Zülfü DİCLELİ

Zülfü DİCLELİ
Zülfü DİCLELİ
Tüm Yazıları
Keşke…
4.11.2025
23

Bugün, Juan Gabriel Vásquez adlı Kolombiyalı bir yazarın bir makalesini okurken şu satırlara rastladım:

“Romancıların duyguların tarihçileri olduğunu öne sürmek istiyorum. Dostoyevski’ye, Stendhal’a, Virginia Woolf’a, Austen’a, George Eliot’a, Gabriel García Márquez’e, Mario Vargas Llosa’ya ve Toni Morrison’a yönelmemizin nedeni, duygusal dünyamızın iz bırakabileceği bir alanı açmış olmalarıdır.

“Burada yalnızca mahrem hayatlarımızdan söz etmiyorum. Bence modern romanın duygusal dünyamızı açıklamadaki başarısı, daha doğrudan siyasi kazanımların temelini atmaya yardımcı oldu. Milan Kundera, İhanete Uğrayan Vasiyetler adlı uzun denemesinde, Batı demokrasilerinin kendilerini insan haklarının mucidi olarak görmeye alışkın olduklarını yazar. Ancak insan haklarından önce, onun da ima ettiği gibi, birey kavramını icat etmemiz ve hem kendimizi hem de başkalarını birey olarak tanımamız gerekiyordu.

“Kundera’ya göre bu, kurmaca sanatının katkısı olmadan gerçekleşemezdi; çünkü kurmaca, başkalarının hayatlarına merak duymayı ve bizimkinden farklı hakikatleri kabul etmeyi öğretir. Papa Francis de şaşırtıcı biçimde benzer bir sonuca varır: Edebiyatın bize ‘insanlığın harikulade çeşitliliği’ için bir dil sunduğunu, bu çeşitliliği ‘yabancı değil, ortak’ kıldığını yazar.”

Bu satırlar bana geçenlerde t24’de yayınlanan bir açıklaması nedeniyle Selahattin Demirtaş’ın nasıl acımasız eleştirilere hedef olduğunu hatırlattı. Demirtaş yazısında “çözüm sürecinin” derinleştirilmesi ve ilerletilmesi için çok çeşitli vesilelerle Türk ve Kürt gruplarının birlikte katılacağı faaliyetler düzenlenmesini öneriyordu. Taraflar arasında karşılaşmaları mümkün kılacak ve birlikte gerçekleştirilecek faaliyetlerdi bunlar.

Çoğu eleştiri, Demirtaş’ı bu kadar önemli bir politik konuya “duygusal” ya da “manevi açıdan” yaklaşmakla suçluyordu. “Selo” diyorlardı çok “duygusal”.

Demirtaş’ın önerilerinin her birinin yapıcı politik önemi, on yıllardır birikmiş çetrefil sorunların çözümüne şu ya da bu ölçüde katkıda bulunabilecek olması bir yana, beni en çok rahatsız eden şey duyguların, duygulara hitap etmenin bu kadar hafife, hatta alayı alınması oldu. Yukarıdaki metinden aldığım şu iki cümle derdimi çok iyi anlatıyor:

1.“modern romanın duygusal dünyamızı açıklamadaki başarısı, daha doğrudan siyasi kazanımların temelini atmaya yardımcı oldu.”

2. “insan haklarından önce birey kavramını icat etmemiz ve hem kendimizi hem de başkalarını birey olarak tanımamız gerekiyordu.

Yani politikanın akılla ilişki kurmasının yolu öncelikle duygularla ilişkilenmesini gerektiriyor. Ve “öteki” insanlarla ortak ve eşit olmayı benimseyebilmemiz için onlarla duygusal karşılaşmalar yaşamak ve onların hayatlarına merak duymayı ve bizimkinden farklı hakikatlerini – yani somut varoluşlarını – kabul etmeyi öğrenmemiz gerekiyor.

Yani bu duygusal karşılaşmalar yaşanıp özümsenmeden hiçbir yasa, kural  ya da politik söylev eşitliği, eşit haklılığı getiremez.  Şimdiye kadar yaşayarak öğrenmedik mi, anayasamızda ve yasalarımızda hemen her konuda eşitlik, eşit haklılık ve diğer insan hakları nicedir yazılı, hepsi anayasal teminat altında – ama yaşadığımız gerçeklik bu mu? Siyasal kutuplaşmadan, karşılıklı öfke ve düşmanlık duygularından (hem de hiç tanımadığımız, hayatta hiç karşılaşmadığımız, haklarında hiçbir şey bilmediğimiz insanlara düşmanlıktan) kurtulabildik mi?

Keşke ülkemizin durumuna politik bir çıkış ve çözüm yolu arayan herkes bir az olsun Demirtaş gibi “duygusal” olsaydı.

Müşterek mülkiyet olmayan kolektif zekâ

“Sanayi Devrimi’nin demir ustaları ve tekstil kralları, diğer demir ustalarının ve tekstil krallarının inşa ettiği fabrika ve atölyelere çok benzer fabrikalar ve atölyeler inşa ettiler. Tarlalardan ve köylerden benzer şekillerde benzer iş gücü topladılar ve onları benzer bir asgari eğitimden geçirdiler. On sekizinci yüzyılın sonlarında demir atölyeleri ve tekstil fabrikalarını inşa eden kolektif zekâ az çok müşterek mülkiyetti.

“Francis Cabot Lowell, Manchester çevresindeki mevcut fabrikaları gezerek Massachusetts’te bir fabrikayı nasıl inşa edebileceğini öğrendi. Buna karşılık modern bir Mançuryalı Cupertino’yu ziyaret ederek Apple’ın İngiliz versiyonunun nasıl yaratılacağına dair pek az fikir edinebilir. Belki Silikon Vadisi’ne taşınabilir ve burada “havada dolaşan ticari sırlardan” –müşterek mülkiyet halindeki kolektif zekâdan ve bölgenin gücünden– yararlanabilir. Ancak yine de ziyaretçimiz, kendisini başarılı bir işletmeye götürecek yolculuğun henüz çok başındadır. Bugün başarılı bir işletmenin ayırt edici özelliği, müşterek mülkiyet olmayan kolektif zekâya erişimdir.“

              John Kay, 21. Yüzyılın Şirketi adlı kitaptan

Yani “üretim araçlarının özel mülkiyetine son verip toplumsal mülkiyeti hâkim kılmak” formülü artık bir “boş gösteren” haline gelmiştir. Yani soru artık “müşterek mülkiyet olmayan kolektif zekâya” müşterek çıkarlara katkıda bulunacak şekilde nasıl yaklaşmak gerekir sorusudur. Dikkat: buradaki müşterek olmayan kolektif zekâ özel mülkiyetteki zekâ anlamına gelmiyor, daha çok modern kolektif zekânın somut bireylerdeki somut – o bireye özgü, biricik şekilde – tezahür edişi demek oluyor.

Yani ele avuca gelmez, yasayla düzenlenemez, zorla yönetilemez ve kopyalanamaz bir tuhaf şey. Yapay zekâ denilen algoritmik zekânın yanına bile yaklaşamayacağı bir şey. Hem özgün ve özgür olacak hem de müşterek çıkara, topluma katkı sağlayacak. Bu nasıl olacak?

Bugün bu can alıcı soruya anlamlı ve geçerli, gerçekçi bir politik yanıt getirmeden, devrim ve sosyalizm şiarlarını tekrarlayıp durmakla hiçbir yere varılamaz.  

Umutluyum

Ülkemizin politik yaşamındaki gelişmelere baktığımda her geçen gün umudum artıyor; Walter Benjamin’in dediği gibi, umut bize umutsuzların hatırına bahşedilir ve içinde tarihin dönüşüm eğiliminin, kurtuluşun tohumlarını taşır. Kimilerinin tıkanma, açmaz gördüğü yerlerde, ben bugün bu tohumları seziyorum. Sanıyorum bu umut sıradan bir içeriğin sezgisi değil, bizi toplam tarihsel süreçle bağlantılandıran ayrıntılı bir kavrayış. Elbette tarihin dönüşüm eğiliminin bugünlerin somut bağlamında nasıl bir sonuç getireceğini ancak olayın sonrasında, tarihsel artçı etkileriyle anlayabileceğiz. Aynı şekilde süreçte bizlerin yaptıklarının/yapmadıklarının rolünü de.

Bu satırları yazdıktan sonra bu sabah sosyal medya da gördüğüm bir video aklıma geldi. Dün Bayrampaşa Belediye Meclisinde başkanvekili için yapılan seçimde oylar art arda pata çıkınca kura çekilişine gidiliyor; bıçkın bir bar fedaisini andıran AKP adayı uzun uzun, aşırı bir ihtimamla kendi adı yazılı kağıdı katlıyor. Ardından çekiliş yapılıyor – CHP’li adayın adı çıkınca CHP’liler sevinç gösterileri yaparken iktidarın adayı yıkarcasına kürsüyü yumruklamaya başlıyor. Sanki genel durumun yereldeki küçük bir zuhur edişiydi.

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar