Münir AKTOLGA

BATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ...
16.12.2024
524
BATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... (“Devrim Nedir-Felsefede Devrim”. 3. Bölüm)

Zamana yayılarak gelişen bir tür “iç tarihsel devrim”[1] sürecinin sonunda Osmanlı’nın devamı olarak kurulan  Türkiye Cumhuriyeti, devraldığı mirasın ruhuna uygun bir şekilde  egemen Devlet Sınıfının yönetiminde yeniden örgütlenen   antika bir yapı idi. Bu arada tabi, “aynı binada oturan farklı etnik, dini-mezhepsel kökenlere sahip   insanların ancak merdivenlerden inip çıkarken karşılaşarak selamlaştıkları”[2] eski yapıya, “yeni bir ulus -“Türk ulusu”-  yaratmak için”, toplum mühendisliği faaliyetiyle “yönetenlerin  yönetilenleri  yeniden şekillendirmesi” çabası da ekleniyordu...

     Peki ne oldu sonra? Sonra, her şeye rağmen,  varolan Osmanlı artığı o kabukların içinde, zamanla (tıpkı bir yumurtanın içindeki civciv gibi)  kapitalist üretim ilişkileri zemininde yeni bir sistem -toplum-  şekillenmeye, oluşmaya  başladı. 1950 lerden itibaren gün yüzüne çıkmaya başlayan ve günümüze kadar zamana yayılarak gelen bir süreçti bu. Türkiye toplumunun tarihsel gelişimine uygun kendine özgü bir burjuva devrimi süreci... Cumhuriyeti,  Batı medeniyetini-kültürünü  egemen kılmaya çalışan bir “iç tarihsel devrim” olayı olarak görürsek, aşağıdan yukarıya doğru gelişen Anadolu kapitalizmi de bunun diyalektik anlamda inkarı oluyordu...[3]

Türkiye’de gelişen burjuva devrimi sürecinin diyalektiği...

 

     Kemalist Cumhuriyeti, “Yönetenler” ve “Yönetilenler”den oluşan bir A-B sistemi olarak ele aldığımız zaman  buradaki “Yönetenler” (A) “Atatürkçü-laikçi” Devlet Sınıfı olup, “Yönetilenler” de (B)  bunun dışında kalan “Halk”ı   ifade eder. Sistemin içinde, onun diyalektik anlamda  zıttı-inkârı olarak gelişen yeni-burjuva-kapitalist Türkiye ise (şekilde A-B) tıpkı ana rahminde gelişen o çocuk gibi  “Yönetilenler” sınıfının, yani “Halk”ın içinden -ana rahminden- çıkıp gelendir. 

     Burada en önemli nokta, şekilde B ile gösterilen “Yönetilenler” sınıfıyla, bu sınıfın ana rahminde, onun diyalektik anlamda inkârı olarak gelişen “yeni Türkiye” (AB) arasındaki ilişkidir. Bu ilişkiyi, sürecin diyalektiği açısından   anne ile  çocuğu arasındaki ilişkiye benzetmiştik!..

     Burada “Yönetilenler” (B)  Osmanlı artığı “Reaya”nın Cumhuriyet dönemindeki uzantılarıdır. “Türktür”, “Kürttür” (asimile olanların dışında diğer halkların soyu zaten geniş ölçüde Osmanlı zamanında kurutulmuştu!), ”Alevidir”, “Sünnidir”, Batı ve  İslam kültürüyle yoğrulmuş geniş halk kitleleridir bunlar. Yeni Türkiye’nin temsilcisi olan güçler (AB) ise, “Osmanlı’nın  Reaya”sı (Cumhuriyet’in “Halk’ı”) diyebileceğimiz bu potansiyelin içinden,   kültürel-duygusal kimliklerinden vazgeçmeden, ama bunun yanı sıra süreç içinde “anayasal vatandaşlık” anlayışıyla  bilişsel bir üst kimlikle de varolarak -bir tür “tarihsel uzlaşma” anlayışı içinde-  çıkıp gelmeye çalışanlardır... (Aynen bir yumurtanın içinden çıkmaya çalışan  o civciv gibi!). Ancak, nasıl ki bir çocuğun  kendi kişiliğiyle annesinden bağımsız bir unsur olarak gelişebilmesi için biraz zamana ihtiyaç varsa, aynı şey toplumsal düzeyde de geçerlidir.  Hele hele Türkiye gibi  antika Devletçi bir sistemin egemen olduğu ülkelerde bu süreç daha da karmaşık bir hal alıyor...

“İki aşamalı” devrim teorisinin diyalektiği...

     Unutmayalım, burada adımlar “Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi” sayılan Osmanlı artığı antika Devletçi bir sisteme  karşı atılıyor (Aynı durum  Osmanlı artığı bütün o Arap ülkeleri için de geçerlidir!).  Bu nedenle,  “Tanrı’nın yer yüzündeki gölgesi-temsilcisi” olarak bilinen, kendini yüzyıllarca böyle  kabul ettirmiş olan  bir sisteme karşı, ilk aşamada,  işe kendisine gene Tanrısal güç atfedilen bir mesih yaratıp ona “biad” ederek başlanır (bu şekilde, bir reaksiyonla Devleti ele geçirme hareketi olarak başlanır); ya da bir süre sonra  süreç bizde olduğu gibi bu yöne evrilir…  Bütün bunları daha önceki çalışmalarda şöyle açıklamışız[4]:

     “Açın bakın, tarihimiz boyunca Devlete karşı direnişlerin nasıl oluştuğuna ve geliştiğine bakın; eğer vaktiniz yoksa da, şu an yaşadığımız olaylara, sürece, etrafınıza bir bakın, sonra da biraz düşünün tabi, nedir bütün bunların anlamı diye! Babai İsyanları’ndan Şeyh Bedreddin olayına, Şah Kulu’ndan, M.Kemal’e ve Erdoğan’a kadar bizde “sisteme karşı” bütün muhalefet hareketleri daima kendisine MESİYANİK bir lider yaratarak, onun açtıgˆı bayrağın altında gelişmiştir (“bizde” derken buna sadece Türkleri değil, Kürtleri de dahil ediyorum, anlaşılıyor her halde!!.)

     NEDEN Mİ diyorsunuz? Çok açık aslında: Kendisini “Tanrı’nın yer yüzündeki gölgesi”, “Tanrı adına bütün mülkün -‘kul’ adı verilen insanlar da dahil- sahibi“ olarak gören katı merkeziyetçi bir sisteme karşı ancak gene tanrısal bir güce dayanarak mücadele edilebilirdi de ondan!..

     İşte, bu nedenledir ki, bizde Devlet’e karşı yürütülen bütün sınıf mücadelelerinin hepsi de, daima, “Tanrı tarafından gönderilen bir MESİH’in” açtıgˆı bayragˆın altında gelişmiştir!.. Bunun başka yolu yoktur!.. Liderin egosuyla falan  alakası yoktur bunun!.. Çünkü, ilk aşamada  “lider” istemese dahi, birlikte hareket ettigˆi insanlar, bir süre sonra onu MESİH olarak algılamaya başlayınca  o da bu sıfatı bir şekilde kimliğine eklemleyecektir!.. Bu, kişilik oluşturma süreçleri  “kul” statüsünden öteye geçememiş  insanların varolan sistemin “kutsallıgˆına” olan inançlarından kaynaklanmaktadır!.. Çünkü, kutsal-tanrısal olarak varolan bir şey, gene ancak Tanrı  tarafından gönderilen bir „kurtarıcının“ etrafında toplanarak degˆiştirilebilirdi (bugünkü Türkiye gerçeğini daha iyi kavrayabilmek için bu satırları daha bir dikkatli okumanızı öneririm!..)

     Sistemin  içindeki reaksiyona dayalı muhalefetin nabzı böyle attıgˆı için,  onunla etle tırnak usulü birlikte gelişmeye çalışan yeni topluma ilişkin sivil toplum potansiyeli de -en azından başlangıç döneminde- bu kültürün etkisi altında büyür ve gelişir... Çünkü, bir noktaya kadar bu onlar için de bir avantaj gibidir!.. Kendisini, „degˆiştirilmesi mümkün olmayan tanrısal bir güç“ olarak gören bir sistemin, gene tanrısal bir araçla alaşağı edilmesi fırsatına kim hayır diyebilirdi!!.[5]

İşte “Devlet”, işte “paralel Devlet”, işte “sivil toplum”, ve işte bir kere daha “Yeni Türkiye”!.. Aşağıdaki şekil bütün bunların hepsini bir arada gösteriyor. Bir tür siyasi pusula gibi!.. Kim nerede duruyor, piyasadaki aktörleri  yerine oturtarak burada açıkça görebilirsiniz!.. Tabi bu arada siz kendinizi de bulacaksınız bu şekilde!.. Nerede durduğunuzu belirleyin yeter!..

     Öyle bir Devlet ki bu, antika bir ahtapot mübarek!!. Ya da “yedi kocalı  Hürmüz” gibi!!. Tam diyorsun ki, “tamam, artık  Kemalist “Beyaztürk“ Devlet Sınıfı iktidardan indirilmiştir, Türkiye, yeni Türkiye’yi (şekilde A’B’) inşa sürecine girmiştir”, bir de bakıyorsun,   aynı Devletin başka bir kolu çıkıyor karşına!..[6] „Osmanlı’da oyun  çoktur“ lafı boşuna çıkmamış anlaşılan!..

 

Türkiye’de iki yüz yıldır bir kültür ihtilali süreci yaşanıyor demiştik…  

     Devlet, kendisini ve toplumu “Batılılaştırıp değiştirerek kurtarma” güdüsüyle “İttihatçılık” denilen kendine özgü bir jakoben  toplum mühendisliği faaliyetine soyunmuştu!.. Yukardaki şekilde ortaya koymaya çalıştığımız tablo  bunun ürünüdür. İşte, birbiriyle içiçe “iki toplum”, “iki Devlet”- “iki Türkiye” gerçeği bu sürecin sonunda  ortaya çıkmıştır…  

     Ama bütün bunların yanı sıra, aynı tablonun içinde  o “eski Türkiye’nin” diyalektik anlamda inkarı olarak onun içinden -onun ana rahminden-  çıkıp gelmeye çalışan   bir  “yeni Türkiye” gerçeği de  var (AB)!.. Az önce “iki Türkiye’den”  bahsetmiştik, alın işte size bir Türkiye daha (!) aynen o matruşkalara benziyor durum!!.

Evet, yukardaki tablo Türkiye toplumunun tarihsel gelişme çizgisine işaret ediyor; ama peki bu tablo sadece Türkiye’ye mi özgüdür?.. “Arap baharından”, Arap ülkelerinde gelişen burjuva demokratik devrimi süreçlerinden bahsettiğimi anlamışsınızdır sanırım!..

     Sürecin diyalektiği üç aşağı beş yukarı buralarda da aynıdır. Çünkü, ne de olsa buralar da son zamanların moda deyimiyle “eski Osmanlı toprağıdır”, aynı tarihsel diyalektik işlemiştir buralarda da!.. Ama arada, sürecin gelişme aşamalarına ilişkin bazı farklar da var tabi...

     Evet, buralarda da  “Yönetenler” özünde aynı kökten gelen bir Devlet Sınıfı olup, buralarda da gene  Devlet’e bağlı bir kapitalizm ve Devletçi  burjuvazi yaratılmaya çalışılmıştır.  “Yönetilenler” de üç aşağı beş yukarı gene aynıdır buralarda da, yani, modern kul-“Reaya” statüsüne sahip bir halk kitlesidir. Ve, buralarda da gene,  sürecin diyalektiğine uygun olarak, aşağıdan yukarıya doğru  çıkıp gelmeye çalışan   “yeni bir toplum”  vardır ortada. Ancak,  Türkiye’deki gelişmelerle kıyaslanınca,  burjuvazi buralarda henüz  daha çok  zayıftır… Bu nedenle,  buralarda  yeni bir toplumun inşası her şeyden önce yeni üretim ilişkilerinin gelişmesiyle mümkün hale gelecektir… Türkiye’nin görevi bizzat kendisinin de yaşadığı -yaşamaya devam ettiği- bu süreçte onlara yardımcı olmaktır…

 

 



[1] Bu konuyu “Bilişsel Tarih ve Toplum Bilimleri Açısından Osmanlı’dan Bu Yana Türkiye’de Kapita- lizmin Gelişme Diyalektiği” ve “İttihatçılık Nedir” adlı çalışmalarda geniş olarak ele almıştık.  http://www.aktolga.de/z9.pdf   - https://www.aktolga.de/z12.pdf

[2] Bui fade  K.Karpat’a aittir…

[3] Bu konu da gene aynı çalışmalarda bütün ayrıntılarıyla ele alınmıştır…

[6] Bunları da daha önce, “Devleti ele geçirirken Devlet tarafından ele geçirilerek-Devletleştirilerek” kendilerini “Türkiye’nin zencileri” olarak ifade etmeye başlayan “Siyahtürk” Devletçiler olarak tanımlamıştık!..

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar