Bekir AĞIRDIR

Bekir AĞIRDIR
Bekir AĞIRDIR
Tüm Yazıları
Türkiye, küresel karmaşanın ve içsel tıkanmanın tam ortasında duruyor
7.07.2025
71
Edip Cansever’in dediği gibi “Dağılmış pazar yerlerine benziyor memleket.” Günün sonunda toplanmayan tezgâhlar, yerlere saçılmış meyveler, birbirine karışan sesler… Herkes bir şeyler satmaya, bir şeyler anlatmaya çalışıyor; ama ne duyan var ne dinleyen. Ne hangi tezgâh nerede belli, ne de neyin kıymeti. Oysa pazar yerleri düzenliyse bereketlidir; karmakarışık olduğunda geriye sadece yorgunluk kalır

Dünya, bir çağ kapanırken diğerine henüz tam açılmayan donmuş bir zaman aralığında yolunu bulmaya çalışıyor. Eski düzenin kurumları, kuralları ve kavramları meseleleri taşıyamıyor; yeni olan ise henüz inşa edilmedi. Küresel ekonomik krizler, iklim felaketleri, savaşlar, otoriterleşme, göçler, teknolojik tekelleşmeler; her biri başka bir hayatın kapısında beklediğimizin ama kapının bir türlü açılmadığının işaretleri.

Bu zaman aralığını anlatabilmek için uzay filmlerindeki bir sahneyi metafor olarak kullanıyorum ben. Uzay aracının atmosferden çıkarken veya dönüşte girerken 30-40 saniyelik bir zaman diliminde dünya ile iletişimi kesiliyor. Göktaşları arasında, sarsıntılı bir kısa yolculuk anı. Astronotların yüzü çarpılmış, araç yanacak mı, parçalanacak mı yoksa geçiş başarılacak mı? Dünya bence böyle bir zaman aralığında ama bir farkla. Süre 30-40 saniye değil belki de 30-40 yıl ve belli ki biz hala bu sürenin ilk yarısındayız.

İşte tam da bu geçiş anında Türkiye, bir köprü ülke olmanın ötesinde, üç küresel çatışma alanının - ekonomik, siyasal ve kültürel bölüşüm mücadelesinin - tam merkezinde. Üstelik aynı zamanda Türkiye, gezegenin ritim değişikliğinin ve teknolojik sıçramanın zorladığı çağ değişiminin de yaşandığı bir ülke. Ne bu kavganın dışında kalabilir ne de sahnenin hâkimi olabilir. Ama tam da bu “kırılgan merkezilik” konumu, Türkiye’yi edilgen değil, yön verici bir aktör olmaya zorlar. Fakat yön vermek için önce kendi içinde yönünü, hikâyesini, toplumsal uzlaşmasını bulmak zorunda.

Türkiye bugün yalnızca ekonomik krizin değil, anlam krizinin de içinde. Kurumlar yıpranmış, toplumsal güven dağılmış, siyasal temsil erozyona uğramış durumda. Yurttaşın devletten, bireyin toplumdan koptuğu; kimliklerin birbirine karşı mevzilendiği, hakların lütuf gibi sunulduğu bu düzlemde “geleceğe dair hikâye” yalnızca eksik değil, neredeyse olanaksız görünüyor. 

Hele eleştirilere, itiraza, protestolara karşı gelişen hoyrat şiddeti yaşadıkça, “yakarız da yanarız da” haykırışlarıyla verilen gözdağını gördükçe, siyasetin mahkemeler eliyle yeniden biçimlendirildiğine tanıklık ettikçe umut yerine umutsuzluk büyüyor içimizde.  

Peki Türkiye bu karmaşadan nasıl bir çıkış yolu bulabilir? Bu soruya cevap ararken, önce cesaretle yüzleşmeye, sonra sakince yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Ve nihayetinde yeni bir toplumsal mutabakat, yeni bir ortak gelecek tahayyülü kurmaya mecburuz.

Yaşadıklarımız küresel meseleler kadar kendi krizlerimiz de 

Türkiye, küresel buzul çağın sisleri içinde yalnızca dış kaynaklı türbülanslardan etkilenmiyor; kendi içindeki yapısal sorunlar da bu karmaşada yönünü tayin etmeyi zorlaştırıyor. Temel meselelerimiz belli aslında. 

Birincisi, devletin taşıyıcı kolonları olan kurumlar, uzun süredir tarafsızlığını ve etkinliğini yitirmiş durumda. Hukukun üstünlüğü ilkesi, yalnızca mahkeme kararlarında değil, gündelik hayatın her anında ve toplumsal vicdanda da zayıflıyor. 

İkincisi, toplumsal kutuplaşma ve kimlik siyaseti kalıcılaşıyor. Siyasetin, farklılıkları yönetme sanatı değil, kimlikleri birbirine karşı tahkim etme aracı haline gelmesi toplumsal bütünlüğü zedeliyor. Kimlikler, kendi başlarına birer değer olmaktan çıkıp siyasal kutuplaşmanın araçlarına dönüşüyor, ortak yarar, ortak gelecek fikri cılızlaşıyor. Daha da önemlisi ortak yaşama iradesi eksiliyor.

Üçüncüsü ekonomik kriz, yoksullaşma ve gelecek endişesi yayılıyor ve derinleşiyor. Yüksek enflasyon, gelir adaletsizliği, genç işsizliği ve sosyal güvencesizlik; yalnızca ekonomik göstergeler değil, aynı zamanda toplumsal huzurun da barometresi haline geldi. İnsanlar yalnızca bugünden değil, yarınından da kaygılı. Yatırım, üretim, tasarruf değil; savunma, kaçış ve idare etme davranışı hâkim.

Dördüncüsü siyasetin krizi. Siyaset seçim kazanmaya, seçim kazanma kimlik sayımına dönüştüğü, siyasetçinin yurttaşa değil partisine ve lidere bağlı olduğu bir siyasi kültür oluştu. Öğrenme, yeni inşalardan yeni fikirlerden beslenme özelliği kaybolmuş ve giderek sorunları çözme kapasitesini yitirmiş bir siyaset toplumsal itibarını ve güvenini kaybediyor. 

Tüm bu karmaşa her gün daha da merkezileşen, daha da hesap verebilirlikten, şeffaflıktan uzaklaşan bir yönetim biçimiyle yönetilmeye çalışılıyor. Üstelik merkeziyetçi yaklaşım şimdi toplumu da siyaseti de yeniden çerçevelemeye, bir zihni bakışı hepimize dayatmaya çalışıyor. 

Sorun çözme yeteneğimizi kaybettik. Daha da önemlisi yalnızca gidişattan kaygılanmaktan öte geleceğe ortak umudumuz her gün biraz daha eksiliyor. Ortak ufkumuzu, yönümüzü kaybettik aslında.

Bir yönsüz koşu tutturduk, hiçbir yere varamadan koşuyoruz

Bir yandan bu ülke çok enerjik bir ülke. Genç, hareketli, cevval. Herkesin bir fikri, bir önerisi, bir tepkisi var. Herkesin bir hikâyesi var. Ama bu enerjiyi nereye harcadığımız, neyi beslediğimiz, neyi büyüttüğümüz asıl mesele.

Çoğu zaman Türkiye, enerjisini yanlış yerde, yanlış biçimde ve yanlış zeminde harcıyor. Dert büyük ama çare, küçük ve dar tartışmalara sıkışıyor. Korkular, öfkeler, kimlikler üzerinden siyaset yapanlar, bu toplumun enerjisini çözüme değil, gerilime yönlendiriyor.

İnsanlar yoruluyor ama dinlenemiyor. Konuşuyoruz ama anlaşamıyoruz. Değişiyoruz ama gelişemiyoruz. En çalışkan çocuklarımız bile bu ülkenin dışında nefes almak istiyor.

Bu coğrafyada asıl ihtiyacımız olan şey, yönsüz koşmak değil; nereye koşacağımıza karar vermek. Zeka var, gençlik var, umut da var. Ama ortak hayal yok. Ortak kelimeler yok. Ortak zemini yitirdikçe, enerjimiz de dağınıklaşıyor.

Kimin neye hakkı olduğunu, kimin hangi acısının daha meşru olduğunu tartışmakla geçiyor yıllar. Oysa hepimiz bu toprağın evladıyız. Ortak iyiyi aramadan hiçbirimiz iyi olamıyoruz.

Üstelik bu arayışın kendisi bile artık tedirginlik yaratıyor. Katılım yerine itaatin, müzakere yerine talimatın hâkim olduğu bir dil yayılıyor. Oysa bir toplumun enerjisi sadece gençlerinden ya da ekonomisinden değil, aynı zamanda söz söyleme cesaretinden, karar alma süreçlerine dahil olma iradesinden beslenir. Bugün memleketin en büyük yorgunluğu, yalnızca ekonomik değil; aynı zamanda demokratik bir tıkanmışlıktan da kaynaklanıyor.

Edip Cansever’den defalarca alıntıladığım gibi: “Dağılmış pazar yerlerine benziyor memleket.” Günün sonunda toplanmayan tezgâhlar, yerlere saçılmış meyveler, birbirine karışan sesler… Herkes bir şeyler satmaya, bir şeyler anlatmaya çalışıyor; ama ne duyan var ne dinleyen. Ne hangi tezgâh nerede belli, ne de neyin kıymeti. Oysa pazar yerleri düzenliyse bereketlidir; karmakarışık olduğunda geriye sadece yorgunluk kalır.

Devlet dediğimiz yapı, sadece denetleyen, cezalandıran, talimat veren bir aygıt değil; aynı zamanda duyan, dinleyen, eşlik eden bir akıldır. Ama uzun zamandır bu topraklarda, devletin dili yumuşamıyor; yüzü insana dönmüyor. Vatandaşına güvenmeyen, onu potansiyel sorun olarak gören bir devlet tutumu, zamanla toplumun da devlete güvenini aşındırıyor. Oysa bu ülkenin insanı, yalnızca hizmet beklemiyor; aynı zamanda görülmek, duyulmak ve ciddiye alınmak istiyor. İktidarın da muhalefetin de kurumların da bunu unutmaması gerekir.

O yüzden artık yönsüz bir koşuya daha tahammülümüz yok. Herkesin kendi yoluna gittiği ama kimsenin ortak bir yön duygusuna sahip olmadığı bir memlekette, enerjimiz ne kadar yüksek olursa olsun dağılmaya mahkûm. 

Türkiye’nin gerçek potansiyeli, sadece genç nüfusunda, coğrafi konumunda ya da girişimci ruhunda değil; aynı zamanda ve her şeye karşın hala içimizde olan, yeniden bir arada, onurlu yaşam arzusunda yatıyor. Bunu da mümkün kılan tek yaşam biçimi demokrasi. Demokratik bir Türkiye hayal etmek artık lüks değil, zorunluluk. Çünkü demokrasi, yalnızca seçim değil; bir toplumun birbirine güvenme biçimidir de. Bu güveni yeniden inşa etmek zorundayız. Bunu da ancak kapsayıcı bir dil, adil kurumlar ve ortak gelecek duygusuyla başarabiliriz.

Her krizin içinde bir imkân saklıdır 

Türkiye, küresel ve yerel düzlemde birçok zorlukla karşı karşıya olsa da aynı zamanda bu yeni çağda kendi rolünü yeniden tanımlayabilecek tarihsel, kültürel ve toplumsal olanaklara da sahip. Bu fırsatların farkına varmak ve bunları yeni bir ortak hikâye inşasında kullanmak mümkün. Yeni hikayenin diğer bir boyutu da küresel bir iddia olabilir aslında: Her gün Gazze’de, Afrika’da, Batı’nın tüm merkezlerinde ve kararlarında görüyoruz ki ulaşmaya, kopyalamaya çalıştığımız “muasır medeniyetin” kendisi de ekonomik, siyasi, ahlaki krizde. Öyleyse muasır medeniyete de can verecek, ruh üfleyecek yeni bir iddiayı ve başarıyı dünyanın Türkiye’sinde üretebilir miyiz?

Siyasetin kimliklere ve kutuplaşmalara sıkışmış olmasına karşın hala en büyük avantajımız çoğulcu toplumsal dokumuz. Türkiye, çok farklı etnik, kültürel ve mezhepsel kimliklerin bir arada yaşadığı nadir toplumlardan biri. Bu çeşitlilik, çatışma kaynağı değil, bir arada yaşam tecrübesinin ve demokratik kültürün zemini olarak görülmeli. Ortak gelecek bu farklılıkların temsiliyle mümkündür.

Ama asıl büyük avantajımız sahip olduğumuz müthiş bir krizlerden öğrenme hafızamız. Türkiye toplumu defalarca ekonomik, siyasal ve toplumsal kırılmalar yaşamış bir toplum. Aynı zamanda bu coğrafya on iki bin yıllık insanlığın gelişiminin tüm belleğine sahip. Bu coğrafya kaç türlü kimliğe, inanca, kültüre, yaşam biçimine tanıklık etmiş. Bu topraklarda bu deneyim birikimi yalnızca yıkımlar, kayıplar değil; aynı zamanda direnç, yaratıcılık ve uyum kabiliyetini de içinde taşıyor. Bu hafıza, önümüze bir ortak ufuk, bir ortak hikâye geliştirebilmek için değerlendirilirse bir toplumsal esneklik avantajına dönüşebilir.

Unutmayalım her şeye rağmen hala ayakta kalan, toplumsal dayanışmayı örgütleyen, kültürel hayatı canlı tutan, dağlardaki çoban ateşleri gibi kıpır kıpır enerjileriyle gençler, kadınlar, girişimciler, yerellerdeki sivil yapılar, belediyeler, mahalle inisiyatifleri, kadın örgütleri, gençlik örgütleri ve hatta okul aile birlikleri, öğrenci veli WhatsApp grupları Türkiye’nin gelecek enerjisi rezervleridir. Güçlendirilir ve merkezin baskısından kurtarılırsa, yeni bir toplumsal düzenin temelleri bu yerel güçlerden beslenebilir.

Kısacası Türkiye’nin önündeki yol yalnızca zorluklarla örülü değil. Doğru bir yönelme ile bu potansiyeller yeni bir siyasal tahayyülün, yeni bir gelecek hikayesinin ve küresel iddianın yapı taşlarına dönüşebilir.

Yeni bir hikâyeye cesaret etmek

Türkiye, küresel karmaşanın ve içsel tıkanmanın tam ortasında, bir kavşakta duruyor. Geçmişin hikâyesi sona erdi ama yenisi henüz yazılmadı. Bu sessizlik hali, ne kadar ürkütücü görünse de aynı zamanda bir başlangıç anıdır. Hikâyesizlik boşluğu hem bir tehdit hem bir imkândır. Asıl soru, bu boşluğu kimlerin, hangi değerlerle, hangi tahayyülle dolduracağıdır.

Bu yeni hikâye, toplumun tüm renkleriyle birlikte yazacağı, birlikte yaşayacağı bir “biz” hikâyesi olmalıdır. Kaygıların değil umutların; kimliklerin değil yurttaşlığın, kutuplaşmanın değil dayanışmanın temel olduğu bir hikâye. Ve bu hikâye, önce zihinlerde başlayacak. Çünkü geleceğin hikâyesi, ancak bugünün zihinsel barikatları aşıldığında mümkün olacak.

Zor ama imkânsız değil. Türkiye’nin geçmişi, bu toplumun cesareti, yaşanmış krizlerden öğrenilmiş dersler, her şeye karşın hala sönmeyen dağlardaki çoban ateşleri bu yolculuk için yeterli sermayedir. Kendi gölgesinden korkmayan bir toplum, geleceğini ancak kendi elleriyle kurabilir. Ve bu çağrı, bir ideolojinin değil; onurlu, adil ve eşit bir hayatın peşindeki herkesin çağrısıdır. Bu çağrının ilk muhatabı da siyasi aktörler ve başta da bugün devletin tüm gücünü elinde tutan, bu gücü hoyratça kullanmaktan kaçınmayan iktidardır. İktidarın her aktörü kendine şunu sormalıdır: 

Memleketin yarı ahalisini hapishanelere kapamanız mümkün mü? Maraş gibi, Çorum gibi bir kısmımızı yakarak meseleleri çözebilmeniz mümkün mü? Her eleştiriyi, her itirazı, her protestoyu şiddetle bastırarak yok etmeniz mümkün mü? Yüzlerce kanalda, saatlerce masallar anlatsanız hayat pahalılığını, işsizliği, yoksulluğu, adaletsizliği unutturmanız mümkün mü?

Önce çok basit bir gerçeklikte anlaşalım. Yarın sabah bu memlekette hepimiz aynı kadere uyanacağız. Yine aynı kimliklerimizle, karakterlerimizle, tercihlerimizle, umutlarımızla, kaygılarımızla uyanacağız. Başlangıç noktamız bu basit gerçeği unutmadan hepimizin onurlu yaşamlarını mümkün kılan düzeni, kurumları, kuralları yeniden düşünmektir. Ancak böyle düşünmeye başlarsak zihinlerimiz de gönüllerimiz de ortak yöne, ortak ufka doğru dönmeye başlayabilir.


Oksijen'de yayımlanmıştır.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar