Leyla İPEKCİ

'Hiçlik' ve 'yeniden doğuş'
10.06.2012
2765

 Mucizenin ilahi niteliğini ihmal eden bir sanatçı, Hızır'ın (as) içtiği 'ab-ı hayat'ın bir kimyevi veya simyevi karışım olduğundan yola çıkmak zorunda kalıyor. Böyle diyordum bir önceki yazımın son paragrafında. Evet, hayat suyunu kendi imal ediyor modern insan. Kainattaki ilk suyu da kendi yapmışçasına.

 

(Önce bir koordinasyon belirteyim: Sanatta 'güzel'in ölçüleri üzerine düşünmeye devam ettiğim bu on ikinci yazımda, kötülük temasından sonra, şüphe kavramının açılımlarında ilerliyorum.) Çoktan özneleşmiş modern insanın bir ürünü de roman kahramanı. Bu kahramanı 'yaratan' veya 'yaşatan' insan, yukarıda dediğim gibi ab-ı hayat sırrının sahibi ve imalatçısı olarak görüyor kendini sanatta da hayatta da. Melek imgesini kanatlı bir kadına indirgeyebiliyor. Tanrı imgesini de 'sakallı bir adam' olarak mesela bir kubbede canlandırabiliyor. Tüm bunları kendini kendi içinden çıkarmışçasına, ilk örneğiyle yaratmış gibi.

Gerek Doğu'daki gerek Batı'daki sayısız mabedde gezindim. Bazen Niğde'deki Eski Gümüş manastırında karşılaştığım 'tebessüm eden Meryem' tasviriyle oldu ikona ve fresklerle karşılaşmam. Bazen de Batı'nın metropollerindeki kiliselerde oldu. Sistina şapelinin kubbesindeki Michelangelo'nun dört yılda merdiven üzerinde tamamladığı fresklerde, Tanrı'nın Âdem'i yaratmak için bulutlardan eğilerek elbiseleri dalgalanan bir melek korosu ile birlikte tavandan bana doğru yaklaştığını gördüğümde çok etkilenmiştim.

Fakat başka türlü hayal etmekteydim sanki ben. Tahayyülümü sınırlamak gayb algımı kısıtlamıştı. Kendimdeki sır dökülür gibi olmuştu diyebilirim. İnsan, evet, Allah'ın 'en güzel sureti'nde yaratılmıştır ama tecellisi olmakla Zat'ı olmak aynı şey değildir. İnsanın beden ve görüntüye indirgenerek sembolleştirilmesi, Tanrısının da insanlaşmasına yol açtı. Bu ise insanı kendinin metaforu haline getirdi.

İsa'nın (as) Tanrılaştırılmasıyla iyice yaygınlaştı bu dönüşüm. Vücut, Varlık'tan bu şekilde koparıldıkça, ten ruhu ele geçirdi. 'Yeniden doğuş' olarak yeni bir 'uygarlık dönemini başlatmak üzere kutsanan tam da budur artık: 'İnsan Tanrı' motifinin 'Tanrılaşmış insan'ı işaret eden evrensellik iddiasıdır.

Beşeri niteliklerle sınırlı olmamasına rağmen, Hz. İsa'nın 'Tanrılaştırılması' maalesef örnek alınacak, izlenecek, benzeyecek bir beşerin kalmamasına yol açmıştır insanlar arasında. Bir 'fos hümanizm'e sığdırmıştır rahmeti. Suret-i Rahman'ın insandaki tecellilerini görecek 'kalp gözü' örtülmüştür. Bu yüzden evet, 'İnsan-Tanrı' motifini ancak 'görüntüye' nakşederek kutsamak düştü modern insana. Bu motif zihinaltımızı da biçimlendirdi. Bir insanın diğer insana kulluğunu meşru addetti görsellik üzerinden. Kendini yeniden doğurma sancısıyla, mabed duvarlarında biçimlendirilmiş Tanrı'sını tasvire indirgedi, artık kendini Tanrılaştırmış insan. Böyle yaparak kalbindeki Rabbini yitirdi. Rabbini yitirdikçe 'şeytan'ını ve 'günah' şuurunu da kaybetti. Kötü ile iyi arasında bir derece farkı olduğuna ikna etti kendini. Hatta daha ileri giderek ekmeği olmayanlardan ahlak beklenilmesi gerekmeyeceğine dek vardırdı. (İlerlemeci zihnin hammaddesi.) Fakir ise onu fakir kılan bazı kusurları vardır dedi. İlkellik gibi! Fakir ve geri bir topluluk ne olsa kötülük ve barbarlık yapabilir dedi. Tabii ilkel ve barbarların da zaten katledilmesi olağandır yaklaşımıyla sömürgeciliğe ve işgale 'hümanist' gerekçeler devşirdi durdu.

Modern insan asli tabiatından gelen ölçülerin mahiyetine kör kaldıkça kendisinden sonsuzluğa doğru açılan asli ekseni kırdı, paramparça etti. Her şeyi kuşatan 'rahmet'in dışına attığını sandı kendini. Ve ne oldu? Doğal olarak şüpheye düştü!

ŞÜPHENİN SAKLI YÜKÜ

Yıllarım şüphenin gizli saklı binbir versiyonunu anlamlandıramadan ağır yüklerini taşımakla geçti. Artık biliyorum ki, böyle bir şüphenin yol açtığı en büyük tehlike kibir. Öyle bir kibir ki, kendini çok içerilerde suçluluk duygusuyla kılıflar. Sonra da tevazu süsleriyle örer kalesini. İnsanı kendi yokluğuna çerçeveleyen bu suçluluk duygusu aslında -artık anlamlandırdığım tabirle söyleyebilirim- 'tersinden kibirdir.'

Hiçliğini kutsayan, kendini yeis içinde ve mutlak günahkar olarak bırakan, yokluğun anlam katmanlarına yabancı bir nihilistin kibri. Bağışlanmayı, rahmeti hakir gören bir kibir. Şüpheciliğin en sağlam kalesi olarak!

Fakat burada bitmiyor. Çünkü kibirle birlikte, şüphecilik kalesini ta içeriden yıkan bir 'zaafiyet' daha var. Modern insandaki suçluluk duygusu. Tanrı şuurunu 'insan yaratıcılığına' hapseden bakış, evet şüpheciliğin kibre dönüşmesine yol açtı. Ama suçluluk duygusu da bunu içeriden kazır, durmaksızın kanırtır. Modern insanı en çok kendine dair duyduğu yanılgılarında boğar.

Suçluluk duygusunun romancılar için ne eşsiz bir malzeme olduğunu biliriz de, iç dünyada nasıl bir nefsani tortu taşkınlığına yol açtığını çok dillendirmeyiz. Dillendirmeyiz çünkü bunun farkına varmayız çoğunlukla. İlk romanımdan örnek vereyim. Zor şartlarda ve ağır zulüm içinde geçen çocukluğu boyunca başına gelen felaketlerin tek suçlusu olarak kendini gören bir çocuk kahramandır Maya.

Henüz suç işlemeden cezalara çarptırılan böyle bir çocuğun önünde iki yol vardır kabaca. Ya der ki, madem bu kadar haksız cezalara yazgılıyım, bari suç işleyeyim de bunları hak edeyim. Ya da der ki, madem suç işlemeden cezaya mahkum ediliyorum, demek ki ben aslında gerçekten suçluyum. O zaman bu cezayı hakkıyla çekmeliyim.

Her iki durumda sığındığı tek limandır suçluluk duygusu. Kötülüğe ve onu sıradanlaştırmaya eğilimlidir böylece. Başka bir deyişle kendine ceza vermektedir. Yani nefsine zulmetmektedir. Ve yine her koşulda suçluluk duygusunun Yaratan'dan bağımsız olduğunu düşünmektedir. Çünkü kendine mal etmektedir onu.

İnsanın bu iki şekilde de kendini cezalandırması işte yukarıda belirttiğim gibi tersinden kibri besliyor en çok. Vicdanın gereksindiği cezadan fazlasını da verebiliyor çünkü kendine. Yahut da Allah'ın (cc) 'kahhar' isminin tecellilerine kör kalıyor, kendi tekeline alıyor tüm hüküm ve ceza yetkisini. Böylesine mazlum görünüşlü bir tersinden kibir, bence şüphenin en tehlikeli türevlerinden biri.

Yeise düşmek, rahmeti inkar etmek, insandaki hiçlik algısını başıboş bırakır. Suçluluk duygunun dahi Yaratan'dan bağımsız olmadığını unutturur ona. Hiçliğin de katmanları var oysa. Yokluğumuz da, yokluğumuzun kokusu da O'ndan geliyor. Unutturur. Peki ne olur? Nefsini kınayamazsın. Oysa çok kabaca insanı hiçlik kibrinden koruyacak ilk adımlardan biridir nefsini kınayabilmek. Bizi yeniden günahla yüzleştirir.

Şapelin kubbesindeki 'insan şeklindeki Tanrı' motifinden 'en güzel suret olan insan'a dönebiliriz artık. Tasvirden tahayyüle, kibirden tevazuya dönebiliriz 'güzel'in evrensel yüzünde. Şüphe bahsine ilk girdiğimde söz ettiğim 'sadakat tevazu ve bağlılığa' vararak 'yeniden doğuş'un müjdesini verebiliriz. Sanatta da, hayatta da...

 

[email protected]  
http://twitter.com/Leyla_Ipekci 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yorumlar (1)
  • Hrac Madooglu

    Hrac Madooglu

    28.10.2014 18:37

    Adil yargilama konusuna girmeden once, iktidarin yargi sistemini kendi cikari icin kullanmasi sorunu var. Bunun en carpici ornegi, yolsuzluk ve rusvet camuruna batmis bakanlarin yargilanmasinin engellenmesi mesela. Suclu olduklari dupeduz ortada iken mahkemeye bile cikmadan dosyalar kapatildi. Yani hukuk sifirlandi. Bu ulkede hukuk zaten gecmiste de yoktu ama hicbir donemde bu kadar gostere gostere yapilmadi bu densizlik. AK Parti iktidarda kaldigi surece de bu ulkede hukuk devleti diye bir sey olmaz cunku oldugu anda ilk hapse girecekler bugun iktidarda olanlar. Boyle bir ortamda da adil yargilamayi tartismak vakit kaybi.

Yazarlar