Markar ESAYAN

Bulutlar ve kırlar
17.03.2013
3607

 Küçükken kırlara giderdik...

Babam pazar günü sabah altıda kalkar ve tüm evi “canlandırırdı”. İçeriden babamın kahkahalarının sesi ve annemin pişirdiği yumurtalı ekmeklerin kokusu gelirdi. Böyle hoş bir girizgâh yaptığıma bakmayın. Ben ve iki kardeşim bu erken uyanma işinden çok ama çok mustariptik. Babam saat ilerledikçe hâlâ kalkmamış olan bizleri cebren veya hile ile uyandırmak için elinden geleni ardına koymazdı çünkü. Radyonun sesi sonuna kadar açılır, babam şarkılar söyler, annem de bizim tarafımızı tutuyormuş gibi yaparken aslında bu sabah neşesine içtenlikle katıldığını gizleyemezdi. Aile biraz da böyle bir şeydir.

Pazar günü, o zaman pek moda olduğu üzere piknik günüydü. Biz çocuklar ise daha çok denize gitmek isterdik. Peynirli börekler, tüp, çaydanlık ve tüm piknik malzemeleri arabanın bagajına, ayak diplerimize, arka camın oradaki boşluklara tıkış tıkış sıkıştırılır. Son kalan yerler de Sarıyer veya Bahçeköy’de alacağımız domates ve mangalda tütecek ete ayrılırdı. Önde yüzleri gülen, birbirlerine şarkı söyleyen, sonra aralarına ehemmiyetsiz bir konuda küçük bir tartışma tiradı giren anne ve baba. Arkada ise uykulu, yüzleri somurtan üç tane güzel çocuk.

Belgrad ormanlarında birkaç gözde piknik yerimiz vardı. Biz çocuklar tabii ki o demirden kayık salıncakların olduğu geniş kırlık alanı tercih ederdik. Ama babam piknik yerinin mutlaka bir çeşme ihtiva etmesi ve dönüşte boş bidonların ağzına kadar doldurulmasının şart olduğunu düşünürdü. O sular dağlardan iniyordu ve insana şifa veriyordu çünkü. Bu replik hep tekrarlanırdı.

Tabii, pazar günleri bizimle aynı hisleri paylaşan onbinlerce neşeli ebeveyn ve somurtkan çocuk daha vardı yollarda. Kayıklı o alana geç kalıp uygun piknik yeri bulamayınca babam söylenir, “Sizin yüzünüzden geç kaldık, yerleri kaptırdık” diye bizi azarlardı. Aslında bu onunu işine gelir, çeşmesi gür olan daha ağaçlıklı diğer piknik yerine gider ve vaziyet alırdık. Biz çocukların görevi, annemiz piknik yerimizi düzenlerken hemen çeşme başına koşturmak ve su sırasına girmekti. Nasıl bir eziyetti o tanrım! Saatlerce beklediğimiz olurdu. Öğle yemeğine kadar suyun masada olmasına çalışırdık. Bu arada çeşme başında ciddi kavgalar da çıkardı tabii.

Sanırım kır hayatına alerjim bu hikâyenin bir sonucudur.

En rahat zamanlar öğle yemeği sonrası, piknik şehvetinin artık düşüşe geçtiği zamanlar olurdu. Erkenciler kalkıp gider, piknik yeri biraz tenhalaşır, yer kapma, su alma, bir an evvel mangalda kömür olmuş veya çiğ kalmış etleri midelere indirme telaşı dinmiş olurdu. Ben de o zaman, babamın uyuklamasından, annemin de toparlanma telaşından faydalanıp biraz uzaklaşır, o kırlık alana giderdim.

Sık ağaçların arasından kıvrılan patikada ilerlemek, ormanın loş bölgelerinde içimin ürpermesini hissetmek ve derken, birden karşıma çıkan papatyalarla bezeli geniş kırlık alanı kucağımda bulunca her defasında şaşırmak.

Papatyaların ve uzun otların arasına uzanır, göz alabildiğine uzanıp giden gökyüzüne bakar ve bulutları saymaya başlardım. Bu bulutlar nereye gider, otların arasına uzanmış kaç çocuğun daha hayallerini süsler, kaç çocuğun bilançosuna girerdi?

Yıllar geçti. Neredeyse her şey değişti. Yüzler, evler, insanlar, konuştuğumuz dil, arabalar, yollar, köprüler, meydanlar ve hayat, değişti; ama gökyüzü ve bulutlar hep aynı kaldı. O zamanlar da gökyüzüne güvenmenin iyi bir fikir olduğunu hissetmiştim. Çünkü bulutlar özgürdü. Bizim üzerimizden zorunlu oldukları için değil, gerçekten istedikleri için geçiyorlardı. Bu özgürlük, bu endişesizlik benim onlarla kurduğum ilişkiyi sonsuz kılan bir rahatlıktı. Bulutları hep sevdim, çünkü beni hiç zorlamadılar. Sadece tepemden geçerken bana gülümsediler, ben de onlara.

Mutsuzluğu tahakküm sevgiyi ise özgürlük üretir.


[email protected]

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar