Akın ÖZÇER

Akın ÖZÇER
Akın ÖZÇER
Tüm Yazıları
Yasama dokunulmazlığı ve ifade özgürlüğü (3)
18.12.2012
2817

 Konuyla ilgili yazılarımda özetle, Türkiye’nin ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanında, AK (Avrupa Konseyi) ve AİHM ölçütlerini (Venedik ölçütleri) karşılamadığını vurgulamıştım. Bu bağlamda özgürlük kapsamında olması gerekirken suç teşkil eden hususlarda yasama dokunulmazlığının da ortadan kalktığına (Anayasa’nın 83. maddesinde 14. Madde’ye yapılan atıf) işaret etmiştim. HADEP kararını örnek göstererek AİHM’in bu alandaki içtihadına uyum sağlamadan, Kürt partileriyle ilgili davaları, terör örgütüyle ilinti ölçütüne karşın, kazanmanın neredeyse imkânsız olduğuna dikkat çekmiştim.

Venedik ölçütlerini alakart uygulamanın, yani ifade özgürlüğü ölçütüne uymayıp, terörle ilinti ölçütünü kullanmanın kabul edilebilir bir tarafı yok elbette. Kürt siyasetçilerin ve partilerinin AİHM’e olası başvurularının, Batasuna’nın İspanya’ya karşı yaptığı başvuru gibi geri çevrilebilmesi için, şiddet ve terörle ilintili olmayan her düşüncenin, devletin milleti ve ülkesiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olanlar dâhil, serbestçe dile getirilmesine cevaz veren bir anayasaya sahip olmak şart. Bu da, Anayasa’nın değiştirilemez 3. maddesinde yer alan “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” kavramının, “toprak bütünlüğü ve ulusun birliği” dışında anlam yüklenemeyecek netlikte yeniden yazılmasını ve bunu yaparken “eylem” ile “söylem” ayrımının vurgulanmasını gerektiriyor. Başka bir deyişle, Türkiye’nin Venedik ölçütlerini karşılaması ve AİHM’de dava kazanması yeni bir anayasa yapmasına bağlı bulunuyor.

Ne var ki bu konuda toplumda henüz uzlaşma sağlanabilmiş değil, zira atanmış ve seçilmişiyle siyasetçiler yıllardır bunun tam tersini yapmakta inat ediyor. 90’lı yılların ikinci yarısında dönemin hâkim zihniyeti Başbakan Çiller’in telaffuz ettiği “Bask modeli” sözünü sanki “ağzına tıkamak” için sihirli bir “çifte standart” formülü bulmuştu: İspanya’daki bazı gelişmeleri örnek göstererek “Avrupa Türkiye’ye çifte standart uyguluyor” diye ortalığı ayağa kaldırmak. O dönemde İspanya’da ETA’nın videokasetini TV propaganda kuşağında yayınlatan Herri Batasuna Başkanlık Divanı’na dava açılmış ve özerk parlamentolara üye olanlar dâhil yöneticileri tutuklu yargılanmıştı. Orada özerklik sistemine dayalı demokratik bir anayasa varmış ya da bağımsızlık dâhil her türlü fikrin açıklanması serbestmiş, hatta ayrılıkçı partiler özerk hükümetlerde iktidar oluyormuş olsun, varsın dendi ve Türkiye uzunca bir süre bu yanlış argümanı kullandı. Hâl böyle olunca darbe ürünü Anayasa demokratikleştirilmedi, hafif bir makyajla idare edildi.

Bu gidişatı durduran Helsinki Zirvesi oldu. Üyelik süreciyle birlikte demokratikleşmenin yolu açıldı ama süreç olabildiğince tıkanmaya çalışıldı. Önce dönemin merhum başbakanı “AB’ye uyum için bir iki yasa değişikliği yeter” gibi bürokratları bile güldüren bir argümanla ikna edildi. İktidara AK Parti gelince meydanlara inildi ve bir yandan “şeriat geliyor”, öte yandan “AB Türkiye’yi bölmek istiyor” nutukları atıldı. Darbe yapılacaktı ama olmadı, AK Parti kapatılacaktı ama hesap tutmadı. Aksine AK Parti iktidara iyice yerleştiği gibi, hâkim zihniyetin ileri gelenleri de Ergenekon davaları sürecinde sanık oldu. Peki, ama bütün bunlardan statükonun artık kaybettiği, değişimin kazandığı sonucu çıkarılabilir mi?


Bilmem ama bu alanda ne kadar önemli mesafe kaydedilmiş olursa olsun, bugün Meclis’te yeni anayasa çalışmaları yürümüyor, yargıda ifade özgürlüğü alanı hâlâ sorunlu görünüyor, BDP’lilerin tartışılan dokunulmazlıkları kaldırılırsa Türkiye’nin
AİHM’de yine mahkûm olma olasılığı bulunuyor.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar