Bugün, Juan Gabriel Vásquez adlı Kolombiyalı bir yazarın bir makalesini okurken şu satırlara rastladım:
“Romancıların duyguların tarihçileri olduğunu öne sürmek istiyorum. Dostoyevski’ye, Stendhal’a, Virginia Woolf’a, Austen’a, George Eliot’a, Gabriel García Márquez’e, Mario Vargas Llosa’ya ve Toni Morrison’a yönelmemizin nedeni, duygusal dünyamızın iz bırakabileceği bir alanı açmış olmalarıdır.
“Burada yalnızca mahrem hayatlarımızdan söz etmiyorum. Bence modern romanın duygusal dünyamızı açıklamadaki başarısı, daha doğrudan siyasi kazanımların temelini atmaya yardımcı oldu. Milan Kundera, İhanete Uğrayan Vasiyetler adlı uzun denemesinde, Batı demokrasilerinin kendilerini insan haklarının mucidi olarak görmeye alışkın olduklarını yazar. Ancak insan haklarından önce, onun da ima ettiği gibi, birey kavramını icat etmemiz ve hem kendimizi hem de başkalarını birey olarak tanımamız gerekiyordu.
“Kundera’ya göre bu, kurmaca sanatının katkısı olmadan gerçekleşemezdi; çünkü kurmaca, başkalarının hayatlarına merak duymayı ve bizimkinden farklı hakikatleri kabul etmeyi öğretir. Papa Francis de şaşırtıcı biçimde benzer bir sonuca varır: Edebiyatın bize ‘insanlığın harikulade çeşitliliği’ için bir dil sunduğunu, bu çeşitliliği ‘yabancı değil, ortak’ kıldığını yazar.”
Bu satırlar bana geçenlerde t24’de yayınlanan bir açıklaması nedeniyle Selahattin Demirtaş’ın nasıl acımasız eleştirilere hedef olduğunu hatırlattı. Demirtaş yazısında “çözüm sürecinin” derinleştirilmesi ve ilerletilmesi için çok çeşitli vesilelerle Türk ve Kürt gruplarının birlikte katılacağı faaliyetler düzenlenmesini öneriyordu. Taraflar arasında karşılaşmaları mümkün kılacak ve birlikte gerçekleştirilecek faaliyetlerdi bunlar.
Çoğu eleştiri, Demirtaş’ı bu kadar önemli bir politik konuya “duygusal” ya da “manevi açıdan” yaklaşmakla suçluyordu. “Selo” diyorlardı çok “duygusal”.
Demirtaş’ın önerilerinin her birinin yapıcı politik önemi, on yıllardır birikmiş çetrefil sorunların çözümüne şu ya da bu ölçüde katkıda bulunabilecek olması bir yana, beni en çok rahatsız eden şey duyguların, duygulara hitap etmenin bu kadar hafife, hatta alayı alınması oldu. Yukarıdaki metinden aldığım şu iki cümle derdimi çok iyi anlatıyor:
1.“modern romanın duygusal dünyamızı açıklamadaki başarısı, daha doğrudan siyasi kazanımların temelini atmaya yardımcı oldu.”
2. “insan haklarından önce birey kavramını icat etmemiz ve hem kendimizi hem de başkalarını birey olarak tanımamız gerekiyordu.
Yani politikanın akılla ilişki kurmasının yolu öncelikle duygularla ilişkilenmesini gerektiriyor. Ve “öteki” insanlarla ortak ve eşit olmayı benimseyebilmemiz için onlarla duygusal karşılaşmalar yaşamak ve onların hayatlarına merak duymayı ve bizimkinden farklı hakikatlerini – yani somut varoluşlarını – kabul etmeyi öğrenmemiz gerekiyor.
Yani bu duygusal karşılaşmalar yaşanıp özümsenmeden hiçbir yasa, kural ya da politik söylev eşitliği, eşit haklılığı getiremez. Şimdiye kadar yaşayarak öğrenmedik mi, anayasamızda ve yasalarımızda hemen her konuda eşitlik, eşit haklılık ve diğer insan hakları nicedir yazılı, hepsi anayasal teminat altında – ama yaşadığımız gerçeklik bu mu? Siyasal kutuplaşmadan, karşılıklı öfke ve düşmanlık duygularından (hem de hiç tanımadığımız, hayatta hiç karşılaşmadığımız, haklarında hiçbir şey bilmediğimiz insanlara düşmanlıktan) kurtulabildik mi?
Keşke ülkemizin durumuna politik bir çıkış ve çözüm yolu arayan herkes bir az olsun Demirtaş gibi “duygusal” olsaydı.
































Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
10.01.2024
25.12.2023
21.08.2020
5.06.2020
5.04.2020
21.01.2020
2.02.2019
21.11.2019
19.10.2019
13.10.2019