Halil BERKTAY
[3 Kasım 2014] Kimler? En aşağıda bulursunuz cevabını. Bir aydır susuyordum; daha çok, biriken bütün gözlem ve verilere karşın, “acaba mı” diye tereddüt ettiğim, PKK ve genel olarak Kürt hareketine bu kadar da kötücüllüğü yakıştıramadığım için. En son 3-4 Ekim’de yazmıştım — Türkiye Kobane’yi kurtaracak ve koruyacak bir şeyler yapmalı, bu bir kaçınılmazlık diye. Birkaç kilometre de olsa sınırı geçip Suriye’ye girmenin (hele Reyhanlı’daki Muhaberat operasyonu sonrasındaki) risklerini tahmin etmediğimden değil. Kendisi çekilmiş ve bir daha asla kara harekâtına girmeyeceğini resmen açıklamış olan Obama yönetiminin olsun, ABD ve diğer Batı basının önemli kesimlerinin olsun, ikiyüzlülüğünü ve çifte standartlılığını görmediğimden de değil. Zira ne demekti, Türkiye’nin “hareketsizliği”ni, o kadar tank ve zırhlı aracı sınıra yığıp sonra “hiçbir şey yapmaksızın bekleme”sini, acaba bu dış görüntünün ardında ne var, ne yapılıyor diye zerrece sormaksızın habire kınayarak hükümet üzerinde müdahale baskısı oluşturmak? Madalyonun diğer yüzünde, bu bekleyiş karşısında “Kürtlerin öfkesi”ne ise göz kırpmak, o “öfke”nin ne kadar yapmacık olduğuna keza hiç bakmaksızın habire okşamak, sırtlarını sıvazlamak; yürüyün, arkanızdayız imâlarında bulunmak? Kurulmak istenen hayli âdi bir tuzak yok muydu bütün bunlarda? TSK es kaza benim istediğim şeyi yapacak olsa, aynı Batı basını, Kürt hareketi ve Türk solcuları 180 derece çark edip bu sefer bir “sınır ötesi macera, savaş ve saldırganlık” yaygarası başlatmanın pususunda beklemiyor muydu? Özellikle Batının AKP’ye karşı en devirmeci düşmanlık içindeki kesimleri, fırsattan istifade Türkiye’yi yapayalnız bırakıp daha derin bir krize itmeyecekler miydi?
2011′i hatırlamak
Paradigmatik körlük ve/ya bilinçli, kasıtlı yalancılığa kapılmamış, az buçuk vicdanlı ve aklı başında herkes gibi ben de düşünüyor ve konuşuyordum bu olasılıkları. Gene de o yazıyı yazdımsa, yaklaşan daha büyük bir felâketten endişeye kapıldığım — ya da, (Etyen Mahçupyan’ın ifadesiyle) “kollektif aklının buharlaşması” sürecindeki PKK’nın bir kere daha çözümden savaşa kaymasını daha büyük bir felâket saydığım içindi. Şimdi izninizle, ben size dememiş miydim tarzı bir parantez açmak; tarihe not düşme kabilinden bir yan piste girmek istiyorum.
Taraf’ta Kürt sorununa ilişkin bir yığın yazı yazmıştım, fî tarihinde. İçlerinde birkaç tanesi var ki, bugün hatırladığımda bana müthiş bir déjà vu (ben bu ânı daha önce yaşamış, bu filmi zaten görmüştüm) hissi veriyor. 2010 referandumunun ardından ve 2011 seçimlerine giden yolda, PKK önderliği rotayı tekrar savaşa çevirmek için çeşitli manevralara girmişti. Bir yandan güya “çözüm çadırları” kurup dostlarını ağırlıyor, diğer yandan fiilî çatışmasızlık haline son verip barış umutlarına tekme atmak için fırsat kolluyor, bahane arıyordu. Dürüst değillerdi; sahnede rol yapıyor ve poz kesiyor gibiydiler. “Emek, barış ve özgürlük bloku” diye bir şey kurulmuş; yaklaşan seçimlerde buna oy isteniyordu. Bense yeniden savaşa giden yolda, akılsız solun sırtından daha fazla güç toplamak için düzenlenen bir oyunun, “maskeli balonun sahte yüzleri”nin kokusunu alıyordum.
İlk defa, Hegemonya ve “psikolojik savaş” başlığı altında (Okuma Notları 354, 26 Mart 2011) yazmıştım bunu. PKK’nın ayrılma hedefinden gerçekte ne kadar vazgeçtiğini sorgulamış; silâhlı mücadeleye dönmenin ancak adı konmamış bir şekilde de olsa bağımsız devlet hedefine, “ayrılma olmayan bir ayrılma”ya dayandırılabileceğine işaret etmeye çalışmıştım: “Harvard’dan, ünlü Shakespeare uzmanı Stephen Greenblatt, Macbeth’in iktidar hırsını sorgulamıştı birkaç yıl önce. ‘Etik bakımdan yetersiz’ bir amaç değil miydi bu ? Şiddete (cinayete) başvurmayı kaldırması mümkün değildi (Shakespeare and the Uses of Power, New York Review of Books, 12 Nisan 2007). Benzer bir şekilde, PKK’nın da, hele ayrılık hedefinden vazgeçtikten (en azından, böyle dedikten) sonra, eskisinden çok daha ciddi bir iç tutarlılık sorunuyla yüz yüze bulunduğunu düşünüyorum. Zira Türkiyeci olmak, Türkiye içinde demokratik hak ve reformları esas almak, asla silâhlı mücadeleyi kaldırma ve taşımaya ‘politik bakımdan yeterli’ bir amaç olamaz.” İki ay sonra, bu seferKaybolduğum haftalar başlığı altında şunları eklemiştim (Okuma Notları 369, 29 Mayıs 2011): “Bana göre PKK barış fikrini sindiremiyor, kendini ‘barış hali’nin içinde göremiyor, hayal edemiyor. Kalıcı barış beklentisinin arttığı bir ortamdan nasıl çıksam diye bakıyor. Aslında hiç istemediği halde kendini evlilik hazırlığı içinde bulan bir gelin veya damat adayı nikâh memurunun ve bütün şahitlerin önünde hayır dememek için, nasıl daha önceden kaçmaya çalışırsa, PKK da öyle, ‘köprüden önceki son çıkış’ fırsatlarını kaçırmamak peşinde. (…) Özetle, umutlu değilim. Türk ve Yunan milliyetçiliği Kıbrıs’ı birleşemez kıldı. Türk ve Kürt milliyetçiliği bunu güneydoğu için de yapacak. Bu durumda, çok sevdiğim kişilerin de bütün çağrılarına karşın ve yalnız kalmak pahasına, ‘emek, demokrasi, özgürlük bloku’ denen PKK-BDP cephesine oy vermeyeceğim. Sorgulanmayan alışkanlıklar ve boş hayallerle sürüklenilen yanlış bir analiz, yanlış bir tavır olduğu kanısındayım.”
Zamanında epey gürültü koparmıştı bu yaklaşımlar. Hattâ Taraf’tan ve şimdiSerbestiyet’ten, kendimi genellikle çok yakın hissettiğim Gürbüz Özaltınlı bile, bu tavrımı fazla karamsar ve negatif bulup eleştirmiş, “iki PKK gerçeği”ni atladığımı öne sürmüş, “Berktay bunu neden yapıyor anlamadım” demişti, 24 Mayıs 2011 tarihli Berktay’ın metaforu notunda. Derken 25 Mayıs’ta, yani hemen ertesi gün Taraf, (o günden bu yana tavrını çok değiştirmiş ve şimdilerde KDP’ye daha yakın duruyor gözüken) Leyla Zana’nın Hazro ilçesi köylerindeki konuşmalarında ”Oylarınızı Kürdistan’a, barışa, kardeşliğe ve gerillaya verin” dediğini üst manşetine taşımıştı ve ben olağan köşem dışında, Her Taraf’ta galiba tam sayfa ve içiçe verilen iki yazı daha yazmıştım bunun üzerine, Solun“haklı şiddet”i reddedemeyişi ve Gerillaya oy vermeyeceğim başlıklarıyla (372a ve 372b, ikisi de 29 Mayıs 2011): “Daha ne kaldı, neyi neden yaptığımda anlaşılmayacak? Evet, bir mucize olmazsa barıştan umudumu kesmiş gibiyim. Evet, maalesef bu mucize, cılız bir ihtimal de olsa, ancak kendine güveni yüksek bir AKP’nin, seçimden sonra PKK’ya reddedemeyeceği derecede ileri bir teklif yapması olabilir. Hayır, ‘güçlü BDP + zayıf AKP’ aynı sonucu vermez. Hayır, gerillaya oy vermeyeceğim.” Aynı sürecin devamında, “paralel yapı”nın barışa karşı provokasyon ve sabotaj denemesi olduğunu ancak şimdi bütün çıplaklığıyla anlayabildiğimiz KCK tutuklamalarına karşı çıkmış, öte yandan, ait olmadığım bir siyasal gücün ister istemez sınırlı ve kısıtlı “parti çizgisi”ne yamanmayı da reddetmiştim: [Soran olmadı ama] Hayır, ben BDP’de ders vermek istemiyorum (418a, 7 Kasım 2011). Doğru çıkıp çıkmadıklarını okuyucuların (ve gelecekteki tarihçilerin) takdirine bırakıyorum.
Üç yıl sonra IŞİD’in yol açtığı yeni mevzilenme
Başka herhangi bir nedenden değil, gene vakitsizlikten yazamadığım şu son bir ay boyunca, bu yazının ham malzemesini oluşturan gözlemleri işte hep bu déjà vu haleti ruhiyesi içinde biriktirmeye devam ettim. Aradan üç yıl geçmişti ve bu sefer çözüm süreci, bir yandan Öcalan’ın yeni yeni demeçleri, diğer yandan cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında Davutoğlu hükümetinin daha sistemli ve ilk defa programatik yaklaşımıyla, giderek pekişiyor ve yasal temellere de oturuyor gibiydi. Bölgede PKK gençliğinin yol kesme, araç arama ve kimlik kontrolü yapma, inşaat makinalarını ateşe verme, hattâ okul yakma ve nihayet bir mezarlığa Mahsun Korkmaz’ın heykelini dikme gibi boy ölçüşmeci, iktidar gösterisi yaparak çatışma arayan eylemleri hep vardı gerçi. Ama Kandil’den, sonuncu heykel örneğinde olduğu gibi, tek tük de olsa bunları kınayan ve hizaya girmeye çağıran sesler de çıkıyordu. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş, Türk solunun klişeleşmiş söylemlerine çok fazla yer vermesine karşın gene de saygın bir profil vermeyi başarmış; bu da Türkiye tarihinde bir ilk olmuştu ve barışçı politika açısından iyi bir örnek teşkil edeceği düşünülebilirdi.
Fakat derken ufukta IŞİD veya İD belirdi ve her şeyin çivisinin çıkması, bütün parametrelerin yerinden oynaması gecikmedi. IŞİD saldırısı altındaki küçük Kobani veya Kobane kenti, gelip gündemin merkezine yerleşti ve bir ay boyunca oradan çekilmedi. Bunun bir takım zincirleme sonuç ve tezahürleri oluştu. Bunları tek tek sayacağım. (1) Batıda ve (sol dahil) yerli anti-AKP basında hemen aynı anda, sürekli birbiriyle paslaşan bir tevatür zuhur etti: IŞİD’i bir dönem Türkiye kurmuş, en azından beslemiş, silâh vermiş, yardım yapmış; Avrupa’dan gelen cihadçılar Türkiye tarafından bile isteye IŞİD tarafına geçirilmiş; IŞİD yöneticileri serbestçe gelip gitmiş; IŞİD yaralıları Türkiye’de tedavi edilmiş; IŞİD Irak’ta çıkardığı petrolü Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden dışarıya satıp gelir sağlıyormuş — ve dolayısıyla, aslında Türkiye ile IŞİD birmiş; ikisi de (bazı sol sitelerin ifadesiyle) “dinci gerici ve karşı-devrimci”liğin benzer, kardeş tezahürlerindenmiş. Nitekim (2) Türkiye’nin sınıra yığınak yapması ama içeri girmemesi ve sınır kapısını muhafaza altına almakla yetinmesi, “işte bakın görüyor musunuz, IŞİD’le savaşmak istemiyorlar” iddialarına zemin teşkil etti.
(3) Maalesef PKK da Kandil önderliği ve bütün basınıyla bu çizgiyi benimseyip aynen çoğaltma ve yaymaya girişti; yalan olduğunu bile bile, faraza Musul’a giden trenleri Türkiye’den IŞİD’e silâh taşıyan trenler gibi gösteren sahte resim ve montajlara yer verdi; keza, IŞİD petrolünün Türkiye’ye satıldığı iddialarını da her adımda tekrarladı. (4) Bir adım ötede PKK, kendi Kuzey Suriye uzantısının Rojava’da (silâh ve zorbalık yöntemleri dahil her yolla) elde etmiş olduğu hâkimiyetin simgesi olarak Kobane’yi siyasî çizgisinin merkezine yerleştirdi. Böylece, Kürt sorununa Türkiye içinde ve Türkiye hükümetiyle görüşerek çözüm aramak yerine, Kürt sorununu Kuzey Suriye’ye doğru yayma denemesine girişti. (i) Kobane savunmasını genel bir Kürtlük dâvâsına dönüştürdü. (ii) “Türkiye = IŞİD” özdeşliğinden hareketle, Türkiye’yi Rojava’yı IŞİD’e ezdirtme planları içinde olmakla suçladı. (iii) Türkiye’den ısrarla (yokmuş gibi) Kobane’ye bir koridor açılmasını istedi. (iv) Olmadığı söylenen koridordan 200.000 kişi Türkiye’ye geçtikten, yani kentte sivil halk kalmadıktan sonra da, haftalar boyunca Kobane’de muazzam bir Kürt katliamı yaşanması tehlikesinden dem vurup durdu. (v) Aynı zamanda, Türkiye’nin doğrudan girip Kobane’yi kurtarma ve koruması alternatifini de peşinen reddetti. (vi) Daha genel olarak, Rojava ve Kobane’de kendinden (veya uzantısı PYG’den) başka herhangi bir gücün varlığını istemedi (çünkü kendi iktidar alanının tehlikeye düşeceğinden korktu). (vii) Bu bağlamda, son birkaç güne kadar ister Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO), ister KDP peşmergelerinin Kobane’ye gelmesine hep karşı çıktı. (viii) Ve gene bunu yaparken, her türlü yardımı, geçişi ve desteği hep Türkiye’nin engellediği yaygarasını da elden bırakmadı. Bütün bunların üzerine (ix) Kobane düşerse (veya Kobane’ye yardım edilmezse) Çözüm Süreci’nin sona ereceği ültimatomunu oturttu. Böylece Çözüm Süreci’ni pek de alâkası olmayan Kobane’ye bağlarken, (x) Türkiye’den tam ne istediğini de ısrarla karanlıkta, belirsizlik içinde bıraktı. Özetle, propagandasında tam bir “tavşana kaç, tazıya tut” politikası izledi, çünkü sadece, Türkiye’yi çözüm sürecini çiğniyor ve zedeliyormuş gibi göstermeye, buna uygun bir ortam yaratmaya çalışıyordu.
(5) Ve şüphesiz bu kervana Türk solu da nefes nefese, çığlık çığlığa katıldı. Solun âdetidir; hep büyük heyecanlar, olağanüstülükler, “devrimci kriz” habercisi olabilecek konjonktürler arar. Bir de Kürt hareketinin eteklerine yapışmışlıkları, piggy-back riding’leri (kendilerini bedavaya taşıtmaları) var, “dost dost ille kavga” havalarında. Tam bir Kürt milliyetçiliği kuyrukçusu, taklitçisi, yaltakçısı ve savaş şakşakçısı konumundalar. Gerisini tahmin etmek zor değil. Bundan birkaç yıl önceki (proletaryanın yeniden dirilişini haber veren?!) Tekel işçileri direnişinin; 2013-2014’te Gezi’nin, 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonunun ve Soma’nın ardından, son bir ayda solun içi dışı bu sefer Kobane oldu. Büyük bir dâvâya, bir tür cause célèbre’e dönüştü; 1930’ların İspanya ve 1940’ların Yunanistan İç Savaşlarına, 1960’larda Filistin’e gidip eğitim görme ve savaşmaya mümasil, en yeni devrimci romantizm odağı haline geldi; inanılmaz anlamlar izafe edildi; ruhen 1917 Sonbaharında Smolny Enstitüsü’nde yaşamaya devam eden patetik bazı dinozorlar, daha önce Gezi’de yaptıkları gibi, oturdukları yerden taktik vermeye girişti; “Kobane = Stalingrad” gibi, Türkiye’de demokrasinin kaderinin Kobane’de belirleneceği gibi, ABD bir sefer havadan silâh ve cephane attı diye “yeni bir devrim dalgası” fırsatının doğduğu gibi fantastik tahliller yayınlandı. Fakat bütün bunların komikliği bir yana, önemli olan şu ki (6) Çözüm Süreci’ni çökertmek için çok önemli bir şansın doğduğu umudu, PKK ve çevresinden gerek marjinal Türk soluna, gerekse sol-liberal aydınların Gezi’den beri artık net bir şekilde “anti-AKP”lilikle tanımlanan kesimine sıçradı.
Sorumluluk neden asimetrik; hatânın büyüğü kimde?
Ben 3-4 Ekim’de, Türkiye’nin girip Kobane’yi kurtarmak ve korumak zorunda olduğunu (çok sınırlı bir operasyonla bunun pekâlâ yapılabileceğini), bütün büyük risk ve dezavantajlarını bile bile, işte bu ortamda yazdım, çünkü başta da izah etmeye çalıştığım gibi, daha büyük olduğunu düşündüğüm başka bir tehlikeyi algılamaya; 2011 tecrübelerinin ışığında, PKK’nın gene alenen çamura yatmakta ve barışa giden yolda “köprüden önceki son çıkış”ı aramakta olduğunu fark etmeye başlamıştım. Bu yüzden, Türkiye’nin barış ve çözüm sürecini korumak, hattâ yeni bir Türk-Kürt ittifakı kurup geliştirmek uğruna çok değişik ve çizgi dışı bir şeyler yapabileceği ve yapması gerektiğine inanıyordum.
Hâlâ da inanıyorum. Çünkü bakın, elbette Türkiye girseydi ne olurdu (benim tahayyül ettiğim olumlu sonuçlar doğar mıydı, ya da bunlar için nasıl bir bedel ödenirdi) asla bilemem ve bilemeyeceğiz ama, korku ve kötü beklentilerimin ne oranda gerçekleştiği çok açık. PKK beni hiç ama hiç şaşırtmadı, yanlışlamadı, hayal kırıklığına uğratmadı! Hemen altını çizeyim ki, illâ bir hatâlar simetrisi aramak ve iki tarafı eşit düzeyde suçlamaya çalışmak da gereksiz ve âdil değil, çünkü aslına bakarsanız hükümet pek katkıda bulunmadı bu olumsuz sonuca. Erdoğan’ın bu sitede de çok eleştirilen “bizim için IŞİD ve PKK çok fark etmez, ikisi de terör örgütüdür” türü demeçlerinin söylemsel etkisi dışında, reel planda PKK’ya yönelik hiçbir saldırı gelmedi hükümet tarafından.
Dahası, ortalık biraz yatışır gibi olduğunda daha net görülüyor ki, Kobane konusunda Türkiye az şey de yapmamış, sessiz sedasız. Yukarıda da vurguladığım ve Cengiz Alğan’ın da tane tane anlattığı gibi (bkz 29 Ekim 2014: Laik kuvvetler görev başına!), o kadar çok tantanası yapılan koridor belki hep açık olmuş. 200.000 sivil oradan kaçıp kurtulmuş; 1000 PYG yaralısı da oradan gelip tedavi görmüş; buna karşılık 1000 kadar PKK’lının ve hattâ bazı Türk solcularının da oradan geçip savaşa katılmasına göz yumulmuş. Yiyecek ve “malzeme” yardımı da oradan geçirilmiş ki Kobane savaşabilmiş bu kadar, haftalar boyu. Ayrıca, ABD uçaklarına da kim bilgi verip Kobane civarını bombalamalarını sağlamış; ne Kürtlerden, ne Türk solundan çıt yok bu konuda. En son, ÖSO ve peşmergeler Türkiye topraklarından uzun araç konvoylarıyla gelip gene oradan geçmişler Kobane’ye (bir kere daha belirtelim ki PKK/PYG tarafından zoraki kabullenilmek pahasına). Özetle, hani PKK’nın ve solun iddiası var ya, Türk devleti IŞİD’in Kobane’yi alıp Kürtleri katletmesini ve Rojava kantonlarını dağıtmasını bekliyor diye; bunun iler tutar yanı yok. PKK’nın kendi paradigması çerçevesinde, Türkiye’yi Kobane’yi “satmak” yoluyla Kürt düşmanlığı ve dolayısıyla çözüm bozgunculuğu yapmakla suçlamak, akıl ve insaf ölçüleri çerçevesinde olanaksız.
Buna karşılık PKK tarafının yaptıkları tek kelimeyle korkunçtur, tam bir siyaset faciasıdır; bunu açıkça ve altını çizerek belirtmeliyim. 19 Ekim’deki (hani şu, Baskın Oran’ın gitmemeliydiler, protesto etmeliydiler dediğini hayretle okuduğum) Âkil İnsanlar toplantısında Başbakan Davutoğlu’nun açıkladığı basit bir gerçek var. Meğer Eylül sonlarında Selâhattin Demirtaş ile oturup konuşmuşlar; hükümet tarafı, bölgedeki yol kesme, adam kaçırma, haraç alma, tapu satma, iş makinalarını yakma gibi eylemlere son verilmesini, aksi takdirde Çözüm Süreci’ne devam edemeyeceklerini bildirmiş; Demirtaş bunu olumlu karşılamış; mesele Kandil’e de gitmiş gelmiş (çünkü HDP liderliğinin hele böyle konularda hiçbir gerçek bağımsızlığı ve karar özerkliği yok); onay çıkmış ve 1 Ekim dolayları itibariyle, anlaşmaya varılmış her iki taraf arasında. Altını çizerek gerçekdiyorum, çünkü bu açıklandı ve hiçbir şekilde yalanlanmadı Demirtaş tarafından.
Buna rağmen Demirtaş topu topu beş gün sonra, 6 Ekim’de o meşum “sokak” çağrısını yaptı (kendisi istemediyse de mecbur bırakıldı bu çağrıyı yapmaya) ve 6-8 Ekim vahşeti bu şekilde meydana geldi. Devlet ile Kürtler çarpışmadı; PKK’lılar IŞİD diye Hüda-Par’a, yani Türkiye Hizbullah’ına saldırdı; sakallıdır diye (ve Erdoğan’ı doğrularcasına) adam kesmeye başladı; zincirleme gelişen şiddet boşalımından geriye 40 ölü, yakılıp yıkılmış 200 kadar bina ve 1000 kadar araç kaldı. Ardından, bu sefer de sokak eylemlerini durdurma çağrısı ve olan bitenin kısmî özeleştirisi, perde gerisindeki önderlik tarafından en klasik Stalinist-Makyavelist tarzda gene Selâhattin Demirtaş’a yaptırıldı. Gerçek şahinler sorumluluğu üstlerinden atıp başkalarına yıktı. Müphem bir şekilde de olsa kendisinin bitirilmek istendiğinden söz eden Demirtaş ise bitirildi gerçekten; cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazandığı saygınlıktan eser kalmadığı gibi, tümüyle sesi soluğu kesildi, görünmez oldu. Öte yandan, ilginçtir, eski derin devletin 6-7 Eylül 1955pogrom’unu andıran PKK’nın 6-8 Ekim 2014 pogrom’u karşısında bu sefer Türk solu bile sesini çıkaramadı, olayı idealize edemedi, kahramanlar yaratamadı, devlet öldürdü diyemedi; kınayamadıysa da, susup oturmaktan öteye geçemedi. “Anti-AKP” konumlara saplanıp kalmış bazı sol-liberal aydınlar ise, Gezi’yle aldıkları keskin virajdan pişmanlar da “patika bağımlılığı” yüzünden mi bu mecradan çıkıp geri dönüş yapamıyorlar, doğrusu bilemiyorum. Ama onların da sorumluluğu çok büyük. Çünkü 6-8 Ekim’in etkileri doğrudan güvenlik güçlerine yönelik suikastlerle, Bingöl’le, Yüksekova’da üç askerin öldürülmesiyle, Bitlis’te bir korucunun elektrik direğine bağlanıp kurşuna dizilmesini PKK’nın resmen üstlenmesiyle de birleştiğinde, aylardır ya cepheden saldırdıkları, ya da omuz vermedikleri, uzak durdukları, ciddiye almadıkları Çözüm Süreci gerçekten çok ağır yara almış bulunuyor.
PKK’nın barış korkusu; Batının İslamofobisi ve İsrail kamburu
Peki, neden oldu bütün bunlar? Ardında yatan “büyük resim” nedir? Kendi tahlilim şöyle: Batıdaki önemli güçlerin kronikleşen İslamofobisi ve AKP düşmanlığı ile PKK önderliğinin 2011’deki gibi bugün de nükseden barış korkusunun bir araya geldiği ve Kandil’i (ya da Kandil’in şahinlerini) berbat bir mecra ve maceraya, tamamen yanlış ata oynamaya sevk ettiği kanısındayım.
Batı basınının Türkiye’nin etrafına sardığı düşmanlık ve dezenformasyon ağını, 31 Ekim Cuma akşamı 360TV’nin Haftanın Notları programında Oral Çalışlar’la da konuştuk. Orada da söyledim; bir daha ömür boyu (artık ne kadar ömrüm kaldıysa) İsrail’i, İsraillobby’sini ve Amerikan politikası üzerindeki İsrail etkisini küçümseme, önemsememe hatâsı yapmayacağım. Şu açık ki en başta ABD’nin, İslâmiyete (ve dolayısıyla Arap ülkelerine) Hıristiyanlık mirasından kaynaklanan kültürel uzaklığının yanı sıra, büyük ölçüde Soğuk Savaş kalıntısı çok ciddî bir İsrail kamburu da var. Bir türlü, bu “ileri karakol”un her şeyine kefil olurcasına yanında durmaktan vazgeçemiyorlar ve bu da bölgeye yaklaşımlarına, bir türlü üstesinden gelemedikleri sakatlıklara yol açıyor.
Nitekim Arap Baharı denen demokratikleşme dalgasını ilk ağızda destekledilerse de, bu yüzden (İsrail tümüyle yalnız kalmasın diye) bir süre sonra frene bastılar ve örneğin Mısır’da Mursi’nin Sisi tarafından devrilmesine arka çıktılar. (Yeri gelmişken belirteyim ki Arap Baharı hakkında ben Taraf’ta sadece şu iki şeyi yazmıştım, fazla büyüsüne kapılmaksızın: Geçmişe bir not. Yönsüz tarih, plansız devrim (HerTaraf, 346a, 28 Şubat 2011) ve Geçmişe ikinci not. Mısır, Libya ve KOKY [Kapitalist Olmayan Kalkınma Yolu] (HerTaraf, 346b, 1 Mart 2011)). Gene aynı nedenledir ki, Arap baharı Suriye’ye de sıçradığında, kısa bir kararsızlık ânından sonra Esad rejiminin bütün “uluslar arası denge”leriyle birlikte sürmesini İhvan gibi daha radikal bir Sünni yönetimine tercih edecekleri sonucuna vardılar.
Türkiye’ye düşmanlaşmaları da son tahlilde buradan kaynaklanıyor. Mursi’ye karşı Sisi’yi, muhalif halk kalkışmasına karşı Esad’ı tuttukları gibi, önce “one minute,” derken Mavi Marmara ve Gazze olayları Erdoğan ve hükümetinden de yüz çevirmelerine yol açtı. Üzerine Suriye’de (gene son tahlilde İsrail bağlantılı) Esad yanlılığı/karşıtlığı sorunu da bindi ve sonuç, esaslı bir soğukluğun da ötesinde, en azından neo-con’lar açısından AKP’ye alternatif arama çabasının (ne kadar umutsuz gözükürse gözüksün) canlanması oldu. Tam bu noktada Markar Esayan güzel yazmış (bkz Sayın “Ermeni” vatandaşımız, danışmadan bekleniyorsunuz, 1 Kasım 2014): “Şu an elde kalan tek ümit genel seçimlerde hükümet ve sayın Davutoğlu’nu sarsmak, cephede Erdoğan’ı Çankaya’da hapsedecek bir gedik açmak… Bu son şans için Kandil kendini kullandırmaya ikna edilmiş görülüyor… Elde kalan ve şiddetli etkiye sahip tek manivela PKK’yı yeniden savaştırmak.”
Esayan devamla, bunun 2015’te alevlenmesi beklenen Ermeni soykırımı sorunuyla bağlantısına da değinmiş: “Kürtlere IŞİD üzerinden yapılan operasyon, 1915’i sanki AK Parti yapmış, Dink’i de AK Parti öldürmüş mertebesinde Ermeniler için hazırlanıyor.” Yeni bir tür Ermeni ultra-solculuğu tarafından kendisine ve Etyen Mahçupyan’a yöneltilen saldırı ve karalama çabaları da şüphesiz buralara bağlanmakta. Katılıyorum fakat şimdilik o patikaya girmeyeceğim; bu yazı çerçevesinde benim için önemli olan şu ki, kendi barış korkusu içindeki PKK önderliği gerçekten bu olasılığın üzerine atlamışa benziyor. Onun içindir ki İsrail yakını Batı basınının “Türkiye = IŞİD” davulunu onlar da bu kadar uzun süre çaldı ve çalmaya devam ediyor; onun içindir ki “Kürtler = laiklik” iddiası işlenmekte; onun içindir ki “Kobane olmazsa çözüm süreci yatar” diye duygusallık ateşleri yakıp 6 Ekim “sokak” çağrısıyla yeni bir kriz çıkarmaya kalkıştılar.
Tuğluk aslında yeni değil; 2011′in bayat, ikinci sınıf tekrarı
Fakat bunun en berrak ifadesi kuşkusuz Aysel Tuğluk’un 29 Ekim’de T24 sitesinde yayınlanan “Kobane’den sonra çözüm süreci ve AKP’nin tükenişi” yazısı. Bırakalım, başlıktaki ayağı zerrece yere basmayan hayalciliği, karanlıkta ıslık çalma tavrını; tükenme tehlikesiyle yüz yüze gelenin AKP mi, PKK mı olduğunu. Cengiz Alğan hemen aynı gün mükemmel yazıp verilebilecek en dolgun, en ağır cevabı verdi (Laik kuvvetler görev başına!); ardından Yeni Şafak’ta Markar Esayan (Çözüm sürecinin Gezi ve 17-25 Aralık krizi, 30 Ekim) ve Radikal’de Oral Çalışlar da yazdı, daha yumuşak üslûbuyla (Bu nasıl çağrı: “Seküler güçler görev başına!”, 31 Ekim 2014). Haklı olarak hepsi, en çok o net, o fütursuz ulusalcılığı ve bir incir yaprağı dahi örtünememiş darbeciliği içinde dehşet verici “devletin geleceğini düşünenler ve seküler güçler hızla sorumluluk almalıdır” cümlesi üzerinde yoğunlaşıyor.
Buna benim eklemek istediğim bir şey var, tek bir şey ama önemli bir nokta: Bu sözümona tahlil yeni değil; çok ilginçtir, 2010 anayasa değişikliği referandumundan 2011 seçimlerine giden dönemde, PKK’nın kalıcı barış umutlarını sabote etmesi ve sonuçta legal kanadını hiç yoktan Meclis’i boykota sevketmesi sürecinde de, gerek Türk solunu ve gerekse kendi tabanını ikna etmek için aynı “yeni tahlil” — ki o zaman gerçekten görece yeniydi — ortaya atılmıştı. Çünkü o zaman da PKK önderliği, Batı karşısında Türkiye’nin başının dertte olduğu ve kendileri için çok elverişli bir dış konjonktürün doğduğu zannına kapılmış; bu yüzden fiilî barışı bozmuş ve yeniden bağımsız devlet hayallerine kapılarak (ama bunu açıkça telaffuz etmeyerek), ancak böyle bir platformla gerekçelendirilebilecek “halk savaşı” mecrasına dönmeye kalkmıştı.
Kısmen, IŞİD ile savaşmak açısından Batı gözünde kazandıklarını düşündükleri yeni değere, kısmen de gene Batı’daki (hayli abarttıkları) AKP karşıtlığı trendine bakarak şimdi aynı hatâyı ikinci defa işliyorlar. Fakat yani ne olacak, Mursi’ye karşı Sisi benzeri darbe umutları gerçekleşebilir mi gerçekten? Kürtler “nihayet sokağa iner”se yetecek mi bu, bir kriz ve kaos ortamının oluşmasına? Basının ne dediği bir yana; Batı’nın ciddî karar merkezleri o kadar kolay mı vazgeçecek sanıyorsunuz, Ortadoğu’daki her türlü problemin çözümünün şu veya bu ölçüde anahtarını elinde tutan Türkiye’nin istikrarından? Ahlâksızlığı bir yana, bu öyle bir gaflet ve yanlış hesap ki, o denli mantıksız ve sağlıksız ki, bu “yanlış at” tercihini işte ancak Aysel Tuğluk gibi ikinci-üçüncü sınıf kadrolarına uygulatabiliyorlar. Dikkatli bakın: BDP ve HDP’nin hiçbir görece kişilikli, ağırbaşlı politikacısı yok ortalıkta. Hepsi arazi olmuş gibi; sadece Selâhattin Demirtaş’ın değil, Ahmet Türk’lerin, Sırrı Sakık’ların ve daha nicelerinin de sesi çıkmıyor. “Köprüden önceki son çıkış”ı kullanarak savaşa dönme çabasının 2011’den sonraki bu ikinci edisyonunun teorik gerekçesi, ancak Aysel Tuğluk’a anlattırılabiliyor.
Az kalsın unutuyordum. Bu yazıya ne başlık koyacağımı çok düşündüm. Bir şeyin cılkı nasıl çıkar dedim ilkin — Kürt hareketinin ikide bir sokağa dökülmenin, serhildancılığın, çözüm ile anti-çözüm arasında gidip gelmenin, çözüm bitti-biter-bitiyor diye tehdit etmenin nasıl cılkını çıkardığına; şaka olsun diye “kurt var” diye bağırıp duran yalancı çoban misali giderek sözüne inanılmaz hale geldiğine dikkat çekmek anlamında. Hele 1 Kasım’a yönelik ikinci “sokak” çağrısından sonra, Yetti artık diye de geçirdim aklımdan. Sonunda, Aysel Tuğluk ile Emine Ülker Tarhan’ın birbirlerine ne kadar yakıştıklarını düşünerek, “bari birlikte parti kursunlar,” kursunlar da durum basitleşsin, siyasal ortam netlik kazansın fikrinde karar kıldım.
Yazarlar
-
Metin KarabaşoğluYönetilenlerin özgürlüğü yöneteni de özgürleştirir 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞ“Ortaklaşmacı demokrasi” örnekleri: Fransa-Yeni Kaledonya özerk bölgesi 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURTrump’ın Gazze Planı’nın alternatifi ne? 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEÖcalan’ın özgürlüğü 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolTrump Planı? 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilBeklenen Mesih: Kurtarıcı arayışının toplumsal anatomisi 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünEleştirelim ama plana da şans tanıyalım… 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİHamas’ı kim silahsızlandıracak? 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanS-400’leri ne yapabiliriz? 1.10.2025 Tüm Yazıları
-
nevzat cingirtNeden Yazmıyorsun? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciAsgari ücret 30.000 TL 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZYeni Çözüm Süreci: Hakikatle yüzleşme 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanJet motoru sıkıntısı: Tek geciken Kaan değil 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayArjantin’in çıkmazı: Şok terapi, bağımlılık ve ABD’nin gölgesi 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRMHP’li Yıldız’ın KON’u AK Partili Miroğlu’nun Roja Welat’ı… 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUGazetecilik bir kez daha tartışılıyor 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasKendi uçağımızı kendimiz yaparken 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalKirk ve ICE vakaları ile faşizme doğru mu? 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUKrallar ve ulus-devletler 30.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞSİYASETÇİ ZENGİNLEŞİRKEN VATANDAŞ FAKİRLEŞİYOR, NEDEN? 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRTÜSİAD isyan etmişti: Ciner’e kayyumun gerekçesi o madde! 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANGazetecilik can çekişiyor! 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRZeytinlik yasasından Akbelen ve İliç'e; enerji ve maden hikâyesinde kaybolan gelecek 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYATürkiye’nin Demokratikleşmesi ve Kürt Sorununun Çözümü: Ciddiyetin Tarihsel Zorunluluğu... 29.09.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERSarkozy’nin tarihi mahkûmiyeti 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunYazmak, ciddi bir iştir 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYMutlakiyetçiler ve Cumhuriyetçiler 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CAN“Trump’ın verdiği meşruiyet” notları 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluTrump’a neler verdik, neler alacağız! 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİTrump-Erdoğan görüşmesine hile karıştı mı? 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUErdoğan’ın tercihleri 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇZaferden hapishaneye 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKSüreç Suriye’yi, Suriye süreci bekliyor. Peki bu kısırdöngü nasıl aşılacak? 28.09.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuBoeing - Gazze ilişkisi nedir? 26.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNYetersiz bakiye! 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANAlev rengi hüznüyle sonbahar… 25.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaŞimdi de Mansur Yavaş hedefte 24.09.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞBayrampaşa ve maskeli balo 23.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENKasabın bıçağını bileyen adam 23.09.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezGonca Kuriş’in kemiklerini, sevenlerin yüreğini sızlattılar 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraCumhuriyet-Halk-Parti 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRYANARDAĞ ÖZÜR DİLEMELİ 17.09.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENPogromlar, darbeler, acılar ayı Eylül.. 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçArşivden | 12 Eylülcüler nasıl bir ülke hayal etmişti? 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye’nin en iyi/kötü dönemi hangisiydi? 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTBir 12 Eylül Sabahı 12.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNÖcalan, Erdoğan’a “Seni yine başkan yaptırırız” sözü mü veriyor? 11.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİN2016 belediye ablukaları ve 2025 darbesi 9.09.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNMesele CHP Değil! 8.09.2025 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakPalantir ve "Tech. Republic" 7.09.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKENBarışı dilerken 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBİR ÖĞRETMEN YETİŞTİRME HİKAYESİ 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAAçlığı yönetemeyenler aç hayvanlarla uğraşıyor: Ülke yangın yeri 6.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENRojava: Beklentiler, Gelişmeler, Olasılıklar 5.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKParti kapatma! Kayyum veya emanetçi ata yeter… 4.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezHangisi doğru? 3.09.2025 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYKüresel Güney Neden Çin’den Vazgeçmiyor 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANTürkiye’de ve Yunanistan’da Aleviler – Yeni Bir Tablo 1.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEMete Tunçay 25.08.2025 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANÇÖZÜM NASIL GELİR! 20.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANBilge ve bilgin Mete Tunçay 19.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYPutin, Trump’ı parmağında oynatmaya devam ediyor 17.08.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARSorumluktan kaçmak umuttan kaçmaktır 12.08.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakKadife eldiven zamanı 10.08.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNÜretici Güçlerin Gelişiminin Motorlarından Biri Olarak Toplumsal-Sınıfsal Mücadeleler 9.08.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarŞeffaf, açık ve çoğulcu 7.08.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞZora girmiş bir anlatı: “ABD emperyalizminin değişmez stratejik hedefi bağımsız Kürt devleti” 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKEzberler bozulurken mağduriyetler de son bulmalı 1.08.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYAnkara, CHP, Çözüm Süreci ve Şam Arasındaki Tıkanıklık: 29.07.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç ve Suriye denklemi 27.07.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMAcaba Kürt sorununun önündeki engel “Atatürk miti” mi? 14.07.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞDemirtaş’a Kobane mahkumiyeti: Gerekçedeki “10 kusurlu hareket” 28.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselEkonomik büyümede iyimser olunabilir mi? 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Münir AKTOLGABATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... 16.12.2024 Tüm Yazıları
-
Necati KURBÜYÜK TÖS BOYKOTU 15.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cenk DoğanÜRETİCİLERE İLK OLARAK KOOPERATİF LAZIM 4.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cevat KORKMAZFiller ve Çimen... 22.11.2024 Tüm Yazıları
-
Tuncer KÖSEOĞLUTamirhanelere giden toplar… 4.11.2024 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜRDevletin Muhteşem Örgütlenmesi: 6-7 Eylül 1955 Pogromu 9.09.2024 Tüm Yazıları
-
Ferhat KENTEL“Maarif” marifetiyle yeni “makbul vatandaş” kurma çabaları 26.07.2024 Tüm Yazıları
-
Banu Güven“Bozkurt” Almanya’da sahaya indi 4.07.2024 Tüm Yazıları
-
İBRAHİM Ö. KABOĞLUDevlet ve yürütme kaç başlı? 27.06.2024 Tüm Yazıları
-
Gürbüz ÖZALTINLICHP’nin normalleşme politikası Erdoğan’a mı yarar? 21.06.2024 Tüm Yazıları
-
Oya BAYDARBir yazamama yazısı 14.06.2024 Tüm Yazıları
-
Bayram ZİLANAK Parti’de değişim gecikiyor mu? 4.06.2024 Tüm Yazıları
-
Soli ÖzelBetül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi 30.05.2024 Tüm Yazıları
-
Reha RUHAVİOĞLUTürkiye’de Kürtçenin Durumu: Gidişat, İmkânlar ve Fırsatlar 18.05.2024 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞ31 Mart'ın merkez üssü: Pazarcık ve Elbistan 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Atilla AytemurBingöl Erdumlu Kitabı: Film gibi hayat* 24.01.2024 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİ“Gazze’deki Uzun Savaş” 10.01.2024 Tüm Yazıları
-
Şahin ALPAY"Ergun Abi"ye veda 10.11.2023 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANYüzyıllık cumhuriyet başarılı mı başarısız mı? 29.10.2023 Tüm Yazıları
-
Levent GültekinDin, insanları kardeş yapar mı? 26.09.2023 Tüm Yazıları
-
Ayhan AKTARŞair Roni Margulies’in ardından… 7.08.2023 Tüm Yazıları
-
Ceyda KaranBiden ve iki cephede birden yenilgi 30.06.2023 Tüm Yazıları
-
Orhan Kemal CENGİZMuhalefetin sınavı asıl şimdi başlıyor 1.06.2023 Tüm Yazıları
-
Roni MARGULIESMutlu bitmiş bir göç öyküsü 20.05.2023 Tüm Yazıları
-
Burhanettin DURANTarihi Yol Ayrımındaki Kritik Seçim 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Celal BAŞLANGIÇKendini kurtarmak için Erdoğan, Erdoğan’ı reddedecek! 14.04.2023 Tüm Yazıları
-
Ergun AŞÇIErsagun Hanım 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Uğur Gürses‘Dolambaçlı katlı kur’ yolunda 23.01.2023 Tüm Yazıları
-
Besim F. DellaloğluMesafenin Sosyolojisi 16.12.2022 Tüm Yazıları
-
Hidayet Şefkatli TUKSALKur’an kurslarında yatılı eğitim ve çocukların korunması 15.12.2022 Tüm Yazıları
-
Nergis DemirkayaAltılı Masa ortak yönetim planı: Her partiye bir yardımcı bir bakan 17.11.2022 Tüm Yazıları
-
Nabi YAĞCIŞaşıyorum gerçekten… 24.10.2022 Tüm Yazıları
-
Berin UYARONLAR İÇİN... 12.09.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim UsluSeçmen yolsuzluğu önemsiyor mu? 9.09.2022 Tüm Yazıları
-
Hasan GÜRKAN“SEVMEK YİNE DE BİR SARRAF İŞİDİR, YERYÜZÜ KİTAPLIĞINDA” 18.08.2022 Tüm Yazıları
-
Oktay Cansın EMİRALSAVAŞ VE ZAMAN 7.08.2022 Tüm Yazıları
-
Özgül Üstüner COŞKUNİnceden 5.07.2022 Tüm Yazıları
-
Namık ÇINARBir toplumun geri kalma inadı 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Barış SoydanGıda Komitesi’nin ve enflasyonla mücadelede başarısızlığın acıklı öyküsü 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Melih ALTINOKAna muhalefet lideri Akşener mi olacak? 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
Mehmet BARLASAnkara’yı sel aldı 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZİKİ MEZAR, İKİ İNSAN ve IRKÇILIK 12.06.2022 Tüm Yazıları
-
Atilla YAYLAKanunlar ve fiyatlar 10.06.2022 Tüm Yazıları
-
Fatma Bostan ÜNSALBu kez Günah Keçisi SADAT mı? 23.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet İlhanBurhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’unda Yerin Altı ve Üstünde Ne Yaşanıyor? 15.05.2022 Tüm Yazıları
-
Kübra ParSessiz İstila belgeseli ve sığınmacı meselesi 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Yavuz BAYDARİmamoğlu olayı ardından: ’Altılı Masa’ bir ortak aday çıkarabilecek mi? 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ergun BABAHANTürkiye’nin patlamaya hazır yeni kırılma hattı: Suriyeliler 22.04.2022 Tüm Yazıları
-
Kemal BURKAYİSVEÇ DEMOKRASİSİ VE KURAN YAKMA OLAYI… 17.04.2022 Tüm Yazıları
-
Tarık Ziya EkinciGAZETECİ AYDIN ENGİN VEFAT ETTİ 24.03.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim KaragülBu bir Avrupa savaşı ve çok uzun sürecek. -Batı, Türk-Rus savaşı istiyor! 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
Cengiz AKTARSavaş notları 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
Aydın ENGİNBir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden 7.02.2022 Tüm Yazıları
-
Nezih DUYGUMete Toksöyle (30 Mart 1954 - 02 Şubat 2022) 3.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet KARDAM28/29 Ocak Karadeniz Katliamı'nın 101. Yılı 1.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAKAN“Ya herro ya merro” mu dedi?.. 7.01.2022 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
10.03.2025
8.03.2025
8.03.2025
6.03.2025
10.02.2025
29.01.2025
25.01.2025
16.01.2025
24.12.2024
20.11.2024