Markar ESAYAN

Hâllerin toplamı: İnsan...
12.08.2012
2844

 Sevgili Gürbüz, dostum...

Bizim kültürümüzde, dolu gelen tabak boş iade edilmez, bilirsin. Hele o tabak içinde elin, yüreğin ve sevginin ürünü çok değerli bir ikram varsa. “Kendinize açtığınız savaş” yazın, böyle zarif bir ziyafetti benim için. Ben de müsaadenle “sorularının”, içimde uyandırdığı yankıları yazmak istedim bu pazar.

Hiçbir iddiam yok anlayacağın. En büyük iddia da bu değil mi zaten?


Neruda
’nın dediği gibi, “Sorular, küller denizinde salınıyoruz”. Çoğunlukla da, Neruda’nın kapalı, içi samanla doldurulmuş çuhadan kuğusu gibi hissediyoruz kendimizi. Bir insan ayaklarından, tırnağından, saçının telinden, velhasıl, insan olmanın tüm hâllerinden yorulur mu? Neruda o şiirinde böyle bir insanlığı tarif ediyor. Anlattığı şahsına dair değil sadece, bir insanlık tarihinin yorgunluğudur. İnsan olan bu yorgunluğu duymalıdır desem?


Yoruldum işte insan olmaktan./ Terzilere, sinemalara gidiyorum işte,/ şaşkınım, kapalıyım,/ çuhadan bir kuğu gibi/ sorular, küller denizinde salınıyorum.


Yoruldum ayaklarımdan işte, tırnaklarımdan,/ gölgemden, saçlarımdan,/ yoruldum işte insan olmaktan...

Ama belki biz, daha özel bir şeyden bahsediyoruzdur.

Hangi hâllerimize bakıp öyküneceğiz gerçeğe? Gerçek nedir! Hangi ruh durumumuzdaki ben gerçek, diğeri ise sahte olacak? “Âşık oldun mu hiç? Terk edildin mi” diye soracaklar mesela. Her cevapta farklı yüzler oluşacak imgeleminde, belki. Sen ise her seferinde başka başka sen. İnsan bölü tüm hâller, hâllerin toplamı ise insan...

Bir ömür boyunca topladığın neler var heybende? Ölüler, diriler, diriyken ölüp, ölüp gittiği hâlde tüm canlılığı ile yanında kalanlar... Bir sürü, bir sürü şey, ama hepsi değerli; sana düşman olanlar bile” diyecekler. Sen sadece yorgunca bir gülümseyeceksin. Tarihten bugüne gelen, gittikçe büyüyen bir evet cevabı ruhunda; Ben insanım... Tabii ki, evet!


Nefis bir şey olurdu ama/ bir noteri kesik bir zambakla korkutmak/ ya da kulaktozuna vurup öldürmek bir rahibeyi./ Ne güzel olurdu/ yeşil bir bıçakla koşmak sokaklarda/ soğuktan ölünceye kadar bağırarak...

Can sıkıntısı nedir, hiç düşündün mü Gürbüz? Düşündüğünü biliyorum. Can sıkıntısı, olmanın sorumluluğunu duyanlarda görülen bir insan hastalığıdır. İçinde biraz da ölüm korkusu... Kendinden terk etme isteği ile gösterir kendini. Gittiğin her yere kendini götürdüğünü anlaman çok uzun süre almaz. Nereye gitsen adını elinde yazan bir sen karşılar seni. O zaman başka başka şeyler yapmak gerekir. Yaşarken hep bir şeyler yapmak gerekir, hep bir şeyler yapmak gerekir.

Herkes ayrı bir dünya, ayrı bir evren. İnsanları yargılamak ne beyhude, ne saçma bir uğraş. En benzer yanlarımızla benzemeyiz birbirimize aslında. Yapmak gerekeni ise en son yaparız. Dinlemek ve anlatmak sadece.


İnsan, kifayetsizliği ile yüzleştiği ölçüde kâfi gelir kendine.


Bana göre değil bu rezillikler./ Bana göre değil ot olmak, mezar olmak,/ ıssız bir tünel olmak, bir cesetler mahzeni,/ acı içinde ölmek, kaskatı kesilmek soğuktan.

“Bir insanın kendisine açtığı savaşı bitirmesiyle başlar her şey” demişim, doğrudur. Sen de o savaşı bitiremediğinden bahsetmişsin; o da doğrudur. “Sen bitirdin mi” diye sorarsan, her günkü Markar için başka bir cevap verebilirim sana. Her sabah şaşırarak uyanıyorum bu evrene sevgili Gürbüz. 43 yıldır yaşamaya alışamadım ben. Bu hâlimi sevdim sonunda. Her sabah büyük bir şaşkınlıkla uyanıp, kendi minik evrenimi tekrar kuruyorum. Yersiz yurtsuz bir seyyar satıcı gibi, akşam olunca topluyorum malzemelerimi, gece boyunca kırk haramiler ne kadarını yağmalıyor, hiç bilemiyorum. Sabahları, arta kalanla yeniden kuruyorum tezgâhımı; sadece, bunu huzurla yapmak istiyorum. Evde ne varsa artık, onları sofraya özenle dizmek ve şükretmek, sevdiklerimizle bir akşam yemeği yemek gibi, bir sonraki öğünü hiç düşünmeden.

“Biricik olduğumu biliyorum ama”, demişsin haklı olarak, “âşık olmadan, dostları olmadan, kim bilebilir değerli olduğunu?” Çünkü ben “İçinizi tanzim edin, sevdiklerinize yer açın, kendi değerinizi fark etmeden, âşık olamaz, sevemezsiniz, dağınık, kirli eve misafir çağrılmaz, ayıptır” diye yazmıştım.

“Elimde değil, içimdeki dağınıklıkla gidiyorum sevgiliye, arkadaşlara. Onlar da içlerindeki dağınıklıkla geliyorlar. Darmadağın buluşuyoruz anlayacağın.

Ne düşünüyorum biliyor musun Markar; kendi savaşımızı kendimiz bitirebilseydik eğer, büyük aşklar, tutkulu dostluklar olmazdı sanki.”

Sanırım benim bahsettiğim dağınıklık, kendini sevmek de buydu.


Angela Carter
 der ya “Bir insanın dostlarla olmasından daha güzel ne vardır ki hayatta”diye...

Sorun veya soru şu; gerçekten gittin mi sevgiliye, dostlarına, eğer gidebildiysen, gerçekten, ama gerçekten, izin verdin mi yaralarına bakmalarına, seni sevmelerine, onları iyileştirmeyi, onları sevmeyi gerçekten istedin mi? Sonu ne kadar iyi veya kötü bitse de, gerçekten gerçek oldun mu o anlarda? Bu soruları hepimize soruyorum tabii...

Hep arar durumda mıyız? Bulmaya vaktimiz kalmasın mı istiyoruz? En nihayetinde, mutlu olmak veya olmamak, başkalarından önce, bizim tercihlerimizle ilgili değil mi?

Her sabah kalktığımızda, malzemelerimiz eksik veya fazla vermiyorsa, her gün aynı beni ve evreni kuruyorsa insan, hep aynı tecrübeleri yaşayacağı ve hep öngördüğü sonuca ulaşacağı kesin değil midir?


Her gün aynı beni bulmak ve hep haklı çıkmak...


Bu, bu dünyanın cehennemi değil mi?


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar