Yasemin ÇONGAR
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.
***
Romanlara, sakin bir limana girer gibi girmeyi sevmem ben; onlara sığınmayı sevmem... Açık denizler gibi hoyrat, tekinsiz, hayatla ölüm arasında ama ölüme biraz daha yakın bir şey olsun okuduğum roman; okudukça, fırtınaya tutulsun doğru bildiklerim; cümleler didiklesin içimi, huzur vermesin kelimeler; yazarın anlattıkları, anlatmadıklarını da çağırıp hafızamı biçsin dövsün, yeniden harmanlasın hatıralarımı, beni kimselerin hırpalayamadığı kadar hırpalasın isterim; yazar, öyle karakterlerle gelsin ki üzerime, yoldan çıkarsınlar beni, görmek istemediklerimi göstersinler bana, yapmak isteyip de yapamadıklarımı gözümün önünde yapa yapa korkaklığımdan utandırsınlar; tepemden baksınlar ki tevazuyla küçüleyim; kuytularıma girsinler ki kuytularımla barışayım; yalanlarımı yakalasınlar ki yeni yalanlar uydurayım kendime; yaralarımın kabuklarını kaldırsınlar ki, biraz daha kanayayım; kanadıkça yıkanayım, temizleneyim.
O yılların Paris’ine böyle dönülmüyor
Hiç benlik bir hal değil bu: Tek bir nedenle, gayet korunaklı göründüğü için başladım bu romanı okumaya; bir limana benzediği için. Çok yorulmuşum demek. Kışa bir türlü benzemeyen bir kış, evvela kış ortası gibi yapmaya çalışan bir kış sonuna ve hemen birkaç gün sonra, tam da bahar gibi bir bahar başına dönüşürken, her dönüşümünde kendi içinden geçerek, her geçişte yeniden tersyüz olduğu hissini veren bu tuhaf mevsimin kucağında, lodostan da değil, çiçeğe durmuş ağaçlardan da, penceremdeki ışığın her sabah ayrı bir parlaklıkla kırıtmasından bile değil hatta; bütün bunlardan uzak, günün her saatinde deste deste kâğıtların arasında, günün her saatinde biraz bitkin bir halde, çevrem aydınlık da karanlık da olsa, hep aynı loşluğun ortasında oturup, hep aynı beyaz ekrana bakarak, bir devletin kendi iç yazışmalarını içlerinde fazla bir mesnet aramadan, pek bir mizah bulamadan ve neredeyse hiç mola vermeden okumaktan usanmışım.
1965 doğumlu Amerikalı şair ve romancı Paula McLain’in The Paris Wife (Paris’teki Eş) kitabını, biraz durmak, dinlenmek, sığınmak için elime aldığımda, başıma gelecekleri hesaplayamadığımı anlamam uzun sürmedi ama... The Paris Wife, iki sözle çekmişti beni kendine; “Önemli olan Fransa’nın sana ne verdiği değil, neyi senden almadığıydı” diyordu Gertrude Stein ve bunu, “Doğru olan tek bir şey yoktur. Hepsi doğrudur” diyen Ernest Hemingway’e söylüyordu.
Türkçeye, ne hikmetse, Paris Bir Şenliktir (Saydam Özel’in tercümesi, Bilgi Yayınevi, 1975) diye çevrilen A Moveable Feast ’te Hemingway’in 1920’lerin Paris’ini “skeçler” halinde anlatmasını, yıllar içinde, defalarca ve sanırım tam da Hemingway’in istediği üzere “skeçler” halinde okumuştum. Dahası, Michael Reynolds’ın (1937-2000) beş ciltlik Hemingway biyografisini, Hemingway’in romanlarından galiba daha fazla sevmiş; o ciltler arasındaki The Paris Years (Paris Yılları) kitabını ise, Hemingway’in başka hiçbir şeye kolay kolay değişmeyeceğim kısa hikâyeleri ve Paris “skeçleri” kadar benimsemiş; tıpkı onlar gibi, şehirden şehire, kıtadan kıtaya yanımda taşıyıp durmuştum.
Şimdi McLain, işte o yıllara, Hemingway’in Gertrude Stein’la, F. Scott Fitzgerald’la, Ezra Pound’la, James Joyce’la, John Dos Passos’la, Joan Miro’yla, Ford Madox Ford’la, Pablo Picasso’yla, Juan Gris’le ve tabii, kadın üstüne kadın üstüne kadınla olduğu Paris günlerine dönmeyi vaat eden bir roman yazmıştı; o kadınlardan birini, Hemingway’in ilk ve belki de en silik karısı, Hadley Richardson’ı aradan seçip ön plana alarak yapmıştı bunu. “Papa”nın daha “Papa” olmadığı, en azından “Papa” gibi görünmediği, henüz o sakallı, babacan, kucaklayan, bütün sertliğine rağmen yumuşak bakışlı, bütün hırçınlığına rağmen sakin duruşlu hallerine bürünmediği zamanlardaki karısıydı Richardson; çok büyük bir yazar olmayı aklına koymuş bir gazeteciyle evliydi o... Hemingway, Birinci Dünya Savaşı’nı yaşamış, 1918’de, Milano’da, sonradan Death in the Afternoon’da (Öğleden Sonra Ölüm) anlatacağı gibi, ölümü görmüş ve ondan kurtulmuştu ama, henüz yenememişti ölümü; kitapları yayımlanmamıştı daha. Toronto Star gazetesine Avrupa’dan haberler yapıyordu; içinde taşıdığını bildiği kudreti demlendiriyordu belki; Paris’te büyümeye çalışıyordu.
Yirmi sekiz yaşındaki Richardson’la tanışıp evlendiğinde yirmi yaşındaydı Hemingway; bir yıl sonra birlikte Paris’e yerleştiler. McLain, Richardson’la Hemingway’in 1920’de tanışmalarından 1927’de boşanmalarına kadar süren renkli ama baharatsız beraberliklerini, Paris dekorundan ve o dekorun önünde belirip kaybolan yazarlardan, şairlerden, ressamlardan bolca yararlanarak anlatıyor. Öyle ki bazen, “Hemingway’in Paris’i” esprisinde başlıklarla turist avlayan edebiyatsever seyahat rehberlerinden birini elinize almış o caféden bu caféye dolaştığınız hissine kapılıyorsunuz okurken; bazen de A Moveable Feast ’in ortasında, bir romandan ziyade, bir hatıratta, bir belgeselde buluyorsunuz kendinizi.
Richardson’ın diliyle, onun gözünden yazıyor McLain; sığ bir dil bu, dar bir bakış hatta. Romanın bir yerinde,“Gazetecilik senin için bitti artık,” diyor Gertrude; “artık ortaya çıkıp, yazman gerekeni yazma zamanın geldi.” Bir bardak daha armut likörü alırken kendine, “Tanrı biliyor ya buna hazırım” diyor Ernest. Ve siz, o iki epigramı, her diyalogda biraz daha özlüyorsunuz; o yılların Paris’ine de, o Paris’in yüzlerine de McLain’in romanından dönülmediğini her kavrayışınızda, Stein’la Hemingway’in kitabın başındaki gerçek sözlerine dönüyorsunuz.
Çok daha “genç” bir inattır Hemingway
Limanlar bana göre değil velhasıl... Ama demir almak, bir limandan bıkmakla mümkün oluyor bazen. The Paris Wife ’ı okumaya daha ziyade bu niyetle devam ettim sanırım; McLain’in, kim bilir belki de aslına fazlasıyla uygun anlattığı Richardson, Hemingway’i benim kafamdaki Hemingway yapan iki olayda da, değil hakkınca hoyratlaşıp itip kakmak, şöyle usulca bile dürtmeyince beni, içimi ürpertmeyince, nefesimi azıcık olsun hızlandırmayınca, romanın sayfalarını açık bırakıp, o muazzam biyografiye, Reynolds’ın The Paris Years kitabına döndüm.
Hemingway’i İspanya İç Savaşı’ndan, Küba’dan, boğa güreşlerinden ve altmış iki yaşını doldurmasına iki hafta kala, Idaho’da bir av tüfeğiyle kendini vurmasından tanıyanlardan değilim ben; benim için çok daha “genç” bir inattır Hemingway...
1922’de Türkler Rumları, bu diyarın Rum şehirlerini yakıp yıkarak Anadolu’dan kovarken, “Hayır, gitme, yapamam” diye yolunu kesen karısına rağmen, İstanbul’u, İzmir’i gidip görme inadıdır daha ziyade ve yazmış olduğu her şey, karısı tarafından bir bavulun içinde kaybedildiğinde, bir yandan öfkeyle, hiddetle azıp kudurabilmek ama bir yandan da, “kaybolan sayfaların hangisi iyiydi, hangisi kötü...” diye kendi kendine cesur itiraflarda bulunurken, her şeyi yeniden ve daha sağlam yazabileceğini pekâlâ bilmek ve sonunda hakikaten de yazmaktır.
İzmir yanıyordu ve gidecekti elbet
15 Eylül 1922’de, Richardson-Hemingway çiftinin Rue Mouffetard’daki küçük apartman dairesine gelen gazetenin manşetinde “İzmir Yanıyor... 1000 ölü var” yazar. Yangın, şehrin Ermeni mahallesinin göbeğinde başlamış, altmış bin Rum ve Ermeni evsiz kalmıştır. İzmir Limanı’ndaki destroyerler, gece boyunca, kordondaki telaşlı kalabalığın üzerine tutmuşlardır projektörlerini. Bir Fransız muhabir, “Biz limandan ayrılırken” diye anlatır, “alevleri kontrol altına almak artık imkânsız görünüyordu. Bütün şehir yanacaktı belli ki...”
Hemingway, hemen gazetesine telgraf çekip, “200 dolar gönderin, dokuz dolar da günlük verin, Konstantinopol’a gidiyorum” diye yazar. “Ben de hep İstanbul’u görmek istemiştim” der bir arkadaşı; “Konstantinopol daha güzel bir kelime değil mi ama” diye karşılık verir Hemingway, “ya da Bizans...”
McLain, Hemingway’in bu heyecanını, Richardson’ın ağzından öldürerek yazarken; Richardson’ın “Gitme” derkenki direnişi de sönmeye, soğumaya mahkûm bir serzenişe indirgeniyor ister istemez. Birkaç hafta sonra, Pera Palas’taki odasının pencerelerinden “Türk şehrinin çamur renkli kare evlerine... incecik kirli- beyaz deniz fenerleri gibi yükselen parmak minarelerine...” bakan Hemingway’in gördüklerini Richardson gibi McLain de göremezken, Reynolds, Hemingway’e o dumanlı akşamı tarif ettiren tutkunun, kısa süre sonra, 4 ekimde Mudanya Antlaşması imzalanırken çoktan dinecek olan bir gazetecilik hevesiyle değil, kırk yıl daha dinmeyecek bir yazarlık inadıyla beslendiğini her virgülde hissettiriyor.
Kaybolanlardan kalanlarla sürer hayat
The Paris Wife, 1922’nin aralık ayının, Richardson-Hemingway evliliği için nasıl büyük bir kayıpla başladığını anlatıyor anlatmasına ama siz, o bölümlerde de, bu “kaybın” kendi içinde büyüyebileceğini, belki de bir keşfe, bir varlığa dönüşüp, sizde bir şeyler bırakabileceğini umarak, boşuna bekliyorsunuz. Richardson, Lozan’da trene binerken bir hamala emanet ediyor elindeki bavulu; içinde Hemingway’in o güne kadar yazdığı bütün “edebiyat” var; Richardson dikkat etmiyor, bavul çalınıyor ve McLain, bu büyük “kaybı,” pişman bir kadının gözü yaşlı çaresizliğinde gerçekten de kaybolup gitmeye mahkûm ediyor.
Çaresiz, Reynolds’ın biyografik anlatımına dönüyor içinizdeki okur; hayatın romandan daha şehvetli olabileceğini hissettiren bir roman, sizi kendinde tutmuyor pek; limandan çıkıp dalgalara bırakıyorsunuz kendinizi. Orada, Reynolds’ın Hemingway’i var; Lozan görüşmelerini izlemek için, yazıp kaybettiği her şeyin boş bıraktığı bir çantayla Paris’ten gece trenine bindiğinde, olması gerektiği gibi yalnız:
“İşte bu kadar. Karını bir ziyaret için yanına çağır, bir yıl boyunca yazdığın her şeyi kaybetsin. İşte tam da bu kadar. Bir arkadaşla konuşmak istiyordu ama Ezra, Rapallo’daydı; Gertrude ise hâlâ St. Remy’de. Daha sakindi şimdi, bir şişe şarapla gevşemişti; en kötüsünü biliyordu artık, ona yapabilecekleri daha kötü bir şey yoktu. İçindeki acılığı hazmetmeye çalışarak kaybettiklerini tek tek düşündü. Savaşta geçen Chicago romanı için yas tutmaya değmezdi; aylardır dokunmamıştı ona, en baştan itibaren yeniden yazması gerekiyordu zaten. Geçen yazdan beri biliyordu bunu. Kayıp şiirlerden vazgeçebilirdi. Hikâyelerden ve Paris skeçlerinden vazgeçemezdi ama...”
O muhteşem hikâyeleri ve skeçleri mutlaka yeniden yazacağını bilen bir Hemingway’dir McLain’in romanına bir türlü giremeyen adam. Hemen o gece, o trende, Lozan Barış Antlaşması daha yapılmamışken, muhtemel anlaşmaya da, anlaşma peşindeki Mustafa Kemal’e de, Georgiy Çiçerin’e de, Lord Curzon’a da öfke duyarak, şu cümlelerle yeniden yazmaya başlayan adamdır: “Hepsi de barış yaptılar... Barış ne?”
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZ12 Mayıs, Bahçeli, mecburiyetler 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKYolsuzluklar, barış ve biz 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYOtoriterlikten Demokrasiye 12.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
5.12.2013
24.09.2013
27.07.2013
29.05.2013
1.04.2013
8.12.2012
1.12.2012
17.11.2012
10.11.2012
3.11.2012