Mehmet YILDIZ
Yıllar önceydi, “klasik ve modern sosyolojik teoriler” dersini veren hocamız Karl Marx, Auguste Comte, Herbert Spencer, Emile Durkheim, Max Weber, Georg Simmel, Vilfredo Pareto, Herbert Mead vb. gibi sosyologların çalışmaları hakkında ders kitaplarında yazılanlarla yetinmememiz gerektiğini ve mutlaka yazarların orijinal eserlerini de okumamız gerektiğini söylediğinde, bir öğrenci “primary works” ile tam olarak neyi kastettiğini sordu.
“Yanında oturan arkadaşına sor, arkadaşınız bu eserlerin neler olduğunu çok iyi biliyor” deyince şaşırmıştım. Hocamız Karl Marx’ın “toplumsal evrim teorisi”ni eleştirdiğim bir makalede kullandığım kaynaklar nedeniyle bunu söylüyordu.
Söz konusu genç öğrenci dersten sonra yanıma gelerek bu bilgi birikimini neye borçlu olduğumu sorunca, “20 yıl boyunca Marksistlik yaptıktan sonra Marx’ın teorisini eleştiren bir makale yazmıştım, hoca o nedenle bunu söylemiş olmalı” dedim. Genç çocuk bana acıyan gözlerle bakarak, “Marksizmi anlayabilmen için ömrünün 20 yılını vermen mi gerekiyordu?” dedi.
Hollandalı genç öğrenciye ömrümün 20 yıllını Marx’ı anlamaya adamadığımı, o zamanlar bizde teorisiz devrimci olmak gibi güçlü bir isteğin oluştuğunu, bunun esas olduğunu, devrimci olduktan sonra da fikri manada bir şeyci olmanın adetten olduğunu, grup tercihinin ideolojik boyutunun trajikomik olduğunu anlatmaya hiç tevessül etmedim. Beni anlayamayacağına inanıyordum.
Karl Marx’ın ömrü feci bir yoksulluk içinde geçti ve Karl Marx proletaryanın fiili ve gelecekteki yoksulluğu üzerine çok yazı, kitap yazdı. Karl Marx toplumsal yoksulluğun gücüne o kadar çok inandı ki, onu 19. yüzyılın en devrimci, en önünde durulamaz gücü ilan etti.
Sırtına devrim yapmak ve kendisiyle birlikte tüm insanlığı kurtarmak gibi son derece ağır bir yük yüklediği yoksullara yoksulluk çektikleri için hiç acımadı Karl Marx . Yoksullara acımayı burjuva santimantalizmi olarak tanımladı ve aşağıladı. Proletaryanın domuzlardan beter yaşamasını, işçi çocuklarının günlük olarak cinsel suiistimallere uğramalarını, açlıktan, uykusuzluktan, soğuktan, yorgunluktan ölmelerini, insanların hayvanlar gibi 10’ar, 20’şer kişilik gruplar halinde yan yana yatmalarını, sevişmelerini en azından Engels’ten duydu ama onu her zaman öncelikle ilgilendiren ekonomik sistemin ahlaki bir eleştirisi değil, bilimsel bir eleştirisiydi.
Yoksullara hiç acımayan Marx’a sayısız sosyalist, entelektüel, işçi önderi sürekli acıdı. Onun için dilendiler. Engels, Moses Hess, Philips, Sofie’nin kocası, Edgar von Vesphalen, Ferdinand Lassalle, William Liebknecht... Marx için dilendiler çünkü yoksulluğunu bildiren mektupları yürek paralayıcıydı, bilimsel değildi, santimantalistti. Hatta bu santimantalist mektuplar yüzünden Engels hırsızlık yapmak zorunda kaldı.
Marx 1844’ten 1867’e kadar Engels’le birlikte “bizim teori” dedikleri teorinin bilimsel kanıtını bulmaya çalıştı. Geciktikçe Engels artan bir sabırsızlıkla “Hani nerede?” dedi. “Ruhuma eziyet ediyorsun, tamam bulacağım beni rahat bırak” dedi Marx. Engels’i yatıştırmak için “Ekonomik Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı eseri yazdı. William Liebknecht kitabı okuduktan sonra Mösyö Biskamp’a “Bu kitap beni öyle büyük bir hayal kırıklığına uğrattı ki ağlayacağım geliyor. Hiçbir kitap beni böyle bir hayal kırıklığına uğratmamıştı” demişti. Dahası, Mösyö Biskamp’ın kendisi de Marx’ın yüzüne karşı “A quoi bon?” (Bu ne işe yarayacak?) demişti.
Yıllar birbirini izledi, teoriye aranan kanıt bir türlü bulunamıyordu. Aradan tam 23 yıl geçti. Nihayet Kapital yayınlandığında ise kitap Avrupa sosyalistleri, Alman İşçi Partisi tarafından hiç ciddiye alınmadı. Marx bunun üzerine öldüğü 1883 yılına kadar başka bir şey yazmadı. Herkese küstü. Cenazesine iki elin parmaklarından daha az sayıda insan katılmıştı.
Tüm artı-değerin kaynağının ödenmemiş işçi emeği olduğunu, teknolojinin ilerlemesiyle birlikte üretim sürecinde makinelerin giderek artan oranda emeğin yerini alacağını ve böylece artı-değerin biricik kaynağı olan emeğin kapitalistler tarafından imha edileceğini, kapitalizmin intihar ettiğini, ekonomik sistemin açlığa mahkum ettiği işçiler tarafından yıkılacağını bildiren kehanetlerini bir tarafa bırakalım; Marx yoksulluğun her zaman en büyük toplumsal sorun olduğunu çıplak bir biçimde gördü.
Bunda yerden göğe kadar haklıydı. Yoksulluk tutkulu ulusal “kardeşlik” gösterileri sırasında bile yakanızı bırakmaz, sizi sizden kudretli milli kardeşlerinizin ayakları altına serer.
BDP’li Siirt belediye başkan yardımcısı istismar ettiği iki küçük kızın annesiyle bir Nevroz etkinliği esnasında tanışmış. İlkin yoksul kadının kendisiyle ilişki kurmuş, sonra yiyecek ve giyecek torbaları karşılığında iki küçük kızına da sahip olmaya başlamış. Kızların babasını da bir işe yerleştirmiş.
Başkan yardımcısının gazetelerde yayınlanan resmine bakınca, “Bu adamın bakışları bile mütecaviz, bu adam hiç kimseye karşılıksız bir şey vermez, bu adamın bir çayını, bir kahvesini içmek bile tehlikelidir. ‘Yurtsever’ olsa ne olur, korucubaşı olsa ne olur!” dedim kendi kendime. Bana birilerinin bir zamanki halini hatırlattı.
Yoksul olunca yiyecek, giyecek poşetleri karşılığında insanın onuruna, kadınlığına, erkekliğine, çocukluğuna el atar ağalar. “Yurtseverliğin” beş para etmez. Yoksulsan kendini “yurtseverlik” hayallerine fazla kaptırmayacaksın. Kim demiş ulusal idealizm deryasında yoksul ve zenginin kardeş olduğunu? Kardeşin kardeşe yaptığını Siirt’te görüyorsunuz.
Olay üç sene sonra basına ve yargıya yansıyınca BDP birden tecavüze uğrayan yoksul aileye acımaya başladı. BDP’liler ağır sözlerle başkan yardımcılarını mahkum ettiler ve partiden ihraç ettiler. Demek ki olayı önceden bilmiyorlarmış. Siirt küçük bir yer olmasına rağmen olayın bilinmemesi araştırılmaya değer bir konudur.
Bir an için BDP’nin masumiyetinden şüphe etmeyelim, peki BDP neden şimdiye kadar “Özgürlüğe Kaçış” kitabında tecavüz mağdurları tarafından dile getirilen olaylar hakkında herhangi bir açıklama yapmadı? Hadi diyelim kitabı okumadınız, Hürriyet gazetesinden kadın hakları mücadelesinde yakından tanıdığınız Gülden Aydın’ın tecavüze uğramış kızlarla yaptığı görüşmeyi de mi okumadınız?(Bkz, Gülden Aydın, “Kandil Dağı’ndan yaşanmış tecavüz hikayeleri”, 04.02.2006 tarihli Hürriyet gazetesi).
Gülden Aydın yıllardır kadının yaşam hakkı için, kadın hakları için memleketin her köşesinde mücadele eden tanınmış, saygın, ilerici ve cesur bir gazetecidir. Gülden Aydın Irak’a giderek Öcalan’ın kurbanlarıyla konuşacak kadar cesur ve mert bir insandır. Yani sizin gibi ikiyüzlü bir insan değildir.
Anlaşılan BDP’liler okuma konusunda çok tembeller. Onun için Gülden Aydın’ın 2006 yılında yaptığı röportajdaki “Birinci kadın”ın sözlerini BDP’liler için okuyorum:
“Öcalan’ın Şam’daki evine Yoğunlaştırma Evi denir. Yoğunlaştırma Evi’ne bakire, genç ve güzel kadınlar alınır. Vahşi, ‘çöl güzeli’ kızlardan hoşlanırdı ama sarışınlara daha çok ilgi duyardı. Ben de Yoğunlaştırma Evi’ne çağrıldım. Apo bir gün beni masaja çağırdı. Gittim, ılık su dolu leğendeki ayaklarını yıkadım. Hani köy ağaları gibi. Beni azarlamaya başladı, bilmiyorum diye. Sırtüstü uzandı, şimdi bütün vücuduma, dedi. Anladım neler olacağını. Çünkü cinsel istek uyandığını gördüm. Soyun, dedi. Soyundum. İç çamaşırlarını da çıkar, dedi. Ayağa kalkıp sarılıp sıkınca korktum. Kendimi savunmak için Apo’ya vurdum. Üç yumruk attı yüzüme ve kafama. Küfretti bana. ‘Düşkün, fahişe, rezil kadın. Seni özgürleştirmeye, tabulaştırdığın zincirleri kırmaya çalışıyorum’ dedi. Titrediğimi görünce kovdu beni. ‘Sen Kesire’sin. Beni onun gibi yok etmek istiyorsun. Sen köle kalacaksın!’ diye bağırdı. Ama bu daha ilk denemeydi. Dışarıda bekleyen tecrübeli kadınlar, beni psikolojik olarak hazırlama toplantısına çağırdı. Ağladım. İçlerinden biri, Osmanlı Sarayı’ndaki Valide Sultan gibiydi. Beni azarladı. ‘Başkan bizi özgürleştiriyor. Sen özgürleşmek istemiyor musun? Başkana erkek gözüyle bakıyorsun. O başkan, o zincirlerimizi kıran bir peygamber.’ Beni akşam yemeğinden sonra yine çağırdı Apo. Bu kez çözümsüzdüm. Kime derdimi anlatacaktım? O ana kadar ölüme hiç bu kadar yaklaşmamıştım. Bekaretimi aldı.”
Öcalan’ı yemek yiyorken gösteren yabancı bir dergideki kocaman resim yıllardır bir türlü gözlerimin önünden gitmiyor: Kocaman bir masa, bir ucunda Öcalan oturmuş önündeki 7-8 porsiyonluk kebabı yiyor, diğer ucunda ise 5-6 incecik genç kız tek tip kıyafetler içinde ayakta bekliyor. Öcalan batılı gazeteciye “Biliyor musun burada her gün binlerce insanın karnını doyuruyorum” diyordu.
Siirt’in poşetleri, Bekaa Vadisi’nde her gün kurulan çorba kazanları... Ağalar iştahla kebap ve isot yiyor. Yoksullar, gencecik kızlar esas duruşta, yoksullar yutkunmakta, yoksullar utanmakta, yoksulların namusu her yerde ayak altında...
Yazarlar
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA“Masada Milyonlar Var” 26.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazKılıçdaroğlu, Erdoğan’a hizmet etmeye hazır 26.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYZindanın kapıları açıldı ve muhalif lider serbest bırakıldı 26.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERÖzgür Özel CHP’de neyi değiştirdi? 26.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Sahur Pilavı… 26.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUBu çağda harita böyle değişiyor 26.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasTrump niçin İran’ı vurdu? 26.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluSiyasi belirsizlik rüzgarıyla, ‘erken’ seçime doğru… 26.06.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
9.09.2014
26.08.2014
15.08.2014
6.08.2014
15.07.2014
22.06.2014
12.06.2014
9.06.2014
7.06.2014
20.05.2014