Umur TALU

Hepimiz aynı mülteci teknesindeyiz!
19.09.2023
361
20 senede ülkenin, ruhunun, umutlarının içine ettiniz; bunu Türkiye Yüzyılı diye bir tekneye koymuş oradan oraya salınıyor, sallanıyor, savruluyor, hepimizi savuruyorsunuz!

Öyle AB mabe değil, Erdoğan filan düşünecek: Ne oldu da böyle oldu? Ne yaptık da bu hale geldi?

2004-2023… 20 senede ülkeyi ve insanlarını ve özgürlükleri ve hakları ve demokrasi ile cumhuriyeti ne hale getirdiniz ki böyle oldu?

Elbette önyargılar, önyargılılar vardı ama 2004 sonu Avrupa Parlamentosu "Türkiye'ye EVET, YES…" pankartlarıyla dünyada ses getirmiş, Erdoğan hükümetinin Türkiye'si ile "Fazla gecikmeden tam üyelik müzakerelerine başlanması"nı kararlaştırmıştı.

Öyle ki "Tam üyelik yerine ortaklık statüsü" tavsiye eden önerge reddedilmişti.

O dönemde Brüksel görüşmelerini orada izledim. Sabah'ta, yani artık gazete olmayan Sabah'ta bir dolu yazı yazmışım. Avrupa'nın ağır topları olan siyasetçilerin Türkiye'ye nasıl arka çıktığını, bilhassa parlamentodaki "solcular"ın, "Yeşiller"in "Türkiye ile bir arada yaşamak" için nasıl heyecan ve kararlılık taşıdığını gördüm.

Mesele AB yanlısı olup olmamak değildi; mesele ülkeniz, haklar, özgürlükler, demokrasi için umutlanmak ve İslamcı bir iktidar varken bile Avrupa solunun da bu umudu duyabildiğini görmekti.

O iktidarın da, belki ülkede askeri darbe korkusuyla, Avrupa'ya nasıl sarılmak istediğini görmek de ilginçti.

Ama Uzun Adam uzun yolculukta herkesi kandırmış oldu! Kendini de mi, bilmiyorum ama dünyayı ve ülkesini, milletini.

Şimdi AB "Tam üyelik olmaz, başka formül" demeye getirdi ve o gün de Türkiye'yi istemeyenler, Avrupa'nın sağ partileri, bizim boğucu ve sığ sağımız sayesinde kazandı!

Mesele AB değil…

Mesele o gün insan hakları için umut duyan herkese AKP ve Erdoğan'ın verdiği despotik ders!

Bakacak şimdi, AB ve o kriterler mi değişmiş, kendisi, iktidarı, partisi, sözleri, ülkenin ve insanların başına gelenler, başına getirdikleri mi?

Ülke ve 80 küsur milyonu sanki toptan bir mülteci teknesinde. Bir Rusya'ya savruluyor, bir Arap şeyhlerine… Bir Avrupa kıyılarına varmak istiyor, hop oradan Amerika'ya sığınmaya.

Ya hukuk devletiniz mi var ki, afra tafra yapıyorsunuz?

Yargınız bağımsız mı ki, raporlara kızıyorsunuz?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına mı uydunuz da bozuluyorsunuz?

Vicdan, ifade, basın özgürlüğü filan mı hakim ki, köpürüyorsunuz?

Eleştirenin, itiraz edenin başına bir şey gelmiyor mu ki de atıp tutuyorsunuz?

Halkınız çok mu mutlu ki, durmadan şişiniyorsunuz?

20 senede ülkenin, ruhunun, umutlarının içine ettiniz; bunu Türkiye Yüzyılı diye bir tekneye koymuş oradan oraya salınıyor, sallanıyor, savruluyor, hepimizi savuruyorsunuz!

Aşağıda o dönem yazdığım yazılardan parçalar var. Uzun oldu elbette, okumayabilirsiniz ama arşivde bulunsun!

Sessiz Devrim

Kadroyu veriyorum: Hepsinin önüne "eski" sıfatını ekleyerek...

Finlandiya Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari;

Almanya, Saksonya Eyaleti Başbakanı Kurt Biedenkopf;

Avrupa Komisyonu Üyesi (ve halihazırda Avrupa parlamenteri) Emma Bonino;

Hollanda Dışişleri Bakanı, Avrupa Komisyonu Üyesi Hans van der Broek;

Polonya Dışişleri Bakanı (ve halihazırda Avrupa parlamenteri) Bronislaw Geremek;

"London School of Economics" Direktörü (birçok kitabı Türkçe de yayınlanmış) Anthony Giddens;

İspanya Dışişleri Bakanı, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, Avrupa Komisyonu Üyesi Marcelino Orejo Aguirre;

Fransa Başbakanı (ve halihazırda Avrupa parlamenteri) Michel Rocard;

Avusturya Dışişleri Genel Sekreteri Albert Rohan.

Eski ağırlıklarının ardından da etkileri devam eden bu dokuz kişi, uzun süre Türkiye çalıştı, Türkiye okudu, Türkiye konuştu, Türklerle ve Avrupalılarla tartıştı...

Ve sonunda, dün Brüksel'de açıklanan Türkiye raporu doğdu. Bir gün önce bizzat, komisyonun başkanı Ahtisaari ve raportörü Rohan'dan raporun felsefesini yüz yüze dinleyebildik.

Avrupa Birliği'nden tarih alıp almamaya çeyrek kala, altı dilde Avrupa'ya dağılan bu raporun lobisinden daha iyisi "Şam'da kayısı" olabilir miydi, bilmiyorum.

Resmi niteliği olmadan, "Türkiye bütün kriterleri yerine getirmiştir" demeden...

Ancak, "Kriterleri yerine getirmekte ise, tarih almak, Türkiye'ye anasının ak sütü gibi helaldir. Başka gerekçe, başka şart, başka bahane çok çok ayıp ve aşırı haksızlık olur" demeye getiren...

AB'yi Türkiye'ye karşı dürüst, adil olmaya çağıran...

Üyelik takviminden ve üyelikten, Türkiye kadar, belki ondan da fazla, Avrupa'nın; kültürel, ekonomik, askeri, stratejik, diplomatik, insani, vicdani yararlar sağlayacağını söyleyen bir rapor.

Avrupa Anayasal Antlaşması'nın daha ilk maddede, gerekli koşulları yerine getiren aday ülkelere (Türkiye'ye) üyeliğin, bir lütuf değil, bir hak olduğunu hatırlatan rapor...

Daha girişinde, "Türkiye, sessiz bir devrim yaşamıştır" diyerek, büyük devrimlerin kıtasına "sesli" bir gönderme yapıyor.

Türkiye tarihini; "Avrupa siyasetinin önemli unsuru" Osmanlılar'dan Genç Osmanlılar'a, Jön Türkler'den "reformcu, başarılı bir ulusal bağımsızlık mücadelesi sürdüren, medeniyeti Batı'da gören, nüfusun büyük çoğunluğunun benimsediği laiklik anlayışını temellendiren" Atatürk'e, oradan da "son iki yılda 10 yıllık reformlar yapıldı" diyerek AKP'ye kadar, hep modernleşme, Batı'ya yönelme ve Avrupalılık olarak okuyor ve yazıyor.

"Sessiz devrim"in sessiz toplumunun da, Avrupa'dan yana ses ve nefes verdiğini vurguluyor.

(7 Eylül 2004)

Hayal bu ya!

Avrupa sahnesinde ağırlıkları olan altı kişiyi dinlerken düşündüm de...
Onlar "kadim Türk dostu" filan değildi.
Kendilerince birtakım ilkeler ve dikkate aldıkları gelişmeler ışığında etkilenmişler, etkilemeye çalışıyorlardı.
Öyle bir rapora imza atarak, dini, kültürel, tarihi, ekonomik gerekçelerle yahut sıradan ön yargılarla "Türkiye'den hoşlanmayanlar" karşısında siyasi, insani riskler de almışlardı.
Ama her birinin ağzından, raporların kuru dili dışında, samimiyetleri konuştu.

Bu sütun da dahil, bir çoğumuzun "içeriden" eleştirdiği (ve eleştiri sürmeli!) bir ülkeye, bizim ülkemize...
Kendini değiştirebilen, kendini geliştirebilen...
En umutsuz, en ışıksız, en hareketsiz ve uyuşmuş göründüğü anlarda bile sıçrayabilerek şaşırtıcı ufuklar açabilen bir topluma duydukları saygıyla bakıyorlardı.
Ölüm döşeğinde değişmeye çabalayan bir imparatorlukta da...
Onun içinde gelişen muhalefet hareketlerinde de...
Onun enkazı üstünde tohumlanan, adımlanan Cumhuriyet'te de...
Kör topal, bir çok insana ağır bedeller ödeterek gidip gelen, kâh emekleyen kâh zıplayan demokrasi deneyiminde de...
Şöyle ya da böyle değişme çabasına giren ve belki kendi samimi demokratik değişimini tamamlamadan bir takım reformlar üstlenen "İslamcı" iktidar partisinde de olumlu bir dinamik görüyorlardı.

Elbette, "Avrupalıları ikna etmek" için öncelikle "Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin üyeliğinden çıkarları" üstünde duruyorlardı...
Biraz yakından inceledikten, biraz yakından anlamaya çalıştıktan sonra, bu ülkede belki bizim bile tam hissedemediğimiz bir "kabiliyet" seziyorlardı.

Onların zaviyesi bir yerden sonra önemli değil.
Bir yerden sonra, "kendimizi beğendirip" Avrupa Birliği yolunu açmamız, üye olup olmamamız da önemli değil.

Ama şu var:
Fransa'nın eski başbakanı, Sosyalist Parti'den Michel Rocard'ın ifade ettiği ilke ve değer dizisi içinde, kendimizi yeniden değerlendirmemiz.
Asıl meselenin, insanların barış ve temel haklar ile özgürlükler içinde yaşayıp yaşamaması olduğunu, AB'nin ne kadar ne kadar genişleyip genişlemeyeceğinden önce, bu değerlerin mümkün olduğunca yayılmasının önemi
.

Biz de...
Sağa sola, başkalarının üstümüze biçtiği "model ülke" havalarında bakmak yerine...

Hemen yanı başımızdaki acılı coğrafyalara, komşumuz, bazen kardeşimiz olan halklara...
Bu değerleri taşıyabilen... Gündelik hesaplar yahut korkular gölgesinde değil, hamasi laflarla değil; insani-vicdani ilkeler, değerler ölçeğinde, ses ve nefes verebilen "iyi ve doğru bir yer" olabiliriz.
Birbirimizden korkmanın, adaletsizliklerle siyaset ve kazanç yapmanın, kendi insanlarına acı vererek rejim, düzen yahut çıkar korumanın "iyi, doğru ve saygın olmadığını" yeterince kavrarsak ve sindirip kurumlaştırabilirsek!

(8 Eylül 2004)

"Sol"la muhabbet!

Belki herkesin ağız tadına layık "sol"lar değildir ama "sol'un fikir kaynağı Avrupa"nın solu işte. Önce oralara yerleşmiş, itilmiş, kakılmış bizimkiler fark etmişti bu çelişkiyi.
Çoğu, Türkiye ölçülerinde muhafazakâr, sağcı idi; lakin, yaban elde onlara (nispeten) en insanca yaklaşım oralı solculardan geliyordu.
Kızıl, kırmızı, pembe ya da yeşil; ama sol. Komünist, sosyalist, sosyal demokrat, sol birlik ya da yeşil. Biraz da liberaller.

O sıralarda, burada, o cenahtan "insan hakları, işkence" ve sair eleştiriler can sıkıyordu.
"Solcu" değil miydi, onlar!

Türkiye'de sağcı olsalar da, sosyal hakları, yabancı hakları, işçi hakları, işsizlik hakları, vatandaşlık hakları, insan hakları, kimlik-kişilik hakları açısından, "gurbetçiler" yanlarında en çok oraların solcularını buldular. En çok onlara oy verdiler.

Birkaç yüzyıllık birikimlerin, çatışmaların, revizyonların, değişimlerin, devrimlerin, yenik devrimlerin, seçimlerin içinden geçe geçe, hala "enternasyonal" bir geleneği temsil edenler.
Bir sürü içten pazarlığa, önyargıya, araziye uymalara rağmen; insanı insan olarak önemseme, hak ve özgürlüklerine saygı duyma, sahip çıkma...
Ayrımcılığa, dışlamacılığa, aşağılamaya karşı durma geleneği.
Bir nevi, biraz daha içten bir insanlık kültürü.

Şu sıra, Avrupa Birliği güzergahını benimseyin, benimsemeyin, ne görüyorsunuz?
Bu ülkeye ve insanlarına; diniyle, kültürüyle, nüfusuyla, yoksulluğuyla, umutlarıyla, reformlarıyla, sessiz devrimiyle, demokratikleşme gayretleriyle, bir yığın sorunuyla, "en sıcak muhabbet" nereden, kimlerden geliyor?
Merkez sağ partilerimizin yıllarca yapıştığı, "muhafazakar demokrat" AKP'nin "Avrupa'da siyasi akraba" saydığı Hıristiyan Demokratlar'dan mı?
AKP kökeninin 1968'li çekirdekleri, İstanbul Taksim "Kanlı Pazar"da, ABD filosunu protesto eden "kızıllar"a saldırırken...
Bir Alman olarak Fransa'da "devrim rüyası" görmüş "Kızıl Danny"den.
Şimdi Yeşiller Grubu adına, Türkiye'den haz etmeyen Hıristiyan Demokratlar'a parmağını sallaya sallaya, "Umarım çocuklarımız Türkiye'nin de içinde bulunduğu bir AB'de yaşar" diyen Daniel Cohn-Bendit'den.
Ya da Sosyalist Grup'tan.

Kendi ülkesindeki Sol'u; şimdi "Avrupacı demokrat" olmuş burjuvazisinin darbelere alkış tutan elleriyle; TÜSİAD'larıyla, MESS'leriyle, Odalar Birliği'yle...
Şimdi "demokrat" olmuş merkez sağcılarının, İslamcılarının "milliyetçi cephe"leriyle...
Şimdi "demokratikleşen" devletinin derinlikleriyle...
141-142'lerle, idamlarla, suikastlarla, işkencelerle, üniversite temizlikleriyle, sürgünlerle, işten atmalarla kazımış bir ülke, buyurun buradan yakın, "Sol"la tanışıyor, koklaşıyor!
Kendi sol kolu kopup gitmiş, Avrupa'nın sol eliyle tokalaşıyor!

Yavaş yavaş yüzleşme vakti de yaklaşıyor.
"Nereye kadar ve ne kadar demokrat"lığın sırat köprüsü.
"İnsan hakları" denene, ekonomik-sosyal hakların da girip girmediğine dair turnusol kağıdı.
Mesela, kaleminden "Avrupa ve demokratlık" damlayan sütunlarda, sendikalaşma hakkının yazılıp yazılmayacağı.
Mesela, tekelleşme sevdalısı medya sermayeleriyle nasıl bir demokrasinin tahayyül edilebileceği.
Soldan ve sağdan "demokratlık"ta birleşmişlerin, ne kadar demokrat olabilecekleri!

Bugüne not: Gördük gülüm!

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar