Zülfü DİCLELİ

Zülfü DİCLELİ
Zülfü DİCLELİ
Tüm Yazıları
21. yüzyıl: melezler, melezleşmeler ve melezlikler yüzyılı (2)
6.09.2011
4223

20. yüzyıl batının hegemonyasıyla başladı. Dünyanın hâkimi Büyük Britanya İmparatorluğuydu. Yüzyılda daha sonra kapitalist sistem ile sosyalist sistemin karşı karşıya geldiği iki kutuplu bir dünya belirdi. Ama her iki sistemin dünya görüşü ve ideolojisi batı kaynaklıydı. Sosyalist sistemin çökmesinin ardından bir süre ABD dünyanın tek hâkimiymiş gibi göründü. Bu dönem boyunca bu ülkenin tarihsel deneyimine ve çıkarlarına dayalı, politik sisteme, ekonomik ve sosyal politikalara ilişkin görüş ve reçeteler ve yaşam tarzı anlayışları tüm dünyaya yayıldı. 20. yüzyıl sona ererken batının hegemonyasındaki bir dünya hep sürecek gibiydi. “Tarihin Sonuna” gelindiği bile ilan edildi. Batı dışında kalan ülkelerin önünde batının modernleşme yolunu izlemekten başka bir seçenek olmadığı ileri sürülüyordu. 

Gerçekten de politik sisteme, kapitalistleşmeye, ekonomik büyümeye, sosyal politikalara ilişkin batı kaynaklı teori ve reçeteler karşısında, başarısı pratikte kanıtlanmış alternatif yaklaşımlar da pek yoktu. Sosyalist projenin iflas etmiş olması batının görüşlerinin üstünlüğünü daha da pekiştiriyor gibiydi.

Türkiye’de de durum çok farklı değildi. İlkokuldan üniversiteye ülkenin tüm eğitim sistemi batı kaynaklı görüşlerin öğretilmesi temelinde oluşturulmuştu. Ayrıca (alfabe, dil, eğitim vb. inkılaplarıyla)kendi doğulu kültürel mirasıyla olan bağları da koparılmıştı. İktisattan sosyolojiye, politik bilimlerden sosyal psikolojiye tüm sosyal bilimler, batının kendi tarihsel deneyimi temelinde şekillendirmiş olduğu sosyal bilimler temel alınarak öğretiliyor ve uygulanıyordu. Ülkedeki Kemalizm, liberalizm, sosyal demokrasi ve marksizm gibi etkin politik ideolojilerin hepsi batı kaynaklıydı ve batının politik kavram ve reçeteleriyle çalışıyorlardı. Ve genel olarak batılı yaşam tarzı örnek alınıyordu.

Özetle diyebiliriz ki, tüm 20. yüzyıl boyunca tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de başat politik görüş ve reçeteler hep batı kaynaklı oldu. Bu ideolojik üstünlüğün (ya da yumuşak gücün) temelinde batının ekonomik, politik, askeri üstünlüğü (ya da sert gücü) yatıyordu.
Ne ki batının hegemonyasının boy atmaya başladığı ilk günlerden bu yana batı-dışı dünyada hep kendini hissettirmiş şöyle bir sorun vardı: 

Batı ülkeleri birey yönelimli bir geçmişe sahipti. Amerikalılar ve Avrupalılar, kökleri bireylerin bir araya gelerek bir topluluk ya da devleti meydan getirdiği antik Yunan uygarlığına kadar uzanan bir gelenekten geliyorlardı. Bu gelenek, bireyin topluluk ya da devletten özgürleşmesi konusunu en başa alıyordu. Dolayısıyla batının geliştirip uyguladığı ve savunduğu politikalar da bireye ve onun çıkarlarına ilişkin bu anlayıştan yola çıkıyordu. 

Buna karşılık, bizim ülkemiz de içinde, dünyanın geri kalan kısmı daha çok grup yönelimli bir tarihten geliyordu. Bireyler arasındaki ilişkilerin her zaman diğer insanlar ve içinde bulunulan topluluğun bütünü bağlamında tarif edildiği grup yönelimli toplumlarda ise birey kendini bir ailenin, aşiretin, köyün, eyaletin, etnik grubun, nihayet bir devlet ya da ulusun parçası olarak görüyordu.Grubun çıkarları en başta geliyordu.

İşte bu temel farklılık yüzünden batı kaynaklı politika ve anlayışlar batı dışı toplumlarda uygulandığında batıda alınan sonuçlar alınamıyordu. Bu yolda ısrar edilmesi ise tam bir çıkmazla sonuçlanıyordu. [Bunun en uç ve acı örneği ABD’nin “ulus inşasına” kalkıştığı Irak’ta yaşandı.]

Bu yüzden batının yolunu izleyerek modernleşen batı dışında hiçbir ülke olmadı. Buna karşılık hem batının etkilerini içeren hem de kendi özgül geçmişinin mirasından yararlanıp yaratıcı harmanlar oluşturan ülkeler çağdaşlaşma―dünyayı değiştirmenin mümkün olduğuna inanma, sanayileşme, kentleşme ve kapitalistleşme― hedefinde başarı kazandılar. Burada ilk örnek Japonya oldu. Ardından bazı küçük Uzak Asya ülkeleri ve son olarak da Çin geldi. [Japonya, 1945 sonrasında Amerikan işgali altında bazı batıcı reformlar yapmış olmakla birlikte, her bakımdan batı-doğu karması melez bir ülkedir, ne demokrasisi ne serbest piyasası batıdaki gibidir, kültürü hiç değildir.] 
Çin’in melez bir gelişmeyle son on yıl içinde her alanda elde ettiği muazzam başarıların da etkisiyle dünyada birçok şeyi değişti ve değişiyor:

Bugün Amerikan hegemonyası hızla zayıflıyor ve çok kutuplu ve merkezsiz bir dünya ortaya çıkıyor. Batının üstünlüğü eriyor ve çoğul modernleşmeler boy atıyor, ülkeler farklı farklı yollardan çağdaşlaşabiliyor.

Tarihin sonu gelmedi. Tüm 20. yüzyıl boyunca süren üstünlüğüne rağmen batı, batı-dışı ülkeleri aynı yoldan çağdaşlaştırmayı başaramadı. Batı iddiasını kaybetti! 

Ama batının bu etkisi batı-dışı dünyada kuşkusuz birçok şeyi değiştirdi ve sonuçta birçok yerde geleneksel ile modernin, tarım toplumuyla sanayi toplumunun karması yapılar ortaya çıktı. Bu ülkeler saf doğulu olarak kalmaktan çoktan çıktılar (tıpkı şimdi de batının giderek saf batılı olmaktan çıkmaya başladığı gibi). 

İnsanlığı yükselen Çin’in hegemonyası altına girmek gibi bir perspektif beklemiyor. Çin yeni bir iddiayı seslendirmeyecek kadar bilge görünüyor. Kaldı ki böyle bir perspektif gerçekçi olsa bile, eğer tüm ülkeler hep birlikte önlem almayacak olurlarsa, küresel sorunlar ondan önce insanlığı yere serecektir. Bugün dünyada tek evrensel olgu, diyalog ve işbirliği ihtiyacıdır. 

Kimsenin değerleri diğerlerinden üstün, kimsenin çıkarları diğerlerinkinden değerli olamaz. Kimse kendi anlayışının evrensel olarak geçerli olduğunu ileri sürebilecek durumda değildir. Dünya barışının korunmasının yolu ve küresel sorunların ―açlık, yoksulluk, sağlık hizmetleri gibi sosyal sorunların ve küresel ısınma ve benzeri ekolojik sorunların ―çözüm yolunun açılması böyle bir anlayışın benimsenmesi ve küresel ilişkiler sisteminin temeli haline gelmesiyle mümkün olacaktır. 

60 milyon insanın öldüğü İkinci Dünya Savaşından sonra Birleşmiş Milletler Örgütü kurulmuş ve üye ülkeler hep birlikte 1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini kabul etmişlerdi. Beklenebileceği gibi bu bir uzlaşma belgesi olmuştu. 

Amerikalılar ve Büyük Britanya gibi diğer birey yönelimli ülkeler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini kaleme alırken, esas olarak siyasi ve medeni haklar üzerinde durmuş, ekonomik, sosyal ve kültürel hakları “haktan” çok kişilerin bireysel düzeyde yararlanabileceği “fırsatlar” (iş, sağlık, eğitim olanakları gibi) şeklinde görmüştü. 

Sovyetler ve dünyanın geri kalan kesimi (dünyanın yaklaşık yüzde 90’ı “grup yönelimli” olduğundan) hep, insanların ekonomik, sosyal ve kültürel haklara fiilen sahip olabilmesi için asıl önemli olanın iş, konut, eğitim ve sağlık hizmeti gibi temel insan haklarının devlet tarafından sağlanması olduğunu ileri sürmüşlerdi. 

Bu iki görüşü Evrensel Bildirge’de uzlaştırmanın yolu insan hakları konusundaki her iki görüşe de yer vermekten geçiyordu –bireyci yaklaşıma göre Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, toplumcu görüşe göre Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar Sözleşmesi formüle edildi. Ne var ki, bu hakların sağlanmasından kimin sorumlu olacağı (birey mi topluluk mu) belirtilmiyordu.

Ancak aradan geçen 60 küsur yıl içinde batıda sosyalizmin ve sosyal demokrasinin etkisiyle Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar alanında, doğuda ise liberalizmin etkisiyle Medeni ve Siyasi Haklar alanında dev adımlar atıldı.

Önümüzdeki on yıllarda bu karşılıklı etkileşim, iç içe geçme, melezleşme süreçleri derinleşerek devam edecek gibi görünüyor. Doğu batıdan, batı doğudan giderek daha çok etkilenecektir

Çünkü; küreselleşme dünya çapında karşılıklı bağımlılığı artırıyor. İnternet ülkeler, halklar, kültürler arasında yeni köprüler kurulmasına temel oluyor. Tarihsel gelişim tüm dünyada giderek eşzamanlı yaşanır hale geliyor. Sanayi toplumu ulus-devlet örgütlenmelerini aşarak yerini giderek küresel çapta işleyen bir bilgi toplumuna bırakıyor.

Bu “yeni normal”, tek paradigmalı düşünmekten vazgeçip, farklı paradigmalardan bakabilen, hatta karşıt fikirlerden yeni harmanlar oluşturabilen yaklaşımları çağırıyor.

Bireysel olan ile toplumsal olanı, sol politikalarla liberalizmin politikalarını, batı ile doğunun çözümlerini, dünyevi görüşlerle aşkın görüşleri, geleneksel ile moderni, dikey örgütlenmeler ile yatay örgütlenmeleri birbirlerinin karşısına koymadan eşit değerde yararlanılabilir sayıp yeni arayışlara, yeni buluşlara temel yapmak gerekiyor. 
 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yorumlar (1)
  • memet

    memet

    12.11.2012 13:03

    ne diyorsun ya?okumaya degmez

Yazarlar