Süleyman Seyfi Öğün

Süleyman Seyfi Öğün
Süleyman Seyfi Öğün
Yeni Şafak Tüm Yazıları
Kıt’aların geleceği
21.08.2017
977

 Amerikalar ile Asya-Avrupa-Afrika üçlüsünün oluşturduğu  kıt’a arasındaki târihsel kopukluk, modern kafalarda şaşkınlığa yol açmış; bir çok spekülasyonun doğmasına sebep olmuştur. (Bunlardan birisi de mâlûm “Kayıp Mu Kıt’ası” efsânesidir.) Bunu çok anlaşılır buluyorum. Çünkü son 500 senelik Modern Dünyâ Târihi ve Sistemi; aslında bu kopukluğun giderilmesini anlatıyor. 16 ve 18. asırlar arasında, iki Avrupa gücü, İspanya ve Portekiz, Atlantik’in iki yakasını dokudu. Değerli malların Avrupa’ya akması ile başlayan genişleme sürecini; İspanyol ve Portekiz aklının akıl edemediği; Britanya, Hollanda ve Fransa’nın hegemonik yapıları tamamladı. Bu rekâbetçi süreci; Fransa ve Hollanda’yı 17. asırda  durdurup yayılmalarını sınırlandıran Britanya kazandı. 18. asır, Britanya liderliğinde bir “Modern” Dünyâ İmparatorluğuna da işâret eder. Tabiî ki bu imparatorluğun sıklet merkezi Atlantik olacak; Asya’yı ve Afrika’yı periferileştirecekti. Târihsel olarak düğümlenmiş üç alt kıt’adan Avrupa, kendisini diğerlerinden ayrışıyor ve sırtını “Doğu”; yâni Asya’ya; yüzünü ise Atlantik; yâni Amerikalar’a çeviriyordu.

Bu ayrışmada, çekirdek güçlerin hammadde ve ucuz işgücü ihtiyacını teminine mâtuf olarak düzenlenen bir siyâsal-beşerî coğrafi şekillenme görürüz.

Britanya merkezli Dünya Sistemi, 1870’lerde alarm verdi. Hegemonik düzenin yenilenmesi ise 1945’i; yâni II. Genel Savaş’ın sonunu buldu.  Zaman içinde, kültürel olarak İspanyol ve Portekiz etkilerinin yaşandığı  Amerikaların Orta ve Güney kesimleri; ağırlıklı olarak Britanya ve biraz da Fransız etkisinin izlerini taşıyan Kuzey’in nüfûzu altına girdi. Sömürgelerin tasfiyesi ile  Afrika ve Asya’da zuhûr eden uluslar; salâha, selâmete ermedi. Sonu gelmeyen ulusal, etnik ve sözüm ona sınıfsal çatışmalara mahkûm edildiler.

Aslında “Pan Avrupa-Pan Amerika” gibi düşünceler; yeni hegemonik güç merkezi olan  ABD ve Batı Avrupa’nın esastaki birliği düşüncesi; etkili bir oryantalizm üzerinden işlendi. Tek Asya memleketi; Japonya bunun dışında tutuldu ve mazisi ile âtisini kaynaştıran yegâne güç olarak parlatıldı. Sömürgelerin tasfiyesi sürecinde zayıflayan siyâsal kontrol; kültürel olarak takviye edilerek yenilendi. Ucuz işgücü ve hammadde kaynakları garanti altına alındı. Yarı-merkez alanları oluşturan Sovyetler ve Sosyalist Çin’in varlığı, sistem açısından tehdit değil; tam tersine işleyişi kolaylaştıran bir işbölümüydü aslında. Afrikalılık her zaman dışardaydı zâten. İlkelliği, yabanîliği anlatıyordu. Ama bizim için daha ilginci; maalesef yetersiz ve duygusal ideologlar tarafından fetişleştirilen Doğululuk kavramıydı. “Doğu” ve “Doğululuk” kavramlarının ne kadar Asyaik bir kavram hâline getirildiğine dikkât etmek ve aslında sistemi nasıl da takviye ettiğini görmek  gerekiyor. Doğu potasında ihrâç edilmiş olan Asyalılık içinde; hem Müslümanlık; hem de Komünist olmak yedeklenmekteydi. Sürecin ne kadar hegemonik olduğunu, birlikte Asyalılığın içine gömülmüş iki hissiyâtın nasıl da iki yumurta misâli tokuşturulduğunu ve birbirine kırdırılmış olması gösteriyor. Kestirmeden söyleyelim; Çan Kay Şek’ten Mao’ya çok bir şey değişmiyordu aslında.

1970’lerden sonra ABD merkezli hegemonik sistemin krizleri derinleşti. Çin’in 1976’dan sonra; Sovyetlerin ise 1989 sonrası hızla kapitalist sisteme doğrudan eklemlenmesi, sistemin zaferi zannedildi. Aslında sermâyenin hırçın, hesapsız büyümesi; özellikle de finansal sermâyenin çılgınlıkları; merkez-yarı-merkez ve çevre dünyâlar arasındaki ilişkileri hegemonik anlamda rasyonalleştirilen ve düzenlenebilen ilişkiler olmaktan çıkardı. Çok karmaşık; kördüğümleşmiş bağımlılık ilişkileri peydahlandı. Yarı-merkez coğrafyaların birikim süreçlerine girmesi; Lâtin Amerika’da Brezilya; Asya’da Hindistan ve Çin gibi; Orta Doğu’da ise Türkiye, İran, Katar gibi görece bağımsız davranabilen güçler türetti. Aslında küreselleşme, bizzat ABD Hegemonyasının derin krizlerini açığa vuruyor. Artık görebiliyoruz ki; Rusya ve Çin’in sistem içindeki rollerinin çökmesi; sistemin zaferine değil; bizzât çevrimsel-yapısal krizine işâret ediyordu. Bunu; 1990’lardaki Pasifik Krizi ile Japonya’nın durağanlaşması; 2008 Krizi  ve  2010’larda başlayan AB’nin çözülmeye başlaması tâkip etti. Süreci biraz da  domino taşları mantığı ile tâkip etmek gerekiyor.  

ABD’nin Lâtin Amerika’daki kontrolü hayli azaldı. Ortadoğu’da savruk siyâsetler izliyor. Çin-Britanya-Fransa üzerinden gelişen; Asya-Avrupa ve Afrika’yı kuşatan ve târihî İpek Yolu’na göndermelerde bulunan yeni bir sıklet merkezi oluşuyor. Bu, Atlantik’in ağırlığını; yâni ABD’nin hegemonyasını tehdit ediyor. ABD buna; İsrâil, Rusya, Almanya, Mısır, Suudiler ve  Körfez’i yanına alarak karşılık vermeye çalışıyor. Kazanan kim olacak bilmiyoruz; ama kıt’aların hikâyesi artık çok farklı yazılacak…

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar