Umur TALU

Kötülüğün sıradanlığına isyan!
14.10.2023
263
Vahşete maruz kalanlar vahşileşiyor, yurtlarından edilenler başkalarını yurtlarından ediyor, çocukları katledilenler çocukları katledebiliyordu

Kabul etmek, kabullenmek de kimimize zor gelir ama devletlerin, milletlerin travmaları da kuşak kuşak, hatta yüzlerce yıl onların peşini de ruhunu da bırakmıyor.

Tarihi travmalar kâh korku ve endişeyle, kâh ötekilerden, hatta içindekilerden nefretle tecelli ediyor… Bazen uyusa da diriliyor, “yaşayan ve yürüyen bir ölü” gibi zehirliyor, patlıyor.

Hemen her ülke ve devlet tarihinin böyle zehirleri var. Kimi bastırmış, kiminde kanına karışmış!

Milliyet, ırk, din bu travmaların hem sebebi hem nefret ve şiddetin kaynağı, başına gelenlerin kutsal kimliği olduğu gibi, başkalarının başına öreceklerinin de kutsal ilhamı olabiliyor.

“Olabiliyor”dan ziyade oluyor zaten!

Başa gelen, başkalarına reva görülen

Yahudiler ya da bu topraklardaki yaygın adıyla Museviler, Mısır’daki bir oluşumu saymazsak, yine Mısır’dan 10 emir ve göçle doğmuş ilk tek tanrılı din.

Bu din aynı zamanda ırkı ve sonra milleti de tanımlıyor.

Bu manada ırkı inançla tanımlayan, inancı ırkla (ve genellikle saflığıyla) tamamlayan… yüzyıllarca nice coğrafyada dışlama, ötekileştirme, göçe veya din değiştirmeye zorlama, pogromlara ve soykırıma maruz kaldıktan sonra, din ve ırkı, milletle, milliyetle, devletle bütünleştiren bir tarih bu.

Elbette kabaca ve bir çırpıda özetlediğim bu tarihin yüzlerce yılı, kimileri için servetle de olsa, bilhassa en zayıflar için acılar, korkular, eziyet, nefret ve şiddet cehennemi olmuş.

İyilik tarihi

Bizim tek taraflı, övünmesi bazen yerinde bazen yersiz ama özeleştirisi neredeyse sıfır tarih anlatımızda ve ezberimizde nasıldı?

2. Beyazıd’ın, Kanuni’nin İspanya ve Portekiz’den eziyetle sürülen Yahudileri Osmanlı topraklarına alışı, Papa’ya karşı tavırları, Rusya pogromlarından kaçanların Edirne ve Selanik’te yerleşimi, Nazi iktidarıyla birlikte sadece akademik varlıkları değil, hayatları tehlikeye girince, (Einstein’in da mektuplu ricası söylenir) Atatürk’ün tam da üniversite reformu dönemi çok sayıda Yahudi bilim insanını (Dessauer gibi Türkiye’de radyasyon devrimi yapan bazıları Yahudi değildi ama Nazi hedefiydi) gururla ve nispetle anlatılır.

Doğrudur zaten. Müthiş bir atılımdır. Türkiye’de üniversitelerin, bilimin çağ atlamasının köşe taşlarındandır.

Ama sadece “iyilik tarihi”dir bu.

Dinî zorlama ve dışlamalar dışında; ezberlik ve övünmelik tarihte ne Edirne pogromu ne o Alman Yahudi bilim insanları Türkiye’ye alındığı sırada, daha mütevazı Yahudilerin Orta Avrupa’dan kaçıp üst üste sığındıkları gemilerin kıyılarımıza yanaştırılmayışı, kimilerinin yüzlerce canla batışı vardır…

Ne de 2. Dünya Savaşı sırasında, biraz da (belki ya savaşı kazanırlarsa diye veya Türkiye’ye teğet geçerlerken) Nazi Almanya’sına gösterişle, onca insanın Aşkale vb. sürgünleri, varlık vergileri, sadece mal değil, can kayıpları bulunur.

Kimimiz onları sonra merak eder öğrenir, kimimiz Kulüp gibi dizilerin kibar anlatım ve imalarında fark eder biraz.

İsrail'in kuruluş sürecinde, 9 Nisan 1948'de Filistinlilerin yaşadığı Deir Yassin köyünde 254 kişi öldürülmüştü

İsrail’in nefretle kuruluşu

Ama bugünkü sorunumuz bu acılardan, travmalardan, şiddet ve hatta vahşetten süzülmüş ve özünde asla demokratik olamasa da Ortadoğu’da neredeyse tek Batılı demokrasi sayılan bir “din-ırk-milliyet devleti”nin ve onun milletinin önemli kısmının nefret ve vahşeti bir zehir gibi besleyip saçabilmesi var.

Hamas bu son İsrail saldırıları için bir vahşet saldırısıyla açılış yaptı; İsrail ise bütün silahlarını, tarihin bütün nefret ve şiddetini kustu, kusuyor.

Zaten esir, rehine, köle, sürgün gibi yaşayan bir halkın, zaten açlığı, susuzluğu, elektriksizliği ve canı İsrail’in iki dudağı arasında olan sığınağı Gazze’ye tarihinin bütün travmalarının şiddetini yağdırıyor.

İlk değil ve her zaman böyle Hamas’î (asla hamasi değil!) bir gerekçe de yoktu.

İsrail’in kuruluşu ve bu kuruluş için Filistin topraklarının gaspı, henüz Avrupa’da soykırım tazeyken, yani yok edilme acısı, trajedisi, felaketi sıcakken bile başka bir dinden (ki sadece Müslüman değil, Hristiyan Filistinliler de vardı) yerel, yerli halkın köy köy katli ile de hızlandırıldı.

Kötülüklerin kalıcı travması, travmaların sürgit kötülüğünü besliyordu adeta.

Vahşete maruz kalanlar vahşileşiyor, yurtlarından edilenler başkalarını yurtlarından ediyor, çocukları katledilenler çocukları katledebiliyordu.

Ve bu sadece “intikam” değildi; yani başlarına gelen trajedinin failleri değildi sadece, hatta onlar değildi bile.

Onlardan hesabı sadece Adolf Eichmann gibi “Nazi suçluları” yargılayarak, bazen yok ederek, tek tek sorarken başlarına gelenin sorumlusu olmayan ve din dışında kendilerine benzeyen bir halkı yerinden yurdundan etmekle kalmıyor, adeta yok edebiliyorlardı.

(Nazi Almanya’sından kaçmış bir Yahudi olan Hannah Arendt’in yerinde izleyip önce New Yorker’a yazdığı Eichmman duruşmaları, “Kötülüğün Sıradanlığı” kitabı, kötülüğün doğurduğu karşı kötülükleri de anlatır.)

Çünkü “koşulsuz buyruk” milletleri ve aralarındaki katilleri kuyruk haline getirir; çünkü “koşulsuz ezberler” de “koşulsuz nefret”i besleyip durur. 

Peki biz ve onlar, şunlar, bunlar

Peki bu topraklarda biz, bu coğrafyada şimdi kimi “cihat” diye ırkçılığa varan çığlıklar atan Müslümanlar kendimizle yüzleşebiliyor muyuz?

Bir nevi Nazi Almanya’sının öncüsü olan (Bugün resmen özür diledikleri Afrika’da soykırım suçunu çoktan işlemişti) Prusya’dan doğan Wilhelm 2 Almanya’sı Fatih Camii’nde Sultan Reşat’a “Cihat” çağrısı yaptırdığında, Müslüman Araplar “Halife”nin karşı safına geçiyordu bile.

Oradan sadece İmparatorluğun yıkımı, işgal, parçalanma, İstiklal ve Cumhuriyet çıkmadı; ister tehcir deyin ve hatta “zorunlu” bulun, ister “kırım, soykırım” deyin, bu toprakların gördüğü en büyük insanî yıkımlardan biri de çıktı.

Ve savaştaki saflaşmaların ardından, suçlu-suçsuz ayrımı olmaksızın, mübadeleyle, sonra 6- 7 Eylül ya da 1963 zorlamalarıyla bu toprakları yurt sayanların önemli kısmı da gitti.

Topraklarından, yurtlarından edilmiş Trakyalı, Balkanlı, Kafkasyalı halklara, o trajedilerin kurbanlarına yurt olan bu topraklar; bu toprakları yurdu bilmiş başkalarını kovalıyordu.

Çünkü hafızayı da işgal eden bir sürü olay, kıyım, etnik-dinî-millî şiddet olmuştu ve içeriden vurulma, bölünme korkusu ile parçalanma travmaları kalıcıydı.

Bu sadece “öteki dinler ve milletler” ile sınırlı kalmayacak, dini veya etnik azınlıklar da bu travmaların kurbanı olabilecek, şiddet ve ayrımcılık, nefret ve şiddeti besleyecekti.

Bilhassa Ortadoğulu Müslümanların bir kısmının; ağaların, şeyhlerin, kralların, despotların altında yaşamaya itirazı olmayanların, inanç, mezhep veya coğrafi sebeplerle “dindaş”ını da katledebilenlerin ikiyüzlülüğünü ise, başka Müslümanların farkında olması da yetmiyor zaten!

Elbette “Kötülüğün Sıradanlığı” ile “Kötülüğe maruz kalanların kötülüğe maruz bırakması” bu coğrafya ile sınırlı değil.

Aslında tamamen sömürgeci Belçika Krallığının suni ayrımıyla nüfus kağıtlarına Tutsi veya Hutu yazılan, birbirinin tamamen aynısı olan bir halk da iki halk halinde bir diğerinden nefret edip tarihin en büyük kıyımlarından, kırımlarından birine kan revan içinde koşturmuştu!

Bir isyanımız olmalı

İsyanımız; kötülüğün aklımızı, vicdanımızı ele geçirmesine; rehin veya esir almasına, kulluk ettirmesine, kuyruk yapmasına karşı olmalı.

İsyanımız, başımıza kötü şeyler geldi diye, başkalarına ve birbirimize karşı kötülüğü, nefreti, şiddeti kuşanmamıza, hak görmemize ve bunu milliyet, ırk, etnisite, din, mezhep gibi kimliklerle alevlendirmemize karşı olmalı!

Öncelikle, evlatlarına sarılan kadınların, gündelik kötülüğe her an maruz kalan kadınların yüreğinin isyanı olmalı!

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar