Ayşe HÜR

Ayşe HÜR
Ayşe HÜR
Tüm Yazıları
GÜNÜN OLAYI (12. SURP HAÇ KİLİSESİ AYİNİ) VESİLESİYLE HAFIZA TAZELEME
9.09.2024
111
Bilmem hatırlar mısınız, 29 Mart 2007 günü Ermeni Vaspuragan Hanedanı’nın ünlü kralı I. Gagik’in, Van Gölü’nün güneyindeki Ermenice telaffuzu ile Akhtamar veya Aghtamar Adası’nda, 915-921 yılları arasında mimar Manuel’e yaptırdığı Surp Haç Kilisesi'nde uzun bir aradan (92 yıl?) sonra Surp Haç Yortusu yapılmıştı.* Yapılmıştı ama ne tartışmalardan, ne gerilimlerden sonra!
Öncelikle Türk tarafının adanın adını "Akdamar" olarak telaffuz etmesi üzerine Radikal yazarı Hakkı Devrim’e (ö. 2016) gönderdiği bir mektupla bunun neden yanlış olduğunu anlatan sevgili dostum, yeri doldurulmaz insan, Türkiye'de doğmuş, yetişmiş ama sonunda Ermenistan'a yerleşmiş olan Türkolog Raffi Hermon Araks'a (ö. 2021) cevap veren Devrim’in yaklaşımı zihniyet analizi açısından iyi bir fırsat sunuyordu.
Etimoloji dersleri
Hakkı Devrim "Türkçe'ye hizmet etmiş, bizim Ermenilere hepimiz müteşekkiriz. O da tamam! Raffi Bey dostum! Kastamonu'nun adı nereden gelir, sualine Anadolu'da verilen bir cevabı bilir misiniz, diye sorayım önce?” dedikten sonra rahmetli amcasından dinlediği hikayeyi aktarıyordu. Buna göre, eskiden bir Rum beldesi olan Kastamonu’nun adı, civardaki Türk boylarından birinin kumandanına aşık olan beyin kızı Moni’nin ihaneti ile ilintiliymiş. Kızının şehrin kapılarını Türklere açmasıyla şehri kaybeden baba, kızına sitem ederek sormuş: “Kastın ne idi Moni?” Gel zaman git zaman, bu sitem cümlesi “Kastamonu” şeklini almış!
Devrim etimoloji dersini şöyle bağlıyordu: "Akdamar'a öfkeyle karşı çıkıyorsunuz. Doğrusu ben de Akhtamar'a karşıyım. Dediğiniz gibi, Ermenice Akhhh! ünlemi, Türkçe Ah'ın karşılığıysa, Damar da Ermeni kızı Tamara'dan geliyorsa, -bize bırakılmış değil, biliyorum amma, bir teklifte de ben bulunayım- gelin Ahtamar'da anlaşalım!”
İlk ayin için hangi gün uygun?
“Uzlaşmacı” Devrim ile “Uzlaşmaz” Hermon tartışırken, TBMM Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı AKP’li Mehmet Dülger, o günlerde ABD Kongresi’nde oylanması beklenen “Ermeni Soykırımı’nı Tanıma” tasarısını önlemek için Washington’a gitmiş, yanında "Ahtamar Kilisesi"nin fotoğraflarını götürmüştü. Dülger, Kongre üyelerine “Türkiye soykırım yaptı diyorsunuz ama bakın Ermeni Kilisesi’ni restore etmek için tam 1,5 milyon dolar harcadı” diyecekti.
Hikayenin başka ayrıntıları da vardı. Hükümet, töreni adeta acılarla alay eder gibi, 1915 Ermeni Tehciri’nin ilk perdesinin açıldığı 24 Nisan 2007 tarihinde yapmayı tasarlıyordu ama Ermeni Patriği’nin durumu protesto etmesi üzerine, tarihi 11 Nisan’a çekmişti. Ne büyük tesadüftü ki(!), o gün de Miladi Takvim’i 13 gün geriden izleyen Rumî Takvim’e göre 24 Nisan’a denk geliyordu! Yani meşum plandan vazgeçilmemişti.
Sonuçta, nedense 29 Mart tarihinde karar kılındı. Parlamentolarında “Ermeni Soykırımı’nı tanıma” kararı almış 80 kadar ülkenin kültür bakanlarına gönderilen davetiyede “Akdamar Kilisesi Anıtsal Müzesi” gibi garip bir tanımlamadan sonra, kilisenin duvarlarındaki “Abbasi” ve “Orta Asya Türk” sanatının eseri olan işlemelere özellikle vurgu yapıldı. Kilise’nin kubbesine yapının olmazsa olmazı olan 100 kiloluk haçın yerleştirilmemesi ise “kilisenin orijinalinde haç olduğunu gösteren resim yok” veya “konulursa yıldırımda zarar görebilir” gibi komik gerekçelere bağlandı. Bütün bunlar toplumlararası barışmayı kolaylaştıracak iyi niyetli bir kültürel onarım projesi ile değil, nafile bir dış politika atağı ile karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyordu.
Dünyanın dört bir yanında muhteşem yapılar yapmakla övünen "Türk mühendislerinin" alt tarafı 100 kiloluk bir haçı yerine koyamamasının yankıları sürerken bölgenin sağduyulu iş adamları meseleye el koydular ve 2010 yılında haç kubbeye değilse bile, Ermeni cemaatinin onayladığı bir yere konularak kriz aşıldı. Ancak ayin için yurt içinden ve yurt dışından binlerce turist Van'a gelmesine tahammül edilemedi ve "güvenlik gerekçesi" ile ayinler aralıklı olarak devam edebildi. Bu yılki (8 Eylül 2024 günkü), 12'inci ayindi.
Mimari hazinenin talanı
Surp Haç Kilisesi'nin duvarlarındaki din dışı avcılık, bağcılık ve hayvan tasvirlerine bakılırsa, Gagik burayı daha çok dünyevi ihtiyaçları için kullanmış. Nitekim dönemin bir vakanüvisti, hem Akhtamar hem de yakınlarında Vosdan adacığında, Gagik’in inşa ettirdiği şehirleri öve öve bitiremiyor. Yazara göre adalarda güzel konaklar, meyve ve çiçek bahçeleri, şırıl şırıl akan dereler, binlerce kayığı alacak dalgakıranlar varmış.
Surp Haç Kilisesi bu güzelliklerden geriye kalan nadir örnekten biri. Dönemin İstanbul Patriği Mağakya Ormanyan’ın (ö. 1918) hazırlattığı bir rapora göre 1913-1914 arasında Osmanlı ülkesinde Ermeni cemaatine ait 2.538 kilise, 451 manastır ve 2000 okul vardı. İttihat ve Terakki’nin korkunç planı uyarınca 1915’ten itibaren zorla boşaltılan Ermeni köy ve şehirlerine yerleştirilen Müslüman ahalinin ilk işi, okulları ahıra, kilise ve manastırları camiye çevirmek olmuştu. Geriye sadece 913 kilise ve manastır kalmıştı. Bu yapıların bir bölümünün fotoğraflarını, Osman Köker 100 Yıl Önce Türkiye’de Ermeniler adlı albümde (Birzamanlar Yayıncılık, 2005) yayımlamasaydı, bu yapılardan haberdar bile olamayacaktık!
Çünkü, 1923 tarihli Lozan Anlaşması’nın 42. Maddesi’nde “Türk hükümeti kiliselerin, sinagogların, mezarlıkların ve diğer dini yapıların tam koruma altına alınmasını garanti eder” dendiği halde, 1974 yılında yayınlanan UNESCO Raporu’na göre, bu sözün tutulmadığı anlaşıldı çünkü 913 yapıdan 464’ü tamamen yıkılmış, 252’si yıkılmaya terk edilmiş, 197’si ise ciddi restorasyon gerektiriyordu!**
Yaşar Kemal'in büyük hizmeti
Ahtamar Kilisesi'nin bugüne ulaşmasını da Yaşar Kemal'e borçluyuz. Alain Bosquet, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor adlı kitapta, devletlülerimizin 25 Haziran 1951 günü kazma, kürek, balyozlarla imha etmesini yazarımızın nasıl durdurduğunu yazarın ağzından şöyle anlatıyor:
"Tuğdan(?) vapura bindim. Van’a gidiyordum. Gönderdiğim röportajlar gazetede yayımlandı mı, ya da yayımlanmadı mı bilemiyorum. Geminin güvertesinde bir subay oturuyordu, yakasından da yılan vardı. Anladım ki doktor.
Doktorun yanında da bir tomar Cumhuriyet, belki yirmi tane. Gazeteyi açmış okuyordu ki, adımı gördüm. Bendeki sevinci tahmin edin bakalım. Hemen doktorun yanına koştum, heyecanla, 'Gazetenize bakabilir miyim yüzbaşım?' diye sordum. Yüzbaşı heyecanıma şaşırdı. İşi anlattım. 'Siz Yaşar Kemal'siniz değil mi?,' dedi. 'Evet' dedim, gazetelere aldırdım. Gönderdiğim tüm röportajlar 'Anadolu Notları' başlığı altında çıkmıştı. Hepsini okudum. Yüzbaşı okumuş, kültürlü bir insandı. Benim heyecanıma şaşkınlıkla bakıyordu. Yüzbaşıya heyecanımın sebebini anlatmak zorunda kaldım. Eğer röportajlarım yayınlanmasaydı, Erciş’teki akrabalarımın yanına gidecek, orada arzuhalcilik yapacak, Cumhuriyete borcumu ödeyecektim. Bir de gazeteciliğe ilk adımımı atmıştım. Sanırım bu işi artık tutturacaktım.
Yüzbaşı, 'Şu talihe bakın,' dedi, 'İyi ki sizinle karşılaştık. Burada Akdamar Adasında Ermenilerden kalma bir kilise var. Bir yapı başeseri. Bugünlerde bunu yıkıyorlar. Yarın sizi oraya götüreceğim. Bu kilise bu toprakların eseri, isterse Ermeniler yapmış olsun. İnsanlığın malı, kim yaparsa yapsın. Bana ve ülkemize yardım edebilir misiniz?' 'Çok yeni bir gazeteciyim, elimden ne gelir ki...' Bir de çekiniyorum. Böyle işlere karışırsam geçmişim ortaya çıkar, başladığım işten daha başlamadan olurum, diye.
Bir ikindi üstü Van iskelesinde gemiden indik, yüzbaşı Dr. Operatör Cavit Bey beni Van’ın tek oteline götürdü. Yarın buluşmak üzere ayrıldık. Yüzbaşı sabahleyin erkenden geldi beni almağa. Akdamar Adası’na gidecektik. Bizim o zamanki Van muhabirimiz İlyas Kitapçıydı. Altmış yaşlarında olgun, güzel düşünceli bir kişiydi. Yüzbaşıyla önce onu görmeye gittik, o, kilise üstüne daha kötü şeyler anlattı, elinden geleni de gelmeyeni de yapmış, bir türlü yıkımın önüne geçemiyormuş. Vali de çok iyi, şair bir kişiymiş ya emir almış, hiçbir şey yapmıyormuş.
İlyas Bey, bana, 'Nadir Nadi’ye telefon edelim, bizi anlar durdursa durdursa bunu Nadir Bey durdurabilir," diye bir düşünce attı ortaya. "Nadir Beye telefon edip, sorunu ona anlattım.' 'Olur,' dedim ben.
Doktorla Akdamar Adası’na doğru yola çıktık. Van Gölü de büyülü bir suydu. Andan ana rengi değişiyordu. Küçük bir kayıkla adaya çıktık. Kiliseye daha sıra gelmemişti ya, kilisenin yakınındaki küçücük şapeli hemen hemen yıkmışlardı.
Yüzbaşı 'Ben gelinceye kadar, bu kiliseye bir kazma bile vurmayacaksınız. Ben valiye gidiyorum,' diye buyurdu. İşçiler hazır ola durdular. İşçilerin başı; "baş üstüne komutanım," dedi. Van’a geldik. Cumhuriyet’e telefon açtık. O gün akşama kadar bekledik, telefon açılmadı. Ertesi gün gene erkenden gazeteye telefon açtık. Birkaç saat sonra Nadir Bey karşımızdaydı. Olayı yüzbaşından öğrendiğim kadarıyla anlattım.
Nadir Bey; 'Üzülmeyin,' dedi. 'Avni Bey bu işi halleder. Onu iyi tanıyorum, uygar bir kişidir.' Avni Başman o yıl Milli Eğitim Bakanıydı.
İki gün sonra İlyas Kitapçı, yüzbaşı Dr. Operatör Cavit Beyle otelime geldiler. Sevinç içindeydiler. Avni Başman Valiye yıkımı durdurmaları için telgraf çekmiş.
Akdamar Kilisesi’nin kurtuluş günü 25 Haziran 1951 günüdür."
xxx
Notlar:
*Bugünkü Agos'tan aktarıyorum: "Surp Haç Yortusu İsa Mesih’in idam edildiği çarmıhın (Haç’ın) esaretten geri dönüşüne armağan edilmiştir. İnanışa göre çarmıh, Azize Helen/Heğine tarafından bulunarak törenlerle Kudüs’teki Surp Harutyun Kilisesi’ne yerleştirildi. 612 yılında Kudüs’ü işgal eden Persler çarmıhı ganimet olarak ülkelerine götürmüşlerdi. Bizans İmparatoru Herakl, 627 yılında Persler’i mağlup edip Kutsal Haç’ı ele geçirerek 14 Eylül günü yeniden Surp Harutyun Kilisesi’ne teslim etti." "Kilisenin yenilenmesiyle ve 2010 yılından bu yana Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın özel izniyle, Akhtamar Adası'nda Surp Haç Yortusu'ndan bir hafta önce ayin düzenleniyor."
** Halen, “Dünya Mirası” listesinde olan Kars'taki Ani sit alanı bunların en önemlisi. Ortaçağda Ermeni Krallığı’nın başkenti olan ve içinde pek çok kilise, manastır, kale, saray ve köprü kalıntılarını içeren dev bir açık hava müzesi olan Ani, 2005 yılına kadar “yasaklı askeri bölge” statüsünde olduğu için, ne kadar harap olduğunu bilmiyorduk. Çevredeki taş ocaklarındaki dinamit patlatmaları yüzünden her geçen gün kötüleşen duruma el koyan dönemin Kültür Bakanı Atilla Koç’un ilk kültürel (!) müdahalesi, “Türklerin hassasiyetlerini göz önüne alarak”, şehrin adını “Anı” (hatıra) olarak değiştirmek olmuştu.
Ani'nin günümüze kalması da ayrı bir mucize idi. Lozan Görüşmeleri’nde Türkiye’yi temsil eden Meclis’in ırkçı-Türkçü kanadından Dr. Rıza Nur, Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir’e yolladığı 25 Mayıs 1921 tarihli mektupta, “Ani şehrine ait izlerin yeryüzünden temizlenmesi başarılırsa bunun Türkiye’ye büyük bir hizmet olacağını” söylüyordu. Karabekir anılarında, Rıza Nur’un teklifini reddettiğini, çünkü Ani kalıntılarının İstanbul surları gibi geniş bir alanı kapladığını ve böyle bir işi başarmanın çok zor olduğunu, dahası böyle bir girişimin geride kalan Ermenileri rahatsız edeceğini yazmıştı. Ama sonraki dönemlerde Rıza Nur zihniyeti galip geldi ve Ani yıkılmaya terk edildi.
Fotoğraf: İnternetten.
Fotoğraf açıklaması yok.
 
 
Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar