Mithat SANCAR
MÜNSTER / Son yazımı Edinburgh’tan yollamıştım. Oradan Almanya’ya geçtim, yıllık olağan Münster ziyareti için.
İki şehir arasında çok büyük farklar var, ama benzerlikler de. Münster’le ilişkim yirmi beş yıllık bir geçmişe dayanıyor. Edinburgh’u ise ilk kez gördüm, o koşturmaca halinde ne kadar görülebilirse tabii.
İki şehir arasındaki en büyük benzerlik, sükûnet ve huzur! Münster daha küçük, daha önemsiz, daha düzenli. İskoçya’nın kırlarını andırıyor daha çok. Edinburgh ise, politik ve turistik bir merkez!
Önemsiz dediysem, o kadar da değil; kendine göre tarihsel ve güncel “değerler”i var Münster’in de. Mesela Otuz Yıl Savaşları’nı sona erdiren 1648 tarihli Westfalya Barışı’nın müzakereleri esas olarak bu şehirde yapıldı, imzalar burada atıldı. Modern dünya sisteminin temelini oluşturan bu “barış süreci”nin bir kısmı, komşu şehir Osnabrück’te gerçekleşti; ama “Büyük Barış” daha çok Münster’in adıyla anılır.
Yaklaşık otuz yıl süreyle kıyasıya savaşan tarafların temsilcileri, Westfalya’nın merkezi olan bu şehrin merkezindeki mütevazı bir binada biraraya gelmişler. Bu bina, bugün de “Barış Salonu” adıyla bir müze olarak sürdürüyor varlığını.
Münster’in bir diğer “önemli” yanı, büyük ve köklü bir üniversiteye sahip olması. Üç yüz bin civarındaki nüfusunun yaklaşık elli bini üniversite öğrencisi. Üniversitenin diğer bileşenlerini de katarsak, nüfusun neredeyse dörtte birinin üniversiteyle doğrudan ilişkili olduğu bir tablo çıkar karşımıza. İlk kez 1987’de, henüz mesleğin çok başlarındayken üniversitesine geldiğim, sonraki yıllarda kimi uzun kimi daha kısa süreli ziyaretler yaptığım bu şehirden çok şey öğrendiğimi de söyleyeyim, bir tür şükran ifadesi olarak.
Lakin bu özellikleri Münster’i canlı ve heyecanlı bir şehir kılmaya yetmiyor. Her zaman sakin, hep düzenli, fazlaca düzgün! Yaz aylarındaysa, nüfusun önemli bir kısmı “cazip tatil merkezleri”ne kaçtığı için, birkaç kat daha öyle!
Voltaire, ünlü eseri Kandid’in başında Westfalya’yı tasvir eder. İroninin başyapıtlarından kabul edilen bu kitaptaki satırlardan, Voltaire’ın Westfalya’yı ne kadar tekdüze ve sıkıcı bulduğu hemen anlaşılıyor.
Otuz yıl süren savaşların ardından barış anlaşmasının neden öyle kolay imzalandığına dair Voltaire’e atfedilen bir anekdot var. Nerede okuduğumu şimdi hatırlamadığım bu anekdota göre, Voltaire Münster’i gördükten sonra mealen şunları demiş: Prensleri ve temsilcilerini öyle bir şehre toplamışlar ki, yapacak hiçbir şey yok. Onlar da, can sıkıntısından çatlamamak için önlerine konan her belgeyi ne içerdiklerine bile bakmadan imzalayıp kaçmışlar.
Belki o yıllarda tamamen haklıydı Voltaire, ama Münster’e bugün de sıkıcı demek haksızlık olur. Lakin buradaki huzur ve sükûn ortamının, Türkiye’yle kıyaslandığında bir tür “pozitif ütopya”ya benzediğini de inkâr edemem. Bu ortamın en büyük faydası, tefekküre, hatta kendi içine bakmaya yeterince zaman bulmaktır.
Kendi içine bakmak demişken, yani hazır bahaneyi yaratmışken, geçen gün okumaya başladığım bir yazardan söz edeyim. Bu yazarın adı Juan Carlos Onetti; memleketi Uruguay. 1909’da Montevideo’da doğmuş, 1994’te Madrid’de ölmüş. 1970’lerde bir patlama yaşayan Latin Amerika edebiyatının biraz gölgede kalmış yazarlarından. Büyük, ama ünlü değil. “Büyük ünsüz” desem, uygun kaçar mı acaba?
Onetti’nin, Varoluşçuluğun derin izlerini taşıyan bir yazar olduğu konusunda bir görüş birliği var. Kimileri Sartre’a benzetiyor daha çok, kimileriyse Camus’ye.
İlk romanı olan El Pozo (Kuyu da diyebiliriz, ama Maden Kuyusu daha uygun sanki) 1939’da yazmış. Latin Amerika edebiyatının ilk modern romanı diye nitelenen bu kısa kitap, kırkıncı doğum gününün arifesinde olan bir adamın kendi iç kuyusuna bakarak yaptığı hesaplaşmayı anlatır. Zaten Onetti’nin başta gelen meselesi de; hakikati, daha çok da kendi hakikatini aramaktır. Bu motif, başka kitaplarında da var. Nitekim son romanı olan Cuando ya no importe’nin (bunu da Şayet Artık Önemli Değilse diye çevirebiliriz) ana figürü, bir tür anti-kahraman Juan Carr ile ilk romanın başkişisi (anlatıcısı) arasındaki açık örtüşmeler de buna delalet ediyor.
Onetti, “gerçeğin” peşinde değil; onun derdi “hakikat”le. Maden Kuyusu’nun bir yerinde okuduğum şu pasaj, “gerçek” ile “hakikat” arasındaki farkı, yalın ama bana göre çok çarpıcı bir biçimde anlatıyor:
“Denir ki, yalan söylemenin çeşitli türleri vardır; fakat bunlardan en iğrenç olanı, gerçeği, bütün gerçeği söylemek ve bunu yaparken olayların ruhunu gizlemektir. Zira olayların içi her zaman boştur; olaylar, içlerine doldurulan duyguların biçimini alan kaplardan başka bir şey değildirler.”
Onetti’yi daha önce okumamıştım. İnternette yaptığım hızlı aramada da Türkçeye çevrilmiş bir eserine rastlamadım. Büyük eksiklik!..
Uçakta Notos dergisinin son sayısını karıştırıyordum. Murathan Mungan’ın Kâğıt Gemiler başlığı altındaki yazısının “Hayat, Hikâye” adlı bölümünün altını çizmiştim, tekrar bakarım diye. Onetti’yi sonra okudum ve bu bölüm ile Onetti’den aldığım yukarıdaki pasaj arasında çok içten bir bağlantı oluştu içimde. Bunu anlatabilmem için, içimde oluşan şeyin ne olduğunu, Münster’in şu huzur ve sükûn ortamında biraza daha tefekkür etmem gerekiyor. Ama sizler deneyebilirsiniz şüphesiz. İşte o bölüm:
“Bazıları hayatını yaşar, bazılarıysa hayatlarını uydururlar. Dışarıdan bakıldığında her ikisi de hayat hikâyesi olarak görünür. Oysa aralarında uçurum farkı vardır. Bunu en iyi bilenler, birinden diğerine atlamaya çalışırken iki yaka arasında kaybolanlardır. Anlattıklarını dinlemek ilginç olurdu; ama onları dinleyebilmek için kayboldukları yerden dönmelerini beklemek ve bir hikâyelerinin kalmış olup olmadığını anlamak gerekir. Herkesin buna vakti yoktur; bazı hayatlar ve hikâyeler kaybolduklarıyla kalırlar.”
Yazarlar
-
Ali BAYRAMOĞLUÖzel ve CHP’ye dair son gözlemler 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerPATRON KİM? 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluÇözüm sürecinin CHP’si daha merkezde 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURAK Parti üzerine doktora yapmış bir CHP lideri…. 15.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRBakın Şahan'ı şikayet eden kimmiş? Her balkona havuz yapan müteahhit savcıya koştu! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANİddianamenin ruhu siyasi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNECumhurbaşkanı adayını suç örgütü liderine dönüştürmek mümkün mü? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZBir iddianameden fazlası: CHP’yi dizayn girişimi 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİREN“Boğazımdan tek kuruş geçmedi” 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDEN"Arananlar" zulmü ne zaman son bulacak? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİÖzgür Özel'le kahvaltı: CHP nereye böyle? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİmamoğlu'na istenen 23 asırlık tarihi ceza: Roma İmparatorluğu kurulduğunda hapse girseydi hala ceza 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuSuriye’de ‘altın oran’ nedir? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolCHP nereye? 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçCHP hakkında kapatma davası açılır mı? Yok artık, daha neler! 14.11.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERDemokrat Kral’ın anıları 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraMemnuniyetsizler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞBir “yalanlama” yalanı: CHP üyeliği ve Kanada’ya iltica meselesinde gerçekler 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNYerel yönetimlerle işbirliği kültür politikası için hayati 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciBir iddia-nağme 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİKemalizm’in dindarlarca rehabilitasyonu 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORU‘Masumiyet karinesi’ mi, o da ne ki? 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBelediyenin açıklaması gerçekleri gizliyor mu? 13.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünBaşarılı bir diplomasi örneği… 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYeşil sarıklı hocalar bize böyle anlatmamışlardı 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZÇÖZÜM SÜRECİ KOMİSYON VE EKMEN 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAEnternasyonalizm ve Demokratik Toplum Çağrısı... 12.11.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasDüşmanımız kimdir bizim? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRHSK neden suskun? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUKürtler davete icabet ediyorlar 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalSosyalist yükseliş dağınık ama yine de oligarşiye bir darbe 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRAK Parti’nin 23 yılı: Kitle partisinden devlet partisine, siyaset dilinden güvenlik diline bir dönüş 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞÖcalan 70’lerde mi kalmış? 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞİŞ CİNAYETLERİ VE CİNAYET EKONOMİSİ… 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNAkdeniz’den Hazar’a hizalananlar ve Colani’nin Beyaz Saray günü 11.11.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilModernlik, gelenek ve Türkiye’nin zihinsel coğrafyası 9.11.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanEğer tuz da koktuysa ne yapmalı? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKBaşkanlık monarşisi (presidential monarchy) meselesi: Teorik bir izah 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTZohran Mamdani Türkiye’de neye denk düşer? 8.11.2025 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİKeşke… 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞSelahattin Demirtaş’ın yazısı, zihnimiz ve zihniyet labirenti 4.11.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN“Önerisiz veya bizzat öneriyle eleştiri” 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselVahim bir gelişme: İşgücü piyasasında daralma 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Necati KUR3 MART 1924 YASALARI 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezMor-yeşil ekonomi: Ara dönem fırsat yaratabilir 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Selva DemiralpFiyat istikrarı mı, finansal istikrar mı? 3.11.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayTrump, Fed ve para politikası: Sol, merkez bankası konusunda neyi savunmalı? 2.11.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRSÜREÇ VE "DİLİN KEMİĞİ"! 31.10.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMenzile doğru bir adım daha 28.10.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKemalizm mi daha ‘iyi’, (Yeni) İttihatçılık mı? (3) 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKDünyanın araf dönemine denk gelen Türkiye’nin çözümü 25.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇİki din, iki tanrı tasavvuru 23.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENAK Parti 2.0’a Hazır Mıyız? 17.10.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYBaşkalarının acısı… 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezGüvenli Liman: Altın ve Gümüş 14.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMAN‘Parlak gelecek’ ve sol gelecek... 12.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaSüreç yönetmenin sorumluluğu 11.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarSosyal medya çürümüşlüğü 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğluİnsanların devletlerle savaşı 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKTrump’ın dünyasına hoşgeldiniz… 3.10.2025 Tüm Yazıları
-
nevzat cingirtNeden Yazmıyorsun? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunYazmak, ciddi bir iştir 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANAlev rengi hüznüyle sonbahar… 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNÖcalan, Erdoğan’a “Seni yine başkan yaptırırız” sözü mü veriyor? 11.09.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPalantir ve "Tech. Republic" 7.09.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKENBarışı dilerken 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANTürkiye’de ve Yunanistan’da Aleviler – Yeni Bir Tablo 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYKüresel Güney Neden Çin’den Vazgeçmiyor 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEMete Tunçay 25.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANÇÖZÜM NASIL GELİR! 20.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYPutin, Trump’ı parmağında oynatmaya devam ediyor 17.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARSorumluktan kaçmak umuttan kaçmaktır 12.08.2025 Tüm Yazıları










































































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
24.03.2015
22.03.2015
12.02.2015
5.02.2015
27.01.2015
20.01.2015
13.01.2015
6.01.2015
29.12.2014
23.12.2014