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Kemal Kılıçdaroğlu ve Işık Koşaner’e talimatı; daha aşağıda “halkın” şikâyetleri yer alıyordu. Evet, çok kitsch, çok enfantildi kuşkusuz. Ama bu gazeteyi de alıp, hazır tam mevsimiyken, güneybatı kıyılarının seçkin tatil sitelerinde gezinerek etrafınıza bir bakın hele. Üç emekli albay, vali ve generalin biraraya geldiği her çardak altında, aynı “ah paşam ah, nedir bu memleketin hali; Atatürk asla bu mürtecilere izin vermezdi; üç beşini sallandıracaksın, bak ne oluyor” muhabbetine –özetle, daha fazla “devrimci” şiddet, daha fazla “inkılâpçı” diktatörlük talebine– kulak misafiri olabilirsiniz.

Ataol Behramoğlu’nu da içine alan ikinci kategoriye gelince; benim tarihçi olarak daha fazla ilgimi çekiyor doğrusu. Çünkü burada liderin yapması istenenler değil yapmadığına ve yapmayacağına inanılanlar; pozitif icraatı değil negatif (önleyici) rolü ön planda. Bunun da üç alt-varyantı sözkonusu. (a) Bazı şeyleri O’nun yaşam süresinde hiç olmamış saymak (örneğin Komünist tevkifatı, ya da Nâzım’ın tutuklanması gibi). (b) Benzer şeylerin Atatürk hayattayken, ancak onun arzusu hilâfına gerçekleştiğini öne sürmek (örneğin Dersim terörü gibi). (c) Erken ölmeseydi bu gibi “hatâ” veya “sapma”ların olmayacağını savunmak (inkılâpların yozlaşmasına izin vermeyeceği, tam bağımsız dış politika güdeceği, ülkeyi tekrar emperyalizme peşkeş çekmeyeceği, Nâzım’ı yıllarca hapiste çürütmeyeceği gibi).

Bu tür iddialarda bana ilginç gelen, bariz bilgisizlikleri, olgusal sakatlıkları, kolayca çürütülebilirlikleri, bazen de sınanması (ve yanlışlanması) olanaksız derecede spekülatif olmaları değil. Bu “nostaljik aklayıcılık”ların ardında, herşeyden önce politika ve devlet aygıtı hakkında derin bir kavrayışsızlık yatıyor. Satır aralarında, tarihi (koşullardan bağımsız olarak) kahramanların, herşeye kâdir büyük bireylerin yaptığına naif bir inanç yatıyor. Bütün “iyilik ve doğruluk”ların en tepedeki kişide, diktatörde, Führer’de, Duçe’de, genel başkan veya birinci sekreterde, hükümdarda, sultanda, “Tek Adam”da yoğunlaştığı; bütün “kötülük ve yanlışlık”ların ise altındakilerden, “çevre”sinden, ara kademelerdeki sıradan, vizyonsuz “küçük adam”lardan kaynaklandığı yolunda, köklü bir ideolojik saplantı yatıyor.

Asıl altını çizmek istediğim husus, bu yanılsamanın modernite öncesindeki kökeni ve oradan, “gecikmiş modernizasyon”lara sıçrayışı. Tarım ve köylü toplumları üzerinde yükselen hanedan devletlerinin merkezinde hükümdar (kral, imparator veya padişah) vardır. Bütün siyaset kültürü onun etrafında döner. Üstelik, bu pre-modern devletin topluma yukarıdan aşağı nüfuz derecesi ve kumanda kapasitesi zayıftır. Tebaasına çok uzak gözükür ve gerçekten öyledir de. Ortada olmayı değil, bir esrar ve debdebe perdesi ardında gizlenmeyi tercih eder. Kendi altını çok fazla göremez. Yönetmek adına, oldukça genel ve basit birtakım yasaklarla yetinir.

Bu objektif ve sübjektif koşullar bütünü, devlete aşağıdan, ünlü meseldeki kurbağa gibi “kuyunun dibi”nden bakan halkın, çok çok tepelerde, en üstteki kişiyi (hanedanın başını) idealize etmesinde kristalize olur. Rus Çarı köylülerin (“Büyük Baba” Tanrı’dan sonra gelen) “Küçük Baba”sıdır; daima iyi ve âdildir; ancak etrafındaki kötü danışman ve nâzırlar tarafından yanıltılmaktadır. Bu halkayı aşıp doğrudan Çara ulaşmak mümkün olsa, herşey hallolacaktır. İngiltere’deki büyük 1381 köylü ayaklanmasında da, serfliğin ilgası anlamında eşitlik ve özgürlük isteyen âsilerin, asla Kral Richard’ı değil, soylularla birlikte “habis müşavir”lerin “kötü politika”larını hedef aldığını görüyoruz (bkz. Rodney Hilton, Bond Men Made Free, Viking 1973, s. 225).

Gecikmiş/yetişmeci ulus-devletleşme süreçlerinde ortaya çıkan merkezîleştirici, hızlandırılmış modernizasyon rejimleri, işte bu pre-modern “Küçük Baba” ideolojisini devralıp yeni Tek Adam kültürlerine, “milletin babası” figürlerine aktarıyor. Bu mistifikasyon da hınk deyicileri olarak Behçet Kemal Çağlar ve Ataol Behramoğlu gibi “şair”leri yaratıyor.


 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar