Akın ÖZÇER

Akın ÖZÇER
Akın ÖZÇER
Tüm Yazıları
Yasama dokunulmazlığı ve ifade özgürlüğü (2)
15.12.2012
2823

 Geçen yazımda özetle, AİHM’in ifade özgürlüğü ölçütünün seçilmişle sokaktaki adam arasında ayırım gözetmediğini, ama dokunulmazlıkla ilgili içtihadının bu özgürlüğü seçilmişler için daha geniş değerlendirdiğini aktarmıştım. Bu farklılığı seçilmişin seçmenini temsil ettiği ve çıkarlarını savunduğu gerekçesine dayandıran Strasbourg Mahkemesi’nin milletvekillerinin dokunulmazlığı ve ifade özgürlüğü konusundaki duyarlılığının altını çizmiştim. Bunları, BDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasını AİHM’in nasıl karşılayacağını lâyıkıyla değerlendirebilmek için anlatmıştım. İzleyen birkaç paragrafta bunu yapmaya çalışacağım.

Kabul etmek gerekir ki Türkiye AİHM’in ifade özgürlüğü ölçütünü karşılamayan bir anayasaya ve yasalara sahip. Hatta Anayasa’nın bu konuyla ilgili 83. maddesi bile 14. Madde’ye yaptığı atıfla ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi mümkün “durumları” yasama dokunulmazlığının kapsamı dışında bırakıyor. Anılan 14. maddede, hak ve özgürlüklerin hiçbiri “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı (...) amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz” şeklinde bir ifade yer alıyor. Bir kere “faaliyet”, şiddet ve terörle bağlantılı olsun veya olmasın, sadece ayrılıkçı değil, federalist ya da bölgeci söylemi dahi içeren bir sözcük. Hâl böyle olunca, AİHM’in ifade özgürlüğü kapsamında gördüğü bir söylem anayasa uyarınca suç oluşturmakla kalmıyor, dokunulmazlık zırhını da parçalıyor.

Anayasa Mahkemesi HADEP’i kapatma kararının gerekçesinde, anayasanın “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesine atıfta bulunmuştu. Gerekçede, her ne kadar HADEP ile PKK arasında organik bağ olduğu kanıtlanmaya çalışılmışsa da, Handyside kararının gerektirdiği gibi bu ilkeye aykırı söylemlerin, şiddetle bağı bulunmaması kaydıyla serbest olduğuna ilişkin hiçbir ifade yer almamıştı. Anayasa’nın sadece 14. maddesi değil daha birçok maddesinde yer alan bu ilke Mahkeme tarafından savunulmak durumundaydı. Nitekim bu konuda gerekçede, “ülke ve milletin bölünmez bütünlüğüyle ilgili bu tarihsel oluşum tüm anayasalarımızda vazgeçilmez ve ödün verilmez temel kural olarak yer almıştır. (...) Türk ulusu gerçeği ve olgusuna karşı, ayrımcılığa, bölücülüğe, terör ve sonuçta yok olmaya yol açacak eylemler kabul edilemez” denmiş; eylemle söylem farkı vurgulanmamıştı.

“Ayrımcılık” ve “bölücülük” gibi mutlaka terörle bağı bulunması gerekmeyen siyasi düşünce ve projelerin toptan kabul edilemeyeceğini öngören bir anayasal sistemin kurucu üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nin ölçütlerine uygun, dolayısıyla demokratik sayılması hiç mümkün değildi. Bu nedenle, Batasuna’nın ifade ve örgütlenme özgürlüğünü ihlal ettiği gerekçesiyle İspanya’ya karşı yaptığı başvuruyu ETA ile bağından ötürü geri çeviren AİHM’in, HADEP’in başvurusunu ise uygun görmesi ve böyle bir anayasaya sahip olan Türkiye’yi mahkûm etmesi doğaldı; öyle de oldu.

Ayrılıkçılık bir yana, bölgeciliği, yerelleşmeyi, özerkliği savunan politikaların yapılmasını dahi engelleme amacıyla oluşturulduğu anlaşılan “devletin ülkesi milletiyle bölünmez bütünlüğü” kavramı anayasada kaldığı ya da yeni anayasaya taşındığı takdirde, Türkiye’nin Strasbourg’da, kapattığı Kürt siyasi partileriyle ve ağır hapis cezalarına mahkûm ettiği Kürt siyasetçilerle ilgili davaları kazanması nerdeyse imkânsız görünüyor.

Bu söylediklerim, terörle organik bağı bulunan siyasi partilerin kapatılmaması, siyasetçilerin de yargılanmaması gerektiği anlamına gelmiyor elbette. Peki, ama o zaman ne yapmalıyız? Bu konuyu da gelecek yazımda irdeleyeceğim.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar