Zeki ALPTEKİN

İrrasyonel İlliberallik ile Nereye Kadar?
25.02.2025
364
ABD yönetiminin planı, anti-demokratik, illiberal, merkeziyetçi, kuvvetlerin birliğine dayanan “tek lider” odaklı bir düzen kurmak. Bunun yolu “parçala-yönet”ten; birlikleri irili-ufaklı ulus-devletlere bölerek yönetmekten, tek tek ülkelerde iktidara kendileri gibi düşünen illiberal paydaşlarının gelmesinden geçiyor.

14-16 Şubat’ta düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı, küresel politikanın geleceğine ilişkin belli işaretler verdi. Buradaki gelişmeler açısından durum göründüğü kadarıyla şöyle:

ABD Başkan Yardımcısı JD Vance,  Avrupalı devlet yöneticilerine hakaret etti; örneğin Almanya şansölyesi Olaf Scholz’u teamüllere, diplomasi ve ahlak kurallarına aykırı bir şekilde görmezden geldi. Bunun yerine Alice Weidel gibi radikal sağcılarla buluşmayı tercih etti. Demokrasiden şunu anlıyorlar: “Eğer her hâkim herhangi bir şekilde başkanın her inisiyatifini engelleyebiliyorsa bu, bir demokraside yaşamadığımız anlamına gelir” (Vance). 

Görünen o ki ABD’li iktidar güçleri küresel politikaya büyük çaplı bir şekilde müdahale ediyorlar. Bu noktada söz konusu yönetimin özellikle Avrupa Birliği’ne (AB) karşı yoğun inisiyatif alması söz konusu. Bu yoğunluk, aslında Trump’ın “AB’nin bir karşı kutup olarak, bir anti-ABD konsept olarak ondan kopması, onun otoriter yönetim tarzına demokratik alternatif olarak güçlenmesi” korkusuna delalet ediyor. Planları anti-demokratik, illiberal, merkeziyetçi, kuvvetlerin birliğine dayanan “tek lider” odaklı bir düzen kurmak. Bunun yolu “parçala-yönet”ten; birlikleri irili-ufaklı ulus-devletlere bölerek yönetmekten, tek tek ülkelerde iktidara kendileri gibi düşünen illiberal paydaşlarının gelmesinden geçiyor. ABD’nin merkezinde olduğu bu yeni dünya düzenini küresel planda gerçekleştirmek konusunda en çok -az önce de belirttiğimiz gibi- Avrupa’dan ve özellikle Federal Almanya’dan korkuyorlar; onları kendi politikaları açısından bir engel olarak görüyorlar. Çünkü şu ya da bu şekilde “tıkır-tıkır” işleyen, bozulmamış bir AB onların planlarına karşı en büyük kaledir. Biliyorlar ki:

– AB’nin (ekonomik-politik) lokomotifi Almanya düşerse AB de düşer. 

– AB aslında bir yanıyla (ekonomik) olarak henüz tam uyanmamış bir dev. Avrupa kendi ayakları üzerinde durabildiği ve öz gücüne güvendiği sürece mevcut ABD iktidar güçleri ve ardılları ile onların yıkıcı planları için bir tehlike oluşturuyor. 

– Bu bağlamda Trump ve küresel destekçileri biliyorlar ki bu planlarını gerçekleştirmek için sadece dört yılları var. Dünya insanlığının ezici çoğunluğunun çıkarlarına aykırı, sadece çok küçük bir milyarder azınlık için “zincirlerinden boşanmış” sonsuz bir “özgürlüğü” önceleyen bu politika, insanlar tarafından çok kolay görülebilir olması nedeniyle arsız ve seviyesiz bir taktikle kabaca yaşama geçirilmeye çalışılıyor. Münih toplantısında Vance’in konuşmasının anlamı budur. 

Ancak bu taktiğin bir derinliği ve dayandığı objektif-sağlam bir zemini olmaması nedeniyle o, stratejiye inananların, insanların stratejinin esas hedeflerini görmesini engellemesi için, deyim yerinde ise her köşesinden ateşlediği bir saman alevini andırıyor.

– Söz konusu stratejiyi uluslararası planda, Avrupa’da destekleyen, demokratik hukuk devleti karşıtı, birlikten doğan kuvvetten korkan ve bu bağlamda her türlü zayıflığı, tavizi kullanmaya eğilimli protagonistler de var. Avrupa ve AB bu bağlamda gelecek dört yılda üç büyük ekonomik güçle karşı karşıya kalacak:

  1. Küçümsenmeyecek ekonomik gücü ile ABD’nin yerine geçmek hedefinde politik amaçlarını gerçekleştirmek isteyen Çin,
  2. Şimdi son ve tek şansını Trump’ta gören saldırgan Putin’in Rusya’sı,
  3. Finansal sermaye için “zincirlerinden boşanmış”, kural tanımaz sınırsız özgürlük sürecini hızlandıran, yerelde ve küreselde, başta Avrupa ve İngiltere olmak üzere demokratik yapılanmaları yıkmaya çalışan, her türlü sosyal sistem karşıtı, laissez faire’ci radikal sağ-liberteryan güçleri ile ABD.

Bu nedenle Vance’in konuşmasında ortaya çıkan gerçeğin, küresel planda demokrasilere, demokratik hukuk devletine karşı bir “darbe” girişimi olduğunu söylemek abartı olmaz. Bazıları buna “muhafazakâr devrim” diyor. Bu “devrim”in baş hedefinde ise demokrasinin nüvelendiği, 800 yılda türlü zorluklarla geliştiği Avrupa, iki dünya savaşı yaşamış bir dünyanın tüm eksiği-gediği ile ortaya çıkardığı kural bazlı dünya sistemi, onun her türlü yetersizliğine rağmen uluslararası kurumları var. Şimdi tüm bunlar yıkılıp, yerine ABD’nin merkezde olduğu, ticaret savaşlarına konu olabilecek anti-demokratik bir kaos ortamı hayata geçirilmeye çalışılıyor. 

Arzulanan yeni kaos düzeni pratikte ifadesini Gazze’nin tehciri, Ukrayna’nın Rusya’ya yem edilmesi düşüncesinde buluyor. Ülkemizde kimi aklıevvellerin “daha iyi anlaşırız” diye tercih ettikleri Trump’ın ve politikasının bu “muhafazakâr devriminin” cibilliyetinde -tarihsel olarak bakıldığında- aslında 18-19’uncu yüzyılın kaos ve bitmeyen savaşlar dönemine geri dönüşü simgeleyen bir karşı-devrim var. Bu açıdan, 13’üncü yüzyılda Avrupa’da Magna Carta ile başlayan, sonra binbir güçlük ve deneyim ile küresel olarak boyutlanan evrensel demokrasi süreci, insanlığın geleceği ve toplumsal ilerleme açısından desteği hak ediyor.

“Muhafazakâr” Karşı-Devrim Sürecinin Başarı Şansı Nedir?

Görünen o ki bu süreç şimdiye kadar ulaşılan kazanımlarda, mevzilerde belli tahribatlara yol açacak. Bu, özellikle son yıllarda keskinleşen küresel ekonomik ve ekolojik krizlerin çözümü konusunda oldukça olumsuz perspektifler sunuyor. Ekonomik açıdan bakılacak olursa, söz konusu “muhafazakâr” konseptin başarı şansı, ekonomik ilişkilerde küresel ilişkilerin geldiği aşama itibarıyla, yani ilişkilerin karşılıklı giriftliği, bağımlılığı, olağanüstü uluslararasılaşması gerçekliği temelinde pek yok gibi… Bu noktada beklenebilen, en fazla, ilişkilerin belli sektörler itibarıyla bölgeselleşmesi ya da ilgili ülkelerde kimi sektörlerde tek taraflı aşırı bağımlılığı azaltmak üzere çeşitlendirme stratejilerinin gündeme alınmasıdır. Ki bunlar son tahlilde herhangi bir deglobalizasyon ya da renasyonalizasyon anlamına gelmediği gibi, bir yanı ile içinde küreselleşme potansiyellerini de taşır.

Ulus-devlet ekonomileri 200 yıl öncesinden beri çözülme sürecindeler. Bu sürecin geri döndürülmesine imkân var mı? Küresel girift ilişkilerden içe kapanmacı-korunmacı (merkantilist) ilişkilere, bunlara dayanan ulus-devlet dönemine geri dönmek mümkün olur mu? Küresel ekonomik sürecin taşıyıcısı transnasyonal (ulus-ötesi) şirketleri tekrar devletlerin kanatları altındaki ulusal şirketlere dönüştürmenin maddi şartları var mı? 

Bu noktada, ABD’deki “devlet aklı”nın Kanada’nın 51’inci eyalet olarak ABD’ye katılmaya zorlanması,  NATO dayanışmasına temelden karşı çıkılması ya da Grönland’ın işgali gibi irrasyonel girişimlere ne derece destek vereceği bir yana, 1. Trump döneminde -özellikle Çin’e karşı- başlatılan ticaret savaşlarının en çok ABD ekonomisine zarar verdiğini, enflasyona neden olduğunu belirtmek gerekiyor. Beklenenin ya da iddia edilenin tersine, tam da bu dönemde Çin’den ABD’ye yapılan doğrudan yatırımların giderek artması, bize, yaşamın gerçekliğinin her türlü engele rağmen kendini eninde sonunda dayattığını, kabul ettirdiğini gösteriyor. Ancak buradan, böylesi gelişmelerin kendiliğinden değil, sürece muhatap olan güçlerin, aktörlerin inisiyatif alması, etkileşimde bulunması ile olanaklı olduğu sonucu çıkıyor. Özetle dünyamız, içinden geçmesi mümkün olan bir süreci yaşıyor. Her gecenin bir sabahı da vardır…

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar