Sezin ÖNEY

Sezin ÖNEY
Sezin ÖNEY
Tüm Yazıları
Kırılgan şeytanlar: ‘Carmen’i okumanın yolları
24.11.2011
3749

 Carmen Operası’nın Habanera aryasının müziği, birden odada patlıyor.

 

L’amour est un oiseau rebelle

que nul ne peut apprivoiser,

et c’est bien en vain qu’on l’appelle,

s’il lui convient de refuser.

(Aşk asi bir kuştur, kimse ehlileştiremez, çağırmak boşuna, gelmek işine gelmez)

 

L’amour est enfant de Bohême,

il n’a jamais, jamais connu de loi;

(...)

si je t’aime, prends garde à toi!

L’oiseau que tu croyais surprendre

battit de l’aile et s’envola...

l’amour est loin, tu peux l’attendre;

tu ne l’attends plus, il est là!

(Aşk bir Çingene çocuğudur, hiçbir zaman, asla kanun tanımaz. Eğer seni seversem, ayağını denk al! Yakaladığına inandığın kuş, uçup gidiverir... Beklersin uzakta durur, en beklemediğin zamanda da, işte karşında!)

Söyleyenin yorumuna göre, son derece etkileyici bir arya da olabilir, son derece de sıradan da...

Carmen’in hikâyesi malûm; fabrikada işçi olan Çingene Carmen, asker Don José’yi tam manasıyla yoldan çıkarır. Kanunu temsil eden asker, yasadışı bir kişiliğe dönüşüp kaçakçı olur. Carmen de gidip boğa güreşçisi Escamillo’yla onu aldatır. Don José’de, “Neden, neden; bunu bana nasıl yaparsın” bunalımı ve kıskançlık içinde Carmen’i öldürür; ardından da kendini...

Aslında, tam bir acılı adana, üçüncü sayfa haberi ile namus cinayeti arası bir hikâye...

O zaman Carmen’in etkileyici yanı ne?

Herhalde, Carmen karakterinin kendisi...

Çingene imgesinin çağrıştırdığı özgürlükten, yoksunluğuna rağmen ısrarla hayatın keyfini çıkarmaya odaklanmasından, ateşli ve başına buyruk, zaptedilemez tavırdan çok, bu yönlerinin yarattığı bireyselliği Carmen’i etkileyici kılan. Düzenin özgür olanı boğması Carmen ile Don José’nin öyküsünde karşımıza çıkan.


Carmen
 Operası, 1875’te ilk sergilendiğinde “ahlaksızlığı” nedeniyle neredeyse sahneden kaldırılıyordu. Zar zor birkaç ay oynandı. Bu arada bestecisi Georges Bizet de, kalp krizinden öldü.

Bizet’nin ölümünden kısa bir süre sonra, Carmen’i keşfeden, o dönemlerin Paris’ini muhafazakâr kılacak ölçüde, insan doğası hakkında kafası karışık bir başkent olan Viyana oldu.


Carmen
 Operası’nın doğumundan bir yüzyılı aşkın süre sonra, ‘model ülke’ Türkiye’nin de, önünde bireysellikle ilgili öğrenecek çok şey var.

İlginç bir şekilde, Türkiye’nin yakın tarihinde bireyselliğin tezahürü türbanıyla üniversiteye gitmeye, kamu hizmetine devam etmeye çalışan genç kadınlardı. Toplumun, çevrelerinin tüm baskısına rağmen başını açmamakta direnen kadınların bireyselliğinin öyküsü, çeşitli araştırmacılar tarafından gayet akademik, ‘bilimsel’ şekilde irdelendi.

Birçok çalışma arasından Elisabeth Özdalga’nın, Modern Türkiye’de Örtünme Sorunu: Resmi Laiklik ve Popüler İslam kitabı, “Binnaz”, “Leman”, “Nuran” isimleriyle karşımıza çıkan üç kadınla derinlemesine görüşmeler gerçekleştirilerek yazıldığı için bana özellikle ilginç gelmişti.

Dışarıdan bakınca toplumun derdi haline gelen, bir nevi çarmıha gerilen bir prototipin örnekleri olan bu kadınlar, avukatlık, öğretmenlik, akademisyenlik gibi meslekleriyle, türbanları nedeniyle diledikleri gibi, ‘sıradan’ biçimde uğraşamıyor, hayatlarının her alanında “boyun eğmeleri” için zorlanıyorlardı.

Dürüst biçimde bireysel tercihlerini yaşamak isteyen bu kadınlar, suyun üzerinde kalabilmek için, toplum ve en fazla da devlet tarafından, ikiyüzlülüğe zorlanıyordu. Yani, türbanla kamu hizmetine devam edebilmek veya okula gidebilmek için, “kulaklarını örtmesi gereklidir” gibi sahte doktor raporları almak gibi...

Bireyselliğinde ısrar eden, “Leman” kendisinden utanan kocasından boşanıyor, çocuğunu tek başına yetiştiriyor veya “Binnaz”, avukat olarak davalarına, başkasını ‘figüran’ olarak sokmaya çalışıyordu.

Toplum tarafından şeytanlaştırılan, üzerine tartışmalar yapılan, toplumsal nazarlarla kesilip biçilen bu kadınların aslında son derece kırılgan bir dünyası vardı.

Türban konusu, “muhafazakâr demokrat” olduğunu iddia eden bir parti olan AKP’nin, Türkiye tarihinde eşi görülmemiş bir halk desteği alarak seçilmesine rağmen neden hâlâ dürüstçe çözülmüyor?

Çünkü, türban sorununun aslında muhafazakârlıkla bir ilgisi yok. Bireysellikle, bireyin haklarıyla, özgürlüklerle alakası var.

O nedenle çözülebilmesi de, ciddi bir değişimi gerektiriyor.

Dersim’in de, ezkaza tartışmaya açılması, elbette Türkiye açısından büyük bir şans ama gözüken o ki, bu konu da sığ siyasi çekişmelere kurban verilen birçok ciddi meseleden biri olacak.

Neticede, Dersim’de devletin ezip geçtiği insanlar da, nizamı bozduğu varsayılanların, düzenin bekası adına yok edilmesi gerektiğini esas alan zihniyetin kurbanlarıydı.

Şimdi, 28 Şubat dönemi soruşturuluyorsa, bu, elbette olumlu bir gelişme. Ancak, gerçekten bu dönemle hesaplaşılabilmesi için, dönemin gerçek kurbanları olan türbanlı kadınlara haklarının verilmesi gerekiyor.

Keza, Dersim konusunda da, o parti bu parti, o siyasetçi bu politikacının değil, devletin hâlâ varlığını sürdüren bencil, ‘demir yumruklu’ ruhunun sorumlu olduğunun ayırdına varmak da....

Türkiye’nin insanları da, artık daha ‘insanca’, dürüst, kendi için değil onlar için var olan bir devletin, kendi hakkını değil onların hakkını gözettiği bir ortamda yaşamayı hak ediyorlar.


[email protected]

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar