Hilâl KAPLAN

Diyarbekir notları
7.02.2011
2025

Geçen hafta sonu “Doğu Batı Kardeşlik Platformu”nun düzenlediği “Kürt Sorunu’nda Çözümü Konuşmak” başlıklı buluşmanın konuklarından biriydim. Bence bu platform, Kürt meselesi özelinde Türkiye’nin doğusu ile batısını ortak bir noktada buluşturmak yolunda en önemli adımı atıyor. Diğer toplantılar az çok herkesin görüşünü bildiği akademisyen-yazarlar ile bazı sol grupları biraraya getirmekten öteye geçemezken; bu toplantıda Sakarya’dan Hakkâri’ye Bursa’dan Bingöl’e yüzlerce sivil toplum kuruluşu temsilcisi biraraya geldi. Fırat’ın doğusu ile batısını birleştiren bu buluşma, anadilde eğitimden vatandaşlık tanımına kadar Kürt meselesinin çözümünde kilit öneme sahip önerilerin olduğu ortak bir bildirinin açıklanmasıyla sona erdi. Bir sonraki buluşmayı sabırsızlıkla beklediğimi söylemeliyim.

 


Müslümanlar özneleşebilecek mi?

Buluşmadaki katılımcılar ağırlıklı olarak Müslüman temsili olan sivil toplum temsilcileriydi. En sık dile getirdikleri sıkıntıların başında, Müslümanları milliyetçilik hastalığından kurtarabilecek en etkili şifa kaynağı olan İslâm’a referans vermekten Müslüman temsili olan sivil toplum kuruluşları ve yazarlar başta olmak üzere herkesin itinayla kaçması geliyordu.

Akademisyen-yazarlar ekseriyetle liberal-demokrat söylemlere, Kürt hareketiyse genelde sol jargona angaje. Ancak iki grubun da hitap ettiği kesim Müslüman. Egemen söylemsel alana İslâm’ı dâhil etmek bazılarınca gayrı meşru bulunduğundan Müslümanların bile içselleştirdiği hazin ve büyük bir sorunla karşı karşıyayız. Hazin çünkü Müslümanlarda bile “efendi”nin diline eklemlenme telaşı sözkonusu; büyük çünkü toplumu ikna etmek için ne liberal-demokrat söylemler ne de sol jargon İslâm’ın tekabül ettiği etkiyi yaratabilecek güçte. Dileyen kabul etmesin ancak şu bir gerçek ki toplumun diline nüfuz etmek babında “din kardeşliği” söylemi “halkların kardeşliği” söyleminden; renklerimizin ve dillerimizin farklı olmasının Allah’ın ayetlerinden olduğunu (Rûm, 22) anlatan ayet ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesinden üstündür. Ve toplumun diline nüfuz edip gündelik hayata mündemiç söylemler oluşturmak anayasayı tümden değiştirmekten bile daha önemlidir. Zira zihniyet değişikliği zaten ister istemez yasa değişikliğine yol açar. Hülasa, “Müslümanlar özne olarak ortaya çıkmasın” inadı yolumuzu tıkamaya devam ediyor. 


“Çawê tirsê singê spî nabîne”(*)

Diyarbekir’de bulunduğum süre içerisinde Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş ile de görüşme fırsatım oldu. Kendisinin doğal olarak en dert yandığı meselelerden birisi siyaset ve sivil toplum dünyasından yaklaşık 2.000 kişinin tutuklu, 6.000 kişinin de tutuksuz yargılandığı KCK davası. Dava, mahkemede Kürtçe savunmaya izin verilmemesi yüzünden kilitlenmiş durumda. Üstelik mahkemede Kürtçe konuşma talebinin emsallerini diğer davalarda bulmak mümkün. Dahası avukatlar savunmanın Kürtçe özetinin de özetini çıkarmışlar. Ancak mahkeme ardından Türkçesinin de okunacağı savunmanın “özetinin özeti”nin bile Kürtçe okunmasına izin vermiyor. Abdullah Bey, mahkemenin tutuksuz yargılamalara karar vermesini umut ediyor, böylelikle gerginliklerin de boşa çıkarılacağını düşünüyor. Fakat ne yazık ki bu yazıyı yazarken öğrendiğim son KCK duruşmasından çıkan karar umutları nisan ayına kadar boşa çıkarmış oldu.

Oğlu Mayıs 2009’da dağa çıkmış olan Abdullah Bey “Ateşkes var, evimde rahatlama var. Sadece kendi eşim için değil, bu bütün anneler için geçerli” diyor. “Yüreğimiz parça parça. Bir yüreğimiz cezaevindeki arkadaşlarla, bir yüreğimiz dağdaki evlatlarımızla, bir yüreğimizse askerdeki evlatlarımızla” diye devam ediyor. Abdullah Bey’in en sevdiği Kürt atasözlerinden birisi (*) “Korkan göz, yüreği görmez”miş. Bu atasözünün kendisi için ifade ettikleriniyse “1993 yılından beri üç kez köyüm yakıldı. Sağlım bozuldu. Oğlum dağa çıktı. Yani ben evimi, evladımı, sağlımı kaybetmişim. Geriye bir onurum kalmış, onu da kaybedemem” diye özetliyor.

BDP Eşbaşkanı Gülten Kışanak’tan farklı olarak başkanlık sisteminin tartışılması gerektiğini, eksi yönleri kadar demokratikleşmeye katkı sunabilecek yanlarının da olduğunu ifade ediyor. Sistemle doğrudan alakalı bir meseleyi demokratça tartışmaya herkesi çağıran Başbakan Erdoğan’ın aynı demokrat çağrıyı mesele demokratik özerklik olunca gösterememesini eleştirmeyi de ihmal etmiyor.

Hayat hikâyesinin neresine dokunsanız acıyla karşılaştığınız birisi olan Abdullah Bey’in Türkiye’de tedavi imkânı olmayan genetik bir hastalığı var. Bu yüzden ölüm kendisini pek çoğumuzdan daha yakın hissettiriyor olmalı çünkü vücudunun neresinin ne zaman pıhtılaşacağı belli değil. Daha vahimi, kendisine Mayo Clinic’ten davetiye gelmesine rağmen mahkemenin yurtdışına çıkma yasağı olduğundan gidemiyor.

 


Erdoğan-Gül karşılaştırması

Ziyaretim sırasında konuşma imkânı bulduğum insanlar sıklıkla Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül’ün Kürt meselesine yaklaşımlarını kıyasladılar. Genelde Gül’ün Erdoğan’dan daha güven verici bulunduğunu gözlemledim. Örneğin Başbakan’ın Batman ziyareti sırasında KCK davasında yargılananlar için “suçlularsa cezalarını çekerler” minvalindeki sözleri, mevcut Terörle Mücadele Kanunu gözönüne alındığında hayal kırıklığına yol açmış. Buna karşılık Abdullah Gül’ün, Batman gezisi sırasında Belediye’yi ziyaret edip şu anda KCK’dan yargılandığından hapiste olan Belediye Başkanı’nın makamına oturması gibi ayrıntılar halkta şaşırtıcı bir coşkuyla karşılık bulmuş.

Başbakan Erdoğan’ın, elini taşın altına koyup siyasete müdahil olmak zorunda olduğundan herkes tarafından “sevilmeme” riskinin Cumhurbaşkanı Gül’e nispetle çok olması bence doğal. Şahsen haksız bulduğum bu kıyaslamadan bile bir hayır çıkaran kıymetli dostum Şehadet Çitil’in yorumuysa üzerine düşünmeye değer: “Kürtler devleti sevmez diye düşünürdük ama Gül sayesinde Kürtler hükümetten önce devlete ısındı.”

[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar