Akın ÖZÇER

Akın ÖZÇER
Akın ÖZÇER
Tüm Yazıları
BM sisteminde insan hakları ihlalleri
26.08.2013
3384

 BM sisteminin reform ihtiyacı, Başbakan Erdoğan’ın Suriye’deki son katliamlar karşısında iki yıldır harekete geçemeyen uluslararası kuruluşa yönelttiği eleştirilerle yeniden gündeme geldi. Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisine sahip ülkelerin uluslararası camianın bu ülkedeki ağır insan hakları ihlallerine insani müdahalesini kilitliyor olması kızdırmıştı Başbakan’ı belli ki. O kızgınlıkla ağır insan hakları ihlallerine müdahale edebilen, kuşkusuz çok daha adil başka bir uluslararası örgütün kurulmasından bile söz etmişti ama asıl niyeti Güvenlik Konseyi’ni eleştirmekti. Nitekim Rize’den “Ey BM Güvenlik Konseyi neredesin, sen ne için kuruldun? Senin amacın barış değil miydi? Sen şu anda barışın güvencesi değilsin” diye seslendi son olarak. Peki, BM sistemi Suriye’deki ağır insan hakları ihlallerine neden müdahale edemiyor, devletlerin içişlerine karışmama ilkesi bu gibi durumlarda hâlâ geçerli mi?

Devletlerin egemenliği ve eşitliğinin uluslararası hukukun temel ilkesini oluşturduğuna kuşku yok. Suriye’deki son katliamlar nedeniyle eleştiri oklarının yöneltildiği BM sistemi bu temel ilkenin doğal bir sonucu olarak devletlerin ulusal yetkisindeki işlerine karışmamayı da ilkeleri arasında (md 2 fıkra 7) sayıyor. Nitekim Uluslararası Adalet Divanı, Nicaragua’nın ABD’ne karşı ülkesindeki silahlı muhalefete (Contras) verdiği askeri destekle uluslararası hukuku ihlal ettiği gerekçesiyle açtığı davada 1986’da vermiş olduğu kararla içişlerine karışmama ilkesinin uluslararası teamül hukukunun vazgeçilmez öğesi olduğunu vurguluyor.

Ne var ki ABD’nin soğuk savaş döneminde, Nicaragua’da olduğu gibi, diğer Latin Amerika ülkelerinde iktidar olan sol hükümetlere karşı giriştiği bu tür müdahaleleri ya da darbelere verdiği siyasi ve askeri desteği genelleştirerek içişlerine karışmama ilkesini savunmak doğru değil. Çünkü dünyada son olarak Mısır ve Suriye’de gördüğümüz gibi ülkesinde insanlık dışı politikalar yürüten ve bunu kendi içişleri olarak savunan devletlerin uygulamaları da var. Bu gibi durumlarda içişlerine karışmama ilkesi kendi halklarının temel insan haklarını ihlal eden devletlerin yaptıklarına göz yummak anlamına gelmiyor mu?

İnsan hakları ihlallerine müdahalenin koşulları  

Aslında içişlerine karışmama ilkesi ulusal egemenliği kullanan devletlerin kendi halkına karşı sınırsız yetkilere sahip olduğu anlamına gelmiyor. Devletlerin öncelikle halklarını korumak gibi bir görevi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Peki, ama BM sistemi bu görevini yerine getirmek bir yana, kendi halkına katliam yapan Suriye’deki Baas rejimi ve Mısır’daki darbe yönetimine karşı nasıl yaptırımlar öngörüyor?

BM Yasası içişlerine karışmama ilkesine şöyle bir sınırlama getiriyor: “ bu ilke, 7. bölümde öngörülmüş olan zorlayıcı önlemlerin uygulanmasını hiçbir şekilde engellemez.” Atıf yapılan zorlayıcı önlemler, Güvenlik Konseyi’nin “barışın tehdit edildiğini, bozulduğunu ya da bir saldırı eylemi olduğunu saptaması” halinde devreye giriyor ve “uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması” için askeri kuvvetlerin kullanılması dâhil gerekli saydığı her türlü girişimi” kapsıyor.

Kabul etmek gerekir ki zorlayıcı önlemler bağlamında dile getirilen uluslararası barış ve güvenliğin bozulması ya da tehdit edilmesi son derece muğlâk kavramlar. Buna karar verecek olan Güvenlik Konseyi’nde tümü tam demokratik olmayan, farklı çıkarlara sahip beş devletin veto yetkisinin bulunması geçmişte Serebrenica ve Ruanda’da olduğu gibi, bugün de Suriye ve Mısır’da zorlayıcı önlemlerin uygulanmasını kilitliyor.

İnsanî müdahale hakkından Koruma Sorumluluğu’na

Birçok katliamın cezasız kalmasına yol açan, bir yerde kutsallaştırılmış içişlerine karışmama teorisine karşı “insani müdahale hakkı” kavramı ilk defa 1987’de Fransız Profesör Bettati ve sosyalist siyaset adamı, eski Bakan Bernard Kouchner tarafından geliştiriliyor. Buna göre, temel insan haklarını korumak amacıyla duruma müdahale etmek aslında devletlerin görevi. BM eski Genel Sekreteri Annan’ın Milenyum raporunda altını çizdiği gibi, insanî müdahale hakkına devletlerin egemenliğini sınırladığı gerekçesiyle karşı çıkılırsa, ağır insan hakları ihlallerini ve katliamları önlemek mümkün olmaz ne yazık ki.

Ünlü Québec’li yargıç ve hukukçu Bayan Westmoreland-Traoré insanî müdahale hakkının aslında hukuki bir temeli bulunduğu, zira devletlerin insan hakları ihlallerine tepki vermekle yükümlü olduğu görüşünde.Bayan Westmoreland-Traoré bu görüşünü BM Yasası’nın ilk maddesinin 3. paragrafına dayandırıyor. Buna göre, BM’nin amaçlarından biri de “ekonomik, sosyal, kültürel ve insancıl nitelikteki uluslararası sorunları çözmede ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı gözetmeksizin herkesin insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygının geliştirilip güçlendirilmesinde uluslararası işbirliğini sağlamak.” Yasa’nın 55. maddesinin 3. fıkrası da  “uluslar arasında halkların eşitliği ve kendi yazgılarını kendilerinin belirlemesi ilkesi üzerine kurulmuş barışçı ve dostça ilişkiler sağlanması için” BM’yi “insan haklarına ve temel özgürlüklerine bütün dünyada etkin biçimde saygı gösterilmesini kolaylaştırmak” ile görevlendiriyor. Ayrıca sonraki madde “üyeler 55. maddede belirtilen amaçlara ulaşmak için gerek birlikte, gerekse ayrı, ayrı örgütle işbirliği içinde hareket etmeyi yükümlenirler” diyor.

Öte yandan, insan hakları alanında 1949’da imzalanan dört Cenevre sözleşmesinin ortak 1. maddesi, tarafları sadece kendi insanî yükümlülüklerine saygı göstermekle değil ayrıca her koşulda saygı gösterilmesini sağlamakla da sorumlu tutuyor. Üçüncü tarafları da kapsayan bu tür genişletilmiş sorumluluk sözleşmelerin ortak 3. maddesinde de yer alıyor. Bu madde uluslararası olmayan silahlı çatışmaları da (iç savaş ve silahlı isyanlar) kapsıyor. Bu maddeyle çatışmada ele geçirilen düşman tarafa mensup kişilere her türlü kötü muamele (aşağılama, aç bırakma vb) ve işkence yapılması yasaklanırken, yaralı ve hastalar için de insani yardımı kabul ve tedavi zorunluluğu getiriliyor. Sonuç olarak üçüncü ülkelerin de kural ve ilkelere uymaları için müdahale yükümlülüğü getiren Cenevre sözleşmelerinin de insanî müdahale hakkının hukuki ayaklarından birini oluşturduğunu söylemek mümkün.

İnsani müdahale hakkının uluslararası teamül hukukunun bir normu olarak kabulü aşamasına daha geçilmemiş olmakla birlikte, Soğuk savaşın sonundan bu yana uluslararası uygulamada eğilimin bu yönde olduğu gözlemleniyor. Örneğin BM Milenyum toplantısında Kanada’nın girişimiyle kurulan Müdahale ve Devlet egemenliği Uluslararası Komisyonu  (ICISS/International Commission on Intervention and State Sovereignty  ) tarafından hazırlanan ve BM 2005 Dünya Zirvesi’nde benimsenmiş olan “Koruma Sorumluluğu” (Responsability to Protect) başlıklı rapor bu yöndeki eğilimi açıkça ortaya koyuyor. Raporda özetle devletlerin vatandaşlarını katliam, açlık gibi felâketlere karşı koruma yükümlülüğü olduğu, bu yükümlülüğünü yerine getiremediği takdirde sorumluluğun uluslararası camiaya geçtiği vurgulanıyor.

Altının kalın çizgilerle çizilmesi gereken husus, uluslararası camiaya düşen bu koruma sorumluluğunun iç savaş, ayaklanma ve devletin ayaklanmaları bastırmak için uyguladığı önlemleri de kapsıyor olması. Cenevre sözleşmeleri ve eki protokollerde öngörülenin çok ötesindeki egemenlik alanına giren bu müdahale için ilgili devletin onayının aranması da artık koşul olmaktan çıkıyor; zirauluslararası koruma hakkının bu durumda içişlerine karışmama ilkesinden önde geldiği kabul ediliyor.

Koruma sorumluluğunda “önleme”, “tepki verme” ve “yeniden inşa etme” olmak üzere üç temel yükümlülük öngören rapor, iki temel koşulun gerçekleşmesi durumunda, uluslararası camiaya müdahale yükümlülüğü getiriyor. Birincisi, iç savaş veya etnik temizlik gibi çok sayıda insanın yaşamına yönelik ciddi bir tehdidin varlığı. İkincisi, ilgili egemen devletin bu tehlikeyi giderecek imkânlara sahip olmaması ya da söz konusu tehlikeye kendisinin izlediği politikaların neden olması. Ruanda ve Srebrenica’da önlenemeyen soykırımlardan sonra uluslararası camianın benzeri durumlarda bazı koşullar altında insanî müdahalede bulunma imkânının bir rapor çerçevesinde de olsa dile getirilmesini olumlu bir adım olarak nitelemek gerekir kuşkusuz.

Koruma Sorumluluğu nasıl uygulanabilir?

ICISS raporu, bazı şartlarda öngördüğü askeri önlemler konusunda beşlerin veto yetkisine sahip olduğu Güvenlik Konseyi’ni öncelikli sorumlu kurum olarak görüyor. Bunun böyle olması doğal zira BM Yasası’nın 12. maddesine göre Konsey kendisine yüklenen görevleri yerine getirdiği sürece, Genel Kurul’un bu konuda yetkili olması söz konusu değil. Ancak sorun, Srebrenica ve Ruanda’da olduğu gibi, Güvenlik Konseyi’nin veto yetkili üyelerinin bu yetkilerini ilkeli biçimde kullanmamalarından kaynaklanıyor. O bakımdan BM sisteminde ivedilikle reforma gidilmesi şart.

BM Yasası’nda öncelikle gözden geçirilmesi gereken konuların başında veto yetkisinin sınırlandırılması geliyor. Bunu veto yetkisinin tek başına ya da ağır insan hakları ihlalleri gibi konularda kullanılmasını kısıtlayarak yapmak mümkün olabilir. Ayrıca bazı olaylarda koruma sorumluluğu gerektiren ağır insan hakları ihlalleri olup olmadığının belirlenmesi uzmanlara bırakılabilir. En azından bu gibi durumlarda veto kullanılması engellenebilir.    

BM sisteminde bu tür reformlar gerçekleştirilmeden ICISS raporunda dile getirilen hususların uygulamaya geçirilmesi kolay değil elbette. Ama insanlık trajedilerinin bir daha yaşanmaması için raporda dile getirilenkoruma sorumluluğunu içişlerine karışmamanın önüne geçiren yaklaşımının önümüzdeki döneme damgasını vurması gerekiyor. Bunun için de uluslararası arenada bu yönde her türlü çabayı harcamakta yarar var doğal olarak.   

 

 

.    

 

 

 

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar