Yalçın AKDOĞAN

Yalçın AKDOĞAN
Yalçın AKDOĞAN
Star GAZETESİ Tüm Yazıları
Devlet yaşatmak için var
9.01.2012
2990

 Uludere’de yaşanan acı olay, tüm Türkiye’yi derinden üzdü. Çoğu çocuk sivillerin yaşamını kaybetmesi karşısında üzüntüye garkolduk. Üzülürken çocukların etnik kökenini düşünmedik, yaptıkları işin yasal olup olmadığını umursamadık, Herhangi bir örgütle ilişkili olup olmadıklarını da didiklemedik. Kaybettiğimiz canları, kendi canımızdan bir parça olarak gördük. Devletin varlık sebebi ‘yaşatmak’tır. Toplumsal vicdan, ocakların sönmesinden, nefeslerin kesilmesinden, canların solmasından büyük ıstırap çeker. Devlet, suçluyu cezalandırmayı, ıslah etmeyi, topluma kazandırmayı hedefler, yok etmeyi değil... Bugünkü devlet yapısı da bu felsefeyle hareket etmektedir. Bu süreç, hangi örgütten, hangi etnik kökenden, hangi mezhepten olursa olsun aynı işler, adil bir şekilde işlemelidir. Birilerinin ölenlerin etnik kökenini vurgulaması ırkçı faşizmin yansımasıdır. Birilerin ölenlerin yaptığı işi, kaçakçılığı mazeret gibi takdim etmesi de büyük bir yanlıştır.

Onlar bizim ölülerimiz  

Ortada istenmeyen trajik bir olay vardır, çünkü ne Kürtlük böyle bir muameleyi hak eder, ne kaçakçılık öldürülmeyi gerektirir. BDP’nin devletin Kürtleri katlettiğini vurgulaması, etnik ayrımcılığın tipik örneğidir. Ölenlerin kaçakçı olduğunu vurgulayarak acıları tahfif etmeye çalışanlar da çirkin ve adil olmayan bir davranış içindedir. Uludere’de yaşananlar kimisine göre ‘ölümcül bir hata’dır, kimisine göre ‘operasyon kazası’, kimisine göre vahim bir hata... Böyle bir olaydan kasıt çıkarmaya çalışmak, kastı mahsusa ile Kürtlerin öldürüldüğünü vurgulamak ise büyük bir vicdansızlıktır. Bu olay için ‘kasten yapıldı’ demek, karşısındakine doğrudan ‘katil’ demektir. Bu olayı ‘etnik nefret ve katliam’ olarak takdim etmek, açıkça ‘bir arada yaşayamayız, biz düşmanız’ demektir. Peki durum bu mudur? Ortada etnik temizliğe susamış bir katil mi, bir cinayet şebekesi mi var? Böyle olduğunu iddia etmek insafsızlık değil midir? PKK ve BDP’nin böyle bir algı üretmeye çalışması, ‘ayrıştırma’ politikasının gereğidir. Toplum ayrışsın ki, bir arada yaşama ihtimali kalmasın...

Evet, Uludere’de çok talihsiz, istenmeyen ve bütün Türkiye’yi gözyaşına boğan bir olay yaşanmıştır. Devlet ne vatandaşını bilerek ve isteyerek öldürmüştür, ne de bir etnik gruba yönelik kıyım politikası uygulamaktadır.

Uludere olayının nasıl gerçekleştiği adli ve idari inceleme sonrası aydınlığa kavuşacaktır. Bu tür olayların, genel gidişata nasıl bir etki yapacağı üzerinde durmamız gerekiyor. Nasıl Habur’dan sonra yaşananlar bir süreci havaya uçurduysa, nasıl Silvan saldırısı yeni süreçleri tetiklediyse, Uludere’nin de yeni bir süreci başlatıp başlatmayacağı irdelenebilir. Habur’da bir siyasi sürecin akamete uğratılması gibi, Uludere’de de bir mücadele sürecinin boşa çıkarılması istenmektedir. Olayın kendisini tartışmak kadar önemli olan, muhtemel sonuçlarını değerlendirmektir.

Öncelikle şu hususu vurgulamamız gerekiyor: Son dönemde büyük bir çöküntü yaşayan PKK, bu olay üzerinden nefes almaya çalışmaktadır. Kuzey Irak’taki operasyonlar uluslararası meşruiyeti yüksek operasyonlar olduğu için, PKK kimseyi kendi lehine kanalize edememiştir. Türkiye kırsalında gerçekleşen nokta operasyonlar sonrasında da, şehirlerdeki KCK operasyonları sonrasında da BDP kitleyi peşinden sürükleyememiştir. Parti kapatma tartışmaları ise beklenen etkiyi yapmamıştır. Uludere, can simidi gibi yetişmiş, yeni bir çıkış kapısı olarak görülmüştür. Bu sürecin iyi yönetilmesi, istismar kanallarının kapatılması, BDP’nin hamlelerini elbette boşa çıkarabilir. Nitekim Van depremi sonrasında hükümetin attığı adımlar, istismar zeminini ortadan kaldırmıştır.

Uludere’nin sonuçları

Uludere olayı üzerinden devam etmekte olan terörle mücadele akamete uğratılmak istenmektedir. Güvenlik güçlerinin motivasyonunu kırmak, hükümetin güvenlik politikalarındaki azmi zayıflatmak... Anketlere göre terörle mücadele her geçen gün daha yüksek oranlarda halk desteği bulmaktadır. Hükümetin icraat ve politikalarında başarı skalasının sonlarında yer alan ‘terörle mücadele’ son aylarda üst sıralara tırmanmıştır. Elbette bu mücadeleden rahatsızlık duyan farklı çevreler var. Bunların başında baskıyla oluşturduğu etki gücünün bu mücadeleyle kırılmasından rahatsız olan PKK ve BDP var. Rahatsızlar kervanına Kuzey Irak’a yönelen operasyonlar sebebiyle Irak merkezi yönetimi ve Kuzey Irak yerel yönetimi ekleniyor. Suriye ve İsrail, Türkiye’nin son dönemdeki politikalarından oldukça rahatsızlar. Bir de iyi niyetli olarak güvenlik politikalarının öne çıkmasından endişe eden demokrat kesimler var. Hükümet sanki güvenlikçi bakışa esir oldu, sadece güvenlik güçleri üzerinden bu meseleyi çözeceğine inanıyor gibi bir hava estiriliyor. Bu noktada şunu vurgulamamız gerekiyor: Bugünkü terörle mücadele yaklaşımını 90’lı yıllarla örtüştürmek haksızlık olur. 

Bugün nizami, hukuk içinde, insani perspektifi kaybetmeyen bir mücadele stratejisi izleniyor. Canlı yakalanan örgüt üyeleri görüntüleri, askerin ve polisin örgüt mensuplarını ikna çabaları, şefkat ve merhametin kaybolmadığı operasyon görüntüleri farklı bir durum olduğunu ortaya koyuyor. Rahatsızlığın bir kaynağı da budur. Güvenlik politikalarının öne çıkmasını kendi lehine çevirmek isteyenlerin başında PKK gelmektedir. Çünkü 90’lı yıllarda devlet vurdukça PKK büyümüştür. Ama bu kez öyle olmamaktadır. Ne faili meçhuller yaşanıyor, ne köy boşaltmalar, ne yok etmeye endeksli operasyonlar... Son yaşanan operasyon kazası üzerinden yeni güvenlik konsepti de boşa çıkarılmaya çalışılıyor. Güvenlikle bu iş olmaz diyen arkadaşlara hep şunu söylüyorum.

Elbette sadece güvenlik politikalarıyla bu iş olmaz, zaten bu inançla hükümet çok boyutlu çalışmalar başlattı. Ama görüldü ki, bu alanda etkisiz kalmak hem sorunu derinleştiriyor, hem çözüm süreçlerini sabotaja açık hale getiriyor. Teröristin karakol basmasına, şehirde haraç toplamasına, parti temsilcilerini ve kamu görevlilerini dağa kaldırmasına, kurtarılmış bölgeler oluşturma girişimlerine karşı ne yapılabilir? Devletin güvenlik politikalarını öne çıkarması yaşananlar sebebiyle kaçınılmaz bir durumdur. Burada her yolu deneyen ama terörist dayatmalardan başka bir karşılık bulamayan devlete laf söylemek çok anlamlı görünmüyor.

Uludere olayından sonra bazı kesimlerin PKK’nın üretmeye çalıştığı ‘düşman devlet’ söylemine çanak tutması, meseleyi etnik zeminde kaşıması ayrı bir yanlış olmuştur. Devlet aygıtını ontolojik olarak kötü gören anlayışın, PKK’nın ‘düşman devlet’ argümanına güç vermesi, çözüme katkı sağlamadığı gibi, varolan gerçeklikle de örtüşmemektedir. AK Parti’yi ‘devletleşme’yle suçlayanlar da benzer bir hata yapıyorlar. AK Parti, devlet aygıtını savunmaktan ziyade yürütülen terörle mücadeleye yönelik bir duruş ortaya koyuyor. Sivilleşme denilen olgu zaten, sivil iradenin, yani siyasi iktidarın her türlü süreçlerde belirleyici olması demek değil midir? Elbette terörle mücadele de bunun bir parçasıdır. Bugüne kadar sivil yönetimin terörle mücadeleyi dışarıdan izlediği, hiçbir dahlinin olmadığı söylenir, mücadelede yapılan yanlışlıklar da buna bağlanırdı.

Türkiye’deki sivilleşmeye paralel olarak AK parti iktidarı da ilgili tüm süreçlerin kendi kontrolünde ve denetiminde yaşanmasını sağlamaya çalışmaktadır. Terörle mücadeledeki hataları gidererek daha şeffaf ve hukuki bir süreç haline getirmeye çalışan hükümet, elbette ne hataları halının altına süpürecektir, ne de ‘ben bilmem’ diyip sorumluluğu başkasına atacaktır. Bu bir geçiş sürecidir ve sivil iradenin hakim olmasını isteyenler de yeni durumu doğru algılamalıdır. Bu sivilleşmenin neticesidir ki, olaylar örtbas edilmemekte, hesap sorulmakta, kapsamlı ve objektif inceleme raporları ortaya çıkmaktadır. Bugün hem medya yapılan yanlışların üzerine gitmektedir, hem siyasi iktidar meseleleri tribünden izlemek yerine süreçlere müdahale etmekte ve hesap sormaktadır. Sivilleşmeye inanıyorsak, artık soyut devlet algısının buharlaşmasını, siyasi iktidarın ve millete hesap veren somut tüzel kişiliklerin sahne almasını sağlamak durumundayız. Bundan rahatsız olan derin devlet kalıntıları elbette varlığını koruma veya süreçleri sabote etme gayretine girebilir.

Ama sivilleşmenin, şeffaflaşmanın, hesap sorulabilirliğin, kurumlar arası uyumun bu kadar olumlu seyrettiği bir süreçte klasik jargonlarla bir itiş kakış temenni etmek kimseye fayda sağlamaz. Uludere, değişen devlet algısını da, değişen terörle mücadele algısını da sekteye uğratma girişimine dönüşmemelidir. Terörle mücadeleyi güç çekişmesine kurban etmek, ancak PKK’nın işine yarar.

BDP’nin Uludere’yi basamak yaparak farklı siyasi projelere zemin hazırlamaya çalışması hiç de iyi niyetli bir durum değildir. Karayılan’ın bir hafta önce ‘göbekten bağlı değiliz’ diyerek bağımsızlık düşüncesini tartışmaya açması, bir hafta sonra Leyla Zana’nın ‘özerklik yetmez’ demesi ayrılıkçı/bölücü projelerin tekrar sahne almasını sağlamıştır. Uludere’nin bu siyasi projeksiyonun değirmenine su taşımak için kullanılmaya çalışılması, dikkatlerden kaçmamaktadır. Ölen zavallı sivillerin taziye günlerinde kaçakçılık sorgulaması yapmak tabii ki hoş olmazdı. Ama kaçakçılık olgusunun çok boyutlu olarak ele alınması da mutlak gerekliliktir. Ekmek parası için tehlikeye sürülen çocuklar sadece işin görünen kısmıdır. Bunun arkasında milyarlarca dolarlara hükmeden kaçakçılık patronlarının ve bundan bir şekilde istifade eden terör baronlarının olduğu söylenmektedir.

Terör ortamında yaşanan istenmeyen durumların faturasını öncelikle bu ortamı üreten terör örgütüne kesmek gerekir. Yaşanan acı olaydan dersler çıkarmak, olanları tüm boyutlarıyla açıklığa kavuşturmak, ayrışmayı tetikleyen gerilimi yükseltmek yerine düşürmeye çalışmak temel sorumluluğumuz olmalıdır.

[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar