Berin UYAR

Berin UYAR
Berin UYAR
Tüm Yazıları
AYDIN ABİMİ YAZMAK İSTİYORUM, DURMADAN HEM DE... (2)
4.01.2016
2111

 Evet, Aydın Abim bu akşam buz gibi sorgu odasında ya da hücrede üçüncü gecesini geçiriyor. Aklım onda ve onunla birlikte gözaltına alınan diğer gazetecilerde. Dün, Oya Hoca ile konuştum, sıcak tutacak giysiler ve ilaçlarını götüreceğim dedi. Akşam bir arkadaşım aradı, Ulüm Tiyatrosu’ndan, Atilla. O da konuşmuş. Götürülenleri teslim almış polis. İnşallah insaflı insanlardır da zamanında verirler.

Gece onunla uğraştım. Hani uyursunuz da hep uyanıkmış gibi hisle dolusunuzdur ya, öyle bir geceydi. Aydın Abimle ben karanlık bir yerde arkamızdaki kişilerden kaçıyoruz. Ağaçların arkasında saklanıyoruz. Benim elimde bir torba var. Sıcak, elimde tutamıyorum bir türlü. Bir yerlere saklamaya, gömmeye çalışıyorum. Ya ucu dışarda kalıyor ya da sakladığım yerden duman tütüyor. Alıp torbayı tekrar kaçıyorum. Torbada Ertan’ın sıcak külleri ve tam olarak kül haline gelmemiş kemikleri var.

Aklım Aydın Abimde dedim ya, bir taraftan da ortak anılarda dolaşıp duruyorum. Aslında anlatmak istediklerim ve anımsadıklarım’ ilk aklıma gelenlerse hep komik şeyler. Şimdi adamcağız orada baskı altındayken, benim bunları yazmam ne kadar uygun düşüyor bilmiyorum. Bana kızan da vardır mutlaka ama kızmayın. Ben Aydın Abimin politik ve aydın duruşunu sevdiğim kadar bu komik hikayeleri de seviyorum.

Aydın Abimi düşününce elbette önce aklıma Ertan’la birlikte geliyor. Çok iyi arkadaştılar. Senelerce birlikte çalıştılar, aynı evi, aynı mekanları, aynı uğraşları paylaştılar. Ben de onları tanıdıktan sonra katıldım bu kervana kısmen. Hayatımın en güzel, en eğlenceli ve üretken dönemiydi. Demiştim ya önceki yazımda, sendika ve bazı kurumlara broşürler, dergiler ve hatta tanıtımlar hazırlıyorduk. İşimiz bitmiyordu bir türlü. Aydın Abinin evine bir tezgah kurmuştuk. Elektrikli bir daktilo makinesi. O zaman için lüks bir araç. Derginin yazılarını diziyoruz orada. Aşağıda anlatmaya çalışacağım teknolojiyi, bilgisayar ve akıllı telefonla doğmuş gençler hiç anlamayacak ancak hayal güçleri kuvvetliyse gözlerinde canlandırabilecekler. Benim kuşağım ise leb demeden leblebiyi anlayacak ve o günleri anımsayacak tabii ki.

Dergi çıkarıyoruz ya, yazıları yazdıktan sonra baskıya da hazırlamamız lazım. Ofset baskı yapılıyor. Yani Tipo baskı sona ermiş gibi. Artık kimse dizgiyi kurşun hurufatla yapmıyor. Ofset yeni bir teknik. Film kullanılıyor ön hazırlıkta. Baskı ise ışığa ve kimyaya duyarlı ince kalıplarla.

Bizim de, yani Aydın Abi ve Ertan’ın da, bu teknik işleri yürüttükleri bir yerimiz var. Sen Ofset. Cağaloğlu’nda, kule gibi bir bina. Dik merdivelerden yukarı çıkıyorsun büroya giriyorsun. Masalar, daktilolar ve ışıklı montaj masaları. Alt katta bir ofset baskı makinesi. Yanlış anımsamıyorsam 70/100 baskı yapabiliyor. Makine, işsiz kalmış bir işçi olan Salim Usta’ya emanet. Bazı sabahlar geldiğimizde Salim Usta’yı baskı sırasında hatalı çıkan, odayı silme doldurmuş kağıt arasına gömülmüş uyurken buluyoruz, bazen de bulamayıp sesleniyoruz. Odanın bir köşesinden kağıtların arasından bileğine kadar boyaya batmış elini çıkarıyor.

Gelenimiz gidenimiz hiç bitmiyor. Orada o kadar çok insan tanıdım ki. Akşama kadar çalışıyor, sonra iş yetişmemişse Aydın Abi’nin Sainte Pulchérie Lisesi’nin karşısındaki evine gidiyor, çalışmaya devam ediyoruz. Giderken Karaköy’deki balıkçılardan balık ve salata malzemesi alıyoruz genellikle. Ya da Aydın Abim, annesi Adalet Hanım’dan öğrendiği meşhur Ödemiş Köftesini yapıyor. Nasıl yapıyordu bu köfteyi unuttum ama, önüne önlük bağladığını, mutfağı harabeye çevirdiğimizi ve sonunda o muhteşem köftenin yağına koca koca ekmek dilimlerini batırıp afiyetle yediğimizi hiç unutmuyorum. Tabii bu şahane köfte sadece ve sadece, Aydın Abinin kilo almasına neden olan beslenme biçimine kızan Oya Hoca’nın evde olmadığı zamanlarda yapılıyor.

Sonra herkes bir masaya oturup çalışmaya başlıyor. Aydın Abim ve Ertan takır takır yazıyorlar, İki parmakla on parmak hızında. Ben de elektrikli daktilo ile diziyorum. Dizmek ne demek? Yani yazıları daha önceden çizilmiş mizanpaja (sayfa düzeni) uygun ölçülerde mimarların kullandığı aydınger kağıt üzerine yazıyorum. (Bu teknikle film masrafından kurtuluyoruz) Yazıların koyu olması ve kağıdın film gibi kullanılabilmesi için, aydıngerin altına bir siyah kopya kağıdını, ilaçlı kısmı aydıngere çıkacak şekilde ters olarak koyuyorum. Böylece hem daktilonun şeridi hem de karbon kağıdının siyahı ile yazılar, ışığı geçirmeyecek bir koyuluğa ulaşıyor. Başlıkları da letraset ile diziyoruz. En çok kullanılan harfler bitince diğerlerini ameliyatla eksik harflere dönüştürüyoruz. İnce işçilik.

İşimiz son vapura kadar bitmişse ben kalkıp babaannemin Moda’daki evine gidiyorum. Çok gecikmişsek orada kalıyorum. Babaannem Aydın Abi ve Ertan’ı benim patronlarım olarak tanıyor. Anlayamadığı şey, bu kadar çok çalışıp ondan neden hala harçlık aldığım. Bilmiyor ki, “patronlarım” hafta başında bana verdikleri harçlığı hafta sonunda benden borç olarak geri alıyorlar.  Hep borçlu yaşıyoruz ama düşüncelerimiz doğrultusunda bir işe yarıyoruz. Güzel bir duygu işe yaramak, yaradığını hissetmek ve bunun için fedakarlık yapmak. Bir amaç uğruna yaşamak.

“Bu patronlarını tanımak istiyorum” dedi babaannem bana bir gün. “Ne o öyle seni bu vakitlere kadar çalıştıryorlar”. Ertesi gün bu durumu anlattım bizimkilere. Aydın Abim, “Ne var kızım, gelir tanışırız” dedi. Bir kaç gün sonra geldiler de. Ellerinde kocaman bir demet çiçek. O yıllarda deri ceket modaydı. Babaannemi etkileyecekler ya, çekmişler deri ceketlerini üstlerine geldiler. Ertan’da kareli, Aydın Abimde beyaz gömlek. Uzun uzun oturdular. Babaannem yaptığı yufkalı pilavı badavaya yedirmedi onlara. Malum sorularıyla serseme çevirdi. Ne iş yaparsınız, nerede oturursunuz, ne yer ne içersiniz, hangi gazeteyi okursunuz, (Babaannem Cumhuriyet okurdu hergün), kaç işçiniz var, neden normal insanlar gibi sabah sekiz akşam altı mesaisi yapmıyorsunuz?... gibi sorularla bayılttı bizimkileri. Neyse tanışma faslı başarıyla bitti. Bunlar kalktılar, babaannemin elini öpüp gittiler. Babaannem pencereden sarkarak onları yolcu etti, uzun uzun baktı arkalarından ve sonra bana dönüp, “Berin, nereden buldun bu şoför kılıklı patronları? Ne dediklerini de anlamadım zaten, bıyıklarının altından konuşuyorlar, kulaklarım da duymuyor” demez mi. Babaannem onları sevmiş ama kılıklarını beğenmemişti. Öyle ya, patron dediğin kelli felli, takım elbiseli, kravatlı olurdu. Sonra benim onlarla ne kadar mutlu olduğumu görünce beni rahat bıraktı.

Şimdi bunları yazarken baktım, Almanya saatiyle dört. Türkiye’de altı. Aydın Abimi kaldırmışlardır çoktan. Acaba kahvaltı yapabiliyor mu? Dışardan yiyecek mi aldırıyor yoksa polis, karavana falan gibi birşey veriyor mu? İlaç altlığı olarak bir şeyler yiyebiliyor mu? Gece hava çok soğuktu, kaldığı yer ısıtılıyor mudur, üşümüş müdür ki? Aklımda bu sorularla uyumaya çalışacağım. Umudum bu beş günlük gözaltı süresinin sonunda serbest bırakılmasında. (Berin Uyar 3 Kasım 2016)

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar