Metin Karabaşoğlu
Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği küçük Ege şehrinde, içinde doğup büyüdüğüm çevrede özellikle erkekler arasında beş vakit namaz kılanlar sayıca azınlıktaydı. Cuma namazında dahi kahvehanede oturanların sayısı camidekilerin sayısına neredeyse eşit olurdu. Buna karşılık oruç, daha yüksek bir katılımla eda edilen bir ibadetti.
Velhasıl, ‘mütedeyyin’ bir ortamda olduğumuz söylenemezdi. Ama dinin ibadetle ilgili emirlerini yerine getirmede problemli bu insanlar, amel ve ibadetteki bu zaaflarına karşılık kendilerini tereddütsüz ‘Müslüman’ olarak görürlerdi. Öyle ki, birisi onları ‘Müslümanlık’ kapsamından dışlayan herhangi bir söylemle karşılarına çıksa, herhalde bunu hayatlarında işittikleri en ağır hakaret addederlerdi.
Neyse ki, karşılarına öyle biri çıkmamıştı. Gerçi mahallemizde dinî tutumu belli bir siyasî tercihe endeksleyen birkaç kişi vardı, ama Ege’nin huyundan mı suyundan mı bilmem, onların dilinden dahi böyle bir söz sâdır olduğuna hiç şahit olmamıştım. Sadece, bu az sayıda kişinin tercih ettiği siyasî eğilimin lideri durumundaki kişilerin kendilerine oy vermeyen insanları ‘patates Müslümanı’ diye küçümsediklerini duyuyorduk. Büyüdüğüm çevredeki en mütedeyyin kişinin, dışlayıcı bulduğu bu söylemi tasvip etmediğini biliyordum. Dahası bu söylemi dinin siyasete âlet ve tâbi kılınmasının olumsuz sonuçlarının bir örneği olarak görüyordu.
İşe bakın, onların tasvip etmediği bu ifade ve söylem, ilerleyen yıllarda işiteceğim bir tanımlama yanında, yine de yumuşak kalıyormuş. Zira bu ifade, hallerini küçümsemesine rağmen muhatapların ‘Müslümanlığına’ asla lâf etmiyor, sadece bunun kendileri lehine bir ‘siyasal eylem ve tercihe dönüşmesi’ beklentisini içeriyordu.
‘Müslüman,’ ‘Türkiye Müslümanları,’ ‘bu ülkedeki Müslümanlar,’ ‘ey Müslüman!’ gibi ifadelerin kendisini Müslüman olarak gören kişilerin sadece bir kısmını tarif için kullanıldığına, doğup büyüdüğüm diyarda değil, ilk kez İstanbul’da şahit oldum. Bu ülkede belli bir siyasî tutum dışındaki insanları ve neticede toplum ekseriyetini ‘Müslümanlık’ kapsamı dışında gören hayli ötekileştirici ve dışlayıcı bir söylemdi bu. Fakat o tarihlerde, bir açıdan, zemin buna müsait sayılırdı. Kaddafi’nin ‘yeşil devrim’inin henüz kararmadığı yıllardı. Ziyâü’l-Hak’ın askerî darbesinden ‘şeriat’ umuyorlardı. Hele İran’daki halk devrimiyle, ayranlar iyice kabarmış durumdaydı. İşte bu şartlarda, fakültede aynı anfide ders gördüğümüz, bir kısmı belli bir siyasî partiye gönül vermiş, bir kısmı ‘partileşme’yi anlamsız bulup aklına ve gönlüne ‘İslâmî devrim’ hayalini koymuş ‘İslamcı’ kardeşlerimizden sıkça bu ifadeleri duyardık. ‘Müslüman’ın tanımını ancak inandığı dini fiilen yaşadığını düşündükleri kişileri kapsayacak şekilde daraltıyor; böylece bu toplumun çoğunluğunu ‘dinî alan’ın dışına itebiliyorlardı. Bununla da kalmayıp, Mısır ve Pakistan’da evvelki onyıllarda üretilmiş bazı kavramları ithal ederek, bilhassa siyaseten kendilerinin yanında hizalanmayan insanları ‘tevhidî’ dünya görüşünün karşısına ve ‘modern Cahiliye’nin yanına yerleştirenler dahi vardı. Güya “Biz Müslüman mıyız?” diye başlayan sorgu, bazan açık bazan zımnen söylendiği üzere, “Siz Müslüman değilsiniz” yargısına varıp dayanmaktaydı.
Benim bu tutuma açık bir itirazım vardı. Çünkü ‘Müslüman’lığına lâf söyletmeyen ‘demokrat’ bir ailede büyümenin ötesinde, onbeş yaşında hayatın önüne koyduğu seçenekler içerisinde ‘dini siyasete tâbi kılan’ yaklaşımları reddeden bir dindarlıktan yana tercihte bulunmuştum. Dindarlığı bir siyasî tercihe indirgemek ve siyasî tercih üzerinden kişilerin ‘Müslümanlığı’ üzerine yargıda bulunmak, karakterini ve düşünüşünü örnek alınmaya değer gördüğüm Bediüzzaman Said Nursî’ye “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” dedirten şeyin ta kendisiydi!
Gelin görün ki, sonraları kendisini faşizmin en derin çukurlarında dolaşırken göreceğimiz bir şairden işittiğim şekilde, bu ülkedeki seçimleri gerçekte toplumun ne kadarının ‘Müslüman’ olduğunu ortaya çıkaran olay olarak gören hatırı sayılır bir kitle vardı. Benim tercih ettiğim çizgi ise, dinin toplumun her kesimini kuşattığı ve belli bir siyasî tercihe indirgenemeyeceği; dini belli bir siyasetin tekeline alan yaklaşımların siyaseten sonuç almak adına en büyük zararı dine verdiği ve vereceği düşüncesindeydi. Kimsenin siyasî tercihi üzerinden insanların ‘Müslümanlığını’ ölçmeye haddi ve hakkı yoktu. Ve elbette, tekfirciliğe de… Ve dinin davetinin kapsama alanı, hangi yelpazeden olursa olsun, bütün kesimleriyle toplumun tamamıydı. Fıtrat ile Kur’ân, insaniyet ile İslâmiyet arasında açık ve kesin bir bağ vardı; dolayısıyla, geçelim kendisini ‘Müslüman’ olarak tanımlayan insanları dışlamayı, kendisini bu tanımın dışında gören insanlarda dahi bir ‘Müslüman potansiyeli’ görmemiz gerektiğini düşünüyorduk. Velhasıl, günahıyla sevabıyla yaşadığı hayatta kendisini ‘Müslüman’ olarak gören kişileri dinin alanından dışlayan ve neticede ‘tekfirciliğe’ varan bir tutum kabul edilemez olduğu gibi, kendisini dinin dışında gören kişileri dahi dinî davetin kapsamı alanı içinde görme durumundaydık. Bu davetin yerli yerinde olması için ise, dine siyasetin gölgesini düşürmek değil, bilakis siyasetin dine gölge etmemesini sağlamak ve dini siyasetin üstünde bir değer olarak korumak gerekiyordu.
Ne var ki, zuhurundan geç bir vakitte haberdar olduğum bu dışlayıcı söylem, ilk kez duyduğum yıllardan bugüne geçen kırk küsur senelik zaman zarfında, varlığını sürdürmenin ötesinde daha da şiddetlenmiş gözüküyor. Öyle ki, Bediüzzaman’a mensubiyet ifade eden bazı kişi ve grupları dahi etkisi altına alacak derecede…
Oysa Bediüzzaman’ın genel olarak tekfirci tutumların haksızlığı, zalimliği ve din açısından zararları üzerine söyledikleri bir yana; ‘siyaset üzerinden tekfir’e asla razı olmadığını biliyoruz. “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” dedirten şeyin, tam da böyle bir ‘siyaseten tekfir’ örneğiyle karşılaşmak olduğunu defaatle ifade ediyor zaten. Musa Bigiyef ile Mustafa Sabri arasında tartışma konusu olmuş bir husus kendisine sorulduğunda ise onu “Bazan kelam küfür görünür, fakat sahibi kâfir olmaz” derken görüyoruz. Böylece, bir insana bir sözü veya eyleminden dolayı küfür isnad edebilmek için, o söz ve eylemin ancak küfür kastedilerek söylenmiş veya yapılmış olması gerektiğine dikkat çekiyor Bediüzzaan. 1921-23 arası şartlarda yazdığı Sünuhat’ta kelam ve fıkhın kavramları içerisinde tekfirciliğe karşı yaklaşımını ifade ederken düştüğü “Tekfire çabuk cür’et edenler, düşünsünler!” notu ayrıca manidar…
Öyle ki, teorik ve ilkesel düzlemde ortaya koyduğu dışlayıcılığa ve tekfirciliğe karşı dikkat ve rikkate davet eden bu yaklaşımı, uygulamada da örneklendiriyor Bediüzzaman. Hukuksuz bir şekilde sürgünlere ve hapislere maruz kaldığı tek parti dönemindeki din karşıtı bunca icraata rağmen, onun bu dönemin tek partisine oy veren herkesi ‘dinin karşısına’ konumlandırmaması bilhassa dikkat çekici. Bir mü’min ve bir âlim olarak bu icraatlara onay vermesi elbette sözkonusu değil. Ancak gerçekleştirilen bu din karşıtı uygulamaları karar ve icra mevkiindeki belki yüzde beşlik kesim bile isteye gerçekleştirirken, bunun üzerinden o partiye oy veren herkesin ‘din karşıtı’ olarak tanımlanamayacağı yaklaşımını ortaya koyuyor Bediüzzaman. Fıkıhta ‘cehalet özrü’ diye tarif edilen kavramları gözeterek, din karşıtlığını bile isteye destekleme durumunda olmayan yüzde doksanbeşi ‘İslâm’ın dışına iten’ bir yaklaşımı özellikle reddediyor (bkz. Emirdağ Lâhikası, II, 147 no’lu mektup). Bu hassasiyetine rağmen 1948’de çıkarıldığı Afyon mahkemesinde savcı kendisini tekfircilikle suçlamaya kalkıştığında, onu şu cevabı verir halde görüyoruz: “Said’i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hatta sarih küfrü bir adamdan görse de, yine te’vile çalışır, onu tekfir etmez.” (Öte yandan, onun ‘küfr-ü inadî’ ve ‘küfr-ü meşkûk’ ayrımı yaparak ve ‘kabul-u adem/adem-i kabul’ ayrımlarını geliştirerek, inadına din düşmanlığı yapan çok az kesim hariç, inançsız insanları dahi iman davetinin muhatabı olarak gördüğünü belirtelim.)
Teorik ve ilkesel bir temele dayanan bu yaklaşım dahilinde Bediüzzaman’ın 1911’de siyasî tercihteki farklılık sebebiyle bir kısım insanları ‘dinsizlikle’ suçlamaya meyyal bazı aşiret mensuplarına cevaben söylediği şu söz ise, bir gerçeğin ifade olmasının ötesinde, kulaklara küpe olacak niteliktedir: “Hakikaten, bence, bir Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez.” Öyle ki, sözün devamından anlaşıldığı üzere, ona göre, bu toplum içerisindeki insanların ‘en sefih’ görüleni dahi fikren değilse bile kalbinin derinliklerinde İslâmiyete taraftardır.
Yakınlarda, bir vefat sebebiyle bunu bir kez daha tecrübe ettiğimizi düşünüyorum. Gördük ki, kendisini ‘dindar’ olarak konumlandıran insanların ‘öteki’leştirdiği bir siyasî ve ideolojik yelpazeden bir insanın iç dünyasında din ile kurduğu bağlar, görülenin çok ötesinde ve çok derin imiş. Vefatın akabinde işittiğimiz şahitlikler ve vasiyetler, bunu apaçık belgeliyor.
Sözün kısası, bu ülkede insanların din ile kurdukları ilişki, birilerinin çizdiği çerçeveye sığmayacak kadar çeşitlilik arzediyor ve ihtimal ki birilerinin ‘dindarlık’ adına sergilediği yanlışlar yüzünden başka birileri din ile ilişkisini daha gizli saklı bir düzlemde tutmayı yeğliyor. Dini tekelinde görmeye yeltenen bir partinin sergilediği yanlış ve haksız tutumlar yüzünden din ile arasında mesafe oluşan veya mesafesi açılan insanların varlığına karşılık, yapılan araştırmalarda toplumun büyük çoğunluğunun kendisini hâlâ ‘Müslümanlığın’ içinde gördüğünün tesbit edilmesi de bunun teyidi. ‘Türkiye Müslümanları,’ Müslüman kelimesinin kapsama alanını daraltan insanların düşündüğünden çok daha fazla. Onlar her yerde ve dolayısıyla Müslümanlığı hiçbir parti temsil etmiyor. Bilakis her partinin içinde dinin müntesipleri ve sevenleri var.
Durum buyken, dini belli bir siyasetin güdümüne sokan, dahası bir siyasî partiye taraftarlık üzerinden ‘Müslümanlık’ ölçen tutumlar topluma, insana, ama özellikle dine karşı bir kötülük niteliğini taşıyor.
Siyasetini seven, sonuç almak adına bunu yapabilir. Ama bu, dinini gerçekten sevenlerin yapacağı ve kendisine yakıştıracağı türden birşey değil. Din, hangi yelpazeden ve siyasî eğilimden olursa olsun herkesin değeri.
O halde, kendisini ‘dindar’ olarak tanımlayan insanlar dinin ‘sahibi’ değil ‘tâbii’ olduklarını bilmeli ve dinin emrettiği adalet ve merhamet ilkeleriyle konuşmayı öğrenmeli…
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
28.03.2025
26.12.2024
24.12.2024
12.12.2024
23.10.2024
26.09.2024
19.09.2024
10.09.2024
29.06.2024
11.06.2024