Yasemin ÇONGAR
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYORadlı köşede yayımlanmıştır.
***
Her sabah mahmur zihnime nerede olduğunu hatırlatmak için önüne dikilip, dümdüz karşıya, boğazın geniş ağzına, adalara, görünmez güney denizlerinin başladığı o uzak ufka baktığım penceremde beyaz bir boşluk karşıladı beni bugün. Sis değil. Güneşi soğurup, suyu gümüşleyen kocaman bir kar bulutu. İçinde bir ışık çizgisi, bir martı kanadı aradım bir süre. Geçmeyen vapurlara kulak kesildim. Bacalar yerlerinde değildi; minareler, kubbeler kayıp. Bu boşluğun bir sınırı olmalıydı elbet, bir yerinde bir gölge, bir delik olmalıydı. Beni o beyazlığın içinden geçirip kendime getirecek bir ses tüneli. Yoktu. Uyumadan önce okuduğum kitap, “Evrende olması gereken yerde olmayan hiçbir şey yoktur” diyordu. Pencereden uzaklaştım.
Stefan Zweig, hayatının son yılında cehenneme gömülmüş bir kıtanın bağrında durup kendi gönüllü ölümüne hazırlanırken yazdığı son denemesinde dört asır öncesine dönmüş ve “En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir” diyen Montaigne’in ihtimamla kurup, inatla savunduğu iç kalesinde gezinmiş. Ahmet Cemal’in çevirisiyle ve Türkçede ilk kez bağımsız bir kitap olarak yayımlananMontaigne, Can Yayınları’nın bu beyaz şubata bir kar kristali gibi yakışan hediyesi.
Zweig, Michel Eyquem de Montaigne’in (1533-1592) iç kalesinde, Fransız Rönesansı’nın büyük ustasının kendi geçmişinden, hatta gününden ziyade, kelime kelime “deneyerek” aradığı, ararken bilmeden inşasına katıldığı bir geleceğe ait görünen kuvvetli bir özgürlük hissi buluyor. İnsanın, ısrarla“kendisinin sahibi” olmaya çalışmasıyla ve bu sayede de “sahici” kalmasıyla kıvamına kavuşan bir özgürlük bu. “Montaigne’in yapıtının bütünü içinde yalnızca tek bir formüle ve tek bir katı sava rastladım: ‘Dünyanın en önemli şeyi, insanın kendi kendisi olmayı bilmesidir.’”
Zweig’ın bütün biyografik denemelerinde olduğu gibi Montaigne’de de beni asıl etkileyen şeyin yazıyı belirleyen otobiyografik unsurlar olduğunu, Montaigne’in düşünceleri kadar, belki daha da fazla, Montaigne’in düşüncelerinin içinden görünen Zweig’ı okumayı sevdiğimi söyleyebilirim.“Montaigne’e göre, kendimizi ödünç verebiliriz; yapmamamız gerekense kendimizi adamamızdır” diyor Zweig, bu tavsiyeyi hepimizden ziyade kendisine hatırlatarak. “Şunu ya da bunu sevebiliriz; fakat kendimizin dışında hiçbir şeye ‘evlilik bağlarıyla’ bağlanmaya hakkımız yoktur” diyor Montaigne ve onu bize aktarmayı seçen Zweig, cümleyi hepimizden önce kendisinin kılıyor.
Birbirini bilen bilmeyen, birbirinin çağdaşı olan ya da aralarında çağlar olan yazarları birarada okumaktan, onların birbirleri hakkındaki ya da birbirleriyle tamamen ilgisiz görünseler bile birbirlerine dair gizli bir bilinç taşıyan kitaplarını aynı anda kucağımıza alıp karıştırmaktan daha güzel bir oyun, bizi içinde tutan zamana ve mekâna direnmeyi daha kolay kılan bir mucize var mı bilmiyorum. Dün gece Zweig’ın Montaigne’inde mola almadan önce, başka bir büyük yazarın yazarlarla ilişkisini okurken, bu mucizenin muhtemel alternatiflerini sordum kendime, “rüyalarımız”dedim, “sinema” dedim, “bir bedende kaybolmak” dedim, “sanal âlemde gezmek” dedim ve verdiğim hiçbir cevap beni tatmin etmedi. Sonra “yazmak” dedim. Kurtuluşun adını koymak kurtulmaya yetmiyor ama. Hem okumak daha kolay bazen; hapsolduğu zamandan ve mekândan yazarak kurtulanları okumak, yazarak kurtulmaktan daha kolay.
Bir romanın doğum gününü kutlarken
“Tam yüz elli yıl önce Fransız yayın dünyasında bir bomba patladı: Les Miserables (Sefiller), zamanının en büyük yazarı Victor Hugo’nun eserinin zirvesi. Dönemin gazeteleri ‘Ahlâksız,’ ‘devrim yanlısı,’ ‘skandal’ gibi manşetler attılar bu kitap için. Dönemin assolisti olan yazarlar da sessiz durmadılar: Baudelaire annesine mektubunda ‘İğrenç ve saçma bir kitap’ diye yazdı; Flaubert Correspondance’ında (Mektuplar) ‘Ne gerçek ne de yüce bir yanı var’ sözüyle aşağıladı romanı; ve asrın gidişatı konusunda kafası hep biraz bulanık olan Lamartine, ‘İki açıdan tehlikeli bir kitap; sadece mutluları çok korkuttuğu için değil, aynı zamanda mutsuzlara fazla ümit verdiği için de’ diyerek okudu onu.”
Sekiz yıldır Fransızca edebiyat dergisi Lire’in yayın yönetmenliğini yapan 1969 doğumlu gazeteci ve eleştirmen François Busnel, derginin şubat sayısındaki başyazısına bu paragrafla giriyor. Lire, Hugo’yu ilk kez 8 Mart 1862’de yayımlanan ölümsüz eseri Sefiller’in yüz ellinci doğum günü nedeniyle kapağına taşıyarak, genişçe bir dosyada Fransız Romantizminin başyapıtını ve yazarını anlayıp anlatmaya çalışmış. Derginin, “Hugo ve seks,” “Tam sol yap,” “Tanrı ve Victor Hugo,” “Filozof Hugo,” “Kitapsever Hugo” “Hugo ve canavarlık” gibi başlıklar altında topladığı, farklı yazarların imzasını taşıyan kısa, sakin ve doğrusu çoğu fazla derine inmeyen makalelerini okurken, kafanızdaki Victor Hugo (1802-1885) portresine bir iki çizgi ekleniyor, portrenin bazı tonları biraz daha vurgulu, bazıları daha silik bir hal alıyor ister istemez:
Bütün kiliseleri reddederken yüzünü ısrarla Tanrı’ya dönen, sağın kucağında doğup solun yıldızı haline gelen, Freud’un deyişiyle “narsisist” kadınların “narsisist” âşığı olmakla yetinmeyip, cinselliği sürekli ayakta bir “modern Priapus” misali karşısına çıkan herkesi dölleyerek yoluna devam eden bir Hugo bu… Nietzsche’nin onu, “Düşünür olarak kabul edilmek istiyordu ama bu hırsını gerçekleştirmesinin önüne bir engel çıktı: Düşüncesi yoktu” diye bir kalemde silmesine rağmen, şiirleri ve denemeleri kadar romanlarında ve piyeslerinde de, Tanrı gibi, şer gibi, ölüm gibi, hak ve ahlâk, tarih ve ilerleme, kader ve özgürlük gibi temalar üzerine ısrarla düşünen bir Hugo.Sefiller’in ikinci kitabında, ekmek çalıp hapse girişinden on dokuz yıl sonra nihayet serbest kalan Jean Valjean’ın, sabıka belgesi olarak her yerde göstermek zorunda olduğu “sarı kimliğin”boyunduruğundan nasıl kurtulacağı okur için henüz bir sırken, “Deniz, düzenin dışladıklarını attığı gaddar gecedir. Deniz sonsuz sefalettir. Bu uçurumda kaybolan ruh, bir ceset haline gelir, onu tekrar kim diriltecek” sorusunu ortaya atan Hugo. Ve hacmi bin beş yüz sayfaya erişen, dile kolay 513 bin kelimelik bu dev romanın dokuzuncu kitabının sonunu sabırla getirenlerin gayet iyi bildikleri üzere, sorunun cevabını, bugüne dek anlatılmış en romantik serüvenlerden birinin içinden geçerken kendi kendini dirilterek veren Jean Valjean’a son nefesinde“Ölmek önemli değil, hayat korkunç” dedirten Hugo.
Değişmeyen özün değişken halleri
Lire’in, Victor Hugo’yu ve hakkında yazılanları daha önce okumuş olanlar için pek yeni bir şey söylemeyen özel dosyasında benim en çok ilgimi çeken ve bu konuda başka yazıların da peşine düşmeme neden olan şey, on dokuzuncu asrın Nietszche gibi, Flaubert gibi müşkülpesent mihenk taşlarının Hugo’nun fikrinin ve zikrinin cevherini kendilerince test edişleriydi. Geceyi, çağdaşı yazar ve düşünürlerle Hugo’nun ilişkilerini, araya Zweig’ın Montaigne’inden parçalar da atarak okumakla geçirdim, ve doğrusu, Hugo ile Balzac, Hugo ile Dumas, Hugo ile Rimbaud, Hugo ile Musset derken, yaratıcı aklın rekabetini, kibrini, kıskançlığını kadirbilirliğini ayrı ayrı yansıtan nice diyalogun içinden, yine Zweig’ın, denemenin kurucu babasından büyük bir şefkatle süzerek söylediği tek bir cümle kaldı geriye: “Oysa insani öz, hiçbir zaman değişmez.”
Ama bu değişmeyen özün değişken hallerine, farklı zamanlardaki farklı tezahürlerine bakmaktan daha zevkli ne olabilir? Hayatın bitmek bilmez cilvelerinin, çelişkilerinin ortasında yalnız başına dururken, kendi içine kıvrılıp büzüşmeye pek meyyal olan hepimiz gibi bir insanın, birdenbire bir başkasının aynasında kendini gördüğünde şekilden şekle girip değişerek doğrulmasını, büyümesini, yürümesini izlemediniz mi hiç? İnsanı insanda izlemek bu kadar zevkli olmasa, edebiyat diye bir şey olur muydu dersiniz?
Birbirlerini överken kolladılar
Hayatını bu zevki çoğaltmaya adayanlardan biri, Hugo’nun “İnsanlık Komedyası’nın cesur mimarı” diye seslenmeyi sevdiği Honoré de Balzac (1799-1850), kırk yedi yılı Hugo’nunkiyle kesişen ömründe, hem rakibi hem hayranı olduğu yazar için söz söyleme fırsatını, şiirleri, piyesleri ve Notre Dame de Paris (Notre Dame’ın Kamburu) gibi romanları vesilesiyle hep kullanmıştı.
Biz daha ziyade Hugo’nun, Balzac’ın cenazesinde yaptığı konuşmayı biliriz: “Beyler, Balzac ismi çağımızın geleceğe bırakacağı aydınlık izin bir parçası olacaktır… Balzac en büyükler arasında birincilerden, en iyiler arasında en yüksektekilerden biridir.” Ama Balzac’ın Madame Hanska’ya yazdığı bir mektupta, “Hugo’da şiir olduğu kadar ruh da var” dediğini, 1842 tarihli Illusions perdues (Kayıp Hayaller) romanını Hugo’ya ithaf ettiğini ve bir piyesini (Hernani) kıyasıya eleştirmekten çekinmediği yazarın, birkaç yıl sonra bir başka piyesini (Les Burgraves/Derebeyler) göklere çıkardığını bilmeyenlerimiz vardır.
Buna karşılık, Balzac’ın piyesi Vautrin, 1840’ta yasaklandığında Hugo’nun kazan kaldırdığı da pek bilinmez. Hugo, başarısı kadar, başarısının ardındaki dehayı ve disiplini de hayranlıkla fark ettiği Balzac’ın hakkını, onu mezarı başında “büyük şair” olarak uğurlamasından çok önce teslim etmişti; Balzac’ın pırıltısından ürkmeyen, onun çok yazıp çok okunmasını –belli ki kendi yazarlığına ve okunurluğuna duyduğu güvenle– kıskanıp küçümsemeyen nadir çağdaşlarından biriydi Hugo; Balzac, Fransız yazarlarının panteonu L’Academie Française’e üye olmaya heves edince, onun kabul edilmesini hakikaten destekleyen tek yazar, kendisi de ancak üç denemeden sonra akademiye girebilen Hugo oldu. Ve Hugo, Les Rayons et Les Ombres (Işıklar ve Gölgeler) adlı şiir kitabını 1840’ta bastırdığında,
“Monsieur Hugo, yirminci asrın tartışmasız en büyük şairidir” cümlesi Balzac’ın kaleminden çıktı.
Balzac’la Hugo’nun bütün bu karşılıklı övgülerle birbirlerini ele güne karşı kollarken, bir bakıma kendilerini de birbirlerinden koruduğunu düşünüyorsunuz okurken. Aralarındaki asıl rekabetin ise, yaratıcı zekânın, yazarlık yeteneğinin, edebiyat sevgisinin, hatta ölümsüzlük azminin dışında bir yerde, maharetlerinden ziyade enerjileriyle, tükenmek bilmeyen yazma hırslarıyla belirlendiğini, Lire’de Busnel’in “Sefiller bugün kimdir” sorusuna cevap aradığı yazıda kavradım ben. Fransa’nın tarihinde birçok “çok yetenekli, çok büyük” yazar olduğunu hatırlatan Busnel, “ama hiçbirinde bir Victor Hugo’nun hırsı yoktu” deyiveriyor, “burada yetenekten söz etmiyoruz ki bu bir beğeni meselesidir, burada hırstan söz ediyoruz ki bu da nesnel bir olgudur.”
Busnel’e göre, “belki de ilk kez açık bir dille, popüler bir dille yazılmış, toplumun en alt katmanlarına kadar inen bir büyük Fransız romanı” diye özetlenebilecek olan Sefiller, Hugo’nun rakipsiz hırsının en büyük delili. Yüz elli yıllık ömründe, Jean Valjean’ı, polis müfettişi Javert’i, Fantine’i, Fantine’in yoksullukla örselenmiş çocuğu, sonradan Valjean onu evlat edinince bir manastırda yetişip, güzeller güzeli bir kadına dönüşen Cosette’i ve tabii Paris’te devrimin barikatlarında ölen küçük Gavroche’u sadece Fransa’da değil, dünyanın dört yanında evlere, okullara sokmayı, ailelere malederek, adeta folklorik birer karaktere dönüştürmeyi başaran bu romanın, onu zamanında “basit” diye, “ahlâksız” diye, “karikatürize” diye aşağılayan nice yazarın belki göremediği, belki de görmek istemediği gücü bugün artık pek tartışılmıyor hakikaten. Hugo’nun, Lamartine’in ağır eleştirisine niye “kuğu ısırığı” diye omuz silktiğini anlayabiliyor insan.
Lire’in Hugo dosyasını kapatırken, Balzac’ın ömrü Sefiller’in basıldığını görmeye, bu romanı okumaya vefa etse acaba ne hisseder ve ne derdi diye düşündüm. Acaba yayınlandığında Fransız edebiyat elitinin dudak büktüğü Sefiller’in kalıcı gücünü Balzac da görür müydü? Ve o güç, onu İnsanlık Komedyası’nı daha da büyük bir hırsla, hacmi ve iddiasıyla daha da büyük romanlarla genişletmeye kışkırtır mıydı? Sanırım, evet. Çünkü Balzac da, tıpkı Hugo gibi ve tıpkı Zweig’ın Montaigne için söylediği gibi, “içimizdeki insanı güçlendirenlerden, sahip bulunduğumuz ve asla yitirilemeyecek tek şeyden, kendi ‘ben’imizden vazgeçmememiz konusunda bizi uyaranlardan” biridir. O ‘ben’e sahip çıkma kararlılığından daha büyük bir hırs var mı? İç kalesini bu hırsla ve herkese karşı savunan bir insanın elde edebileceğinden daha gerçek bir özgürlük var mı?
Yazarlar
-
Fehmi KORU3809 sayfa ve temel çelişki 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNEmeğin Sosyolojisi ve Kapitalizmin Geleceği: Marx vs. Marx 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEAhtapotun kolları 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANMahkemeye düşmüş siyaset 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKRus cinleri imana nasıl hizmet etti? Tuhaf bir Soğuk Savaş hikâyesi 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENBölgede Trump operasyonu sürüyor 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolYenilikçi bir İslam düşünürü Gannuşi 16.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluÇözüm sürecinin CHP’si daha merkezde 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURAK Parti üzerine doktora yapmış bir CHP lideri…. 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUÖzel ve CHP’ye dair son gözlemler 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerPATRON KİM? 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuSuriye’de ‘altın oran’ nedir? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZBir iddianameden fazlası: CHP’yi dizayn girişimi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRBakın Şahan'ı şikayet eden kimmiş? Her balkona havuz yapan müteahhit savcıya koştu! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİmamoğlu'na istenen 23 asırlık tarihi ceza: Roma İmparatorluğu kurulduğunda hapse girseydi hala ceza 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİÖzgür Özel'le kahvaltı: CHP nereye böyle? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİddianamenin ruhu siyasi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDEN"Arananlar" zulmü ne zaman son bulacak? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçCHP hakkında kapatma davası açılır mı? Yok artık, daha neler! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİKemalizm’in dindarlarca rehabilitasyonu 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciBir iddia-nağme 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBelediyenin açıklaması gerçekleri gizliyor mu? 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERDemokrat Kral’ın anıları 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNYerel yönetimlerle işbirliği kültür politikası için hayati 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBir “yalanlama” yalanı: CHP üyeliği ve Kanada’ya iltica meselesinde gerçekler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraMemnuniyetsizler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZÇÖZÜM SÜRECİ KOMİSYON VE EKMEN 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYeşil sarıklı hocalar bize böyle anlatmamışlardı 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünBaşarılı bir diplomasi örneği… 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAEnternasyonalizm ve Demokratik Toplum Çağrısı... 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalSosyalist yükseliş dağınık ama yine de oligarşiye bir darbe 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUKürtler davete icabet ediyorlar 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞİŞ CİNAYETLERİ VE CİNAYET EKONOMİSİ… 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRHSK neden suskun? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRAK Parti’nin 23 yılı: Kitle partisinden devlet partisine, siyaset dilinden güvenlik diline bir dönüş 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasDüşmanımız kimdir bizim? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞÖcalan 70’lerde mi kalmış? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNAkdeniz’den Hazar’a hizalananlar ve Colani’nin Beyaz Saray günü 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilModernlik, gelenek ve Türkiye’nin zihinsel coğrafyası 9.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTZohran Mamdani Türkiye’de neye denk düşer? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanEğer tuz da koktuysa ne yapmalı? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİKeşke… 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞSelahattin Demirtaş’ın yazısı, zihnimiz ve zihniyet labirenti 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezMor-yeşil ekonomi: Ara dönem fırsat yaratabilir 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Selva DemiralpFiyat istikrarı mı, finansal istikrar mı? 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselVahim bir gelişme: İşgücü piyasasında daralma 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Necati KUR3 MART 1924 YASALARI 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayTrump, Fed ve para politikası: Sol, merkez bankası konusunda neyi savunmalı? 2.11.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRSÜREÇ VE "DİLİN KEMİĞİ"! 31.10.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMenzile doğru bir adım daha 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKDünyanın araf dönemine denk gelen Türkiye’nin çözümü 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (3) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİki din, iki tanrı tasavvuru 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENAK Parti 2.0’a Hazır Mıyız? 17.10.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYBaşkalarının acısı… 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezGüvenli Liman: Altın ve Gümüş 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMAN‘Parlak gelecek’ ve sol gelecek... 12.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaSüreç yönetmenin sorumluluğu 11.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğluİnsanların devletlerle savaşı 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarSosyal medya çürümüşlüğü 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKTrump’ın dünyasına hoşgeldiniz… 3.10.2025 Tüm Yazıları
-
nevzat cingirtNeden Yazmıyorsun? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunYazmak, ciddi bir iştir 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANAlev rengi hüznüyle sonbahar… 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNÖcalan, Erdoğan’a “Seni yine başkan yaptırırız” sözü mü veriyor? 11.09.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPalantir ve "Tech. Republic" 7.09.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKENBarışı dilerken 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYKüresel Güney Neden Çin’den Vazgeçmiyor 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANTürkiye’de ve Yunanistan’da Aleviler – Yeni Bir Tablo 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEMete Tunçay 25.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANÇÖZÜM NASIL GELİR! 20.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYPutin, Trump’ı parmağında oynatmaya devam ediyor 17.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARSorumluktan kaçmak umuttan kaçmaktır 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakKadife eldiven zamanı 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞZora girmiş bir anlatı: “ABD emperyalizminin değişmez stratejik hedefi bağımsız Kürt devleti” 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKEzberler bozulurken mağduriyetler de son bulmalı 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYAnkara, CHP, Çözüm Süreci ve Şam Arasındaki Tıkanıklık: 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç ve Suriye denklemi 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMAcaba Kürt sorununun önündeki engel “Atatürk miti” mi? 14.07.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Münir AKTOLGABATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... 16.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cenk DoğanÜRETİCİLERE İLK OLARAK KOOPERATİF LAZIM 4.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cevat KORKMAZFiller ve Çimen... 22.11.2024 Tüm Yazıları
-
Tuncer KÖSEOĞLUTamirhanelere giden toplar… 4.11.2024 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜRDevletin Muhteşem Örgütlenmesi: 6-7 Eylül 1955 Pogromu 9.09.2024 Tüm Yazıları








































































































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
5.12.2013
24.09.2013
27.07.2013
29.05.2013
1.04.2013
8.12.2012
1.12.2012
17.11.2012
10.11.2012
3.11.2012