Alper GÖRMÜŞ

‘Kitlesel eylem’ deyince akan sular durmalı mı
8.01.2013
4568

 Bazı kavram ve pratiklerin kutsallaştırılması, Türkiye’de geleneği olan bir siyasi-toplumsal eğilim... Bunlarla karşılaşıldığında, akan suların durması gerektiğine inanılır.

Mesela “68’lilik” böyle bir şeydir... Diyelim, kendilerine “68’li” diyen birileri bir konuda fikir beyan etmişse ya o fikre katılmak, ya da fikir tahammülfersâ bir karakter arz ediyorsa söyleneni sessizce ve saygıyla geçiştirmek gerekir.

12 Eylül 1980’den sonra bir “put”umuz daha oldu: Sivil toplum... O kadar ki, kendisine “sivil toplum örgütü” diyen herhangi bir organizasyon otomatik olarak demokratik bir kurum hâline geliyor, ne kadar saçmalarsa saçmalasın, etrafında oluşan, oluşturulan “demokratik kurum”hâlesine halel gelmiyordu.

2007’deki cumhuriyet mitinglerinden sonra bu kategoriye bir yenisi daha eklendi: Bilinen ve alışık olunan öğrenci ve işçi eylemlerinden farklı bir görüntü arz eden; kitlesini politik eylem geleneği olmayan kalabalıkların teşkil ettiği gösteriler, mitingler, yürüyüşler...

2012’nin bu türden eylemlerin altın yılı olduğunu, cumhuriyet mitinglerindeki ruhun beş yıl aradan sonra muhteşem bir geri dönüş gerçekleştirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.


Ulusal Kanal
’ın “Devrim’in iyice yaklaştığının emareleri” diye tanımladığı 2012 eylemleri 19 Mayıs’ta merkezini İstanbul’dakinin oluşturduğu gösterilerle başladı. Onu, 29 Ekim’deki “Ata’ya ulaşmak için barikatların yıkılması” ve 10 Kasım’daki Ankara yürüyüşleri izledi. Bu kategoriden eylemlerin zirvesini hiç kuşkusuz 13 aralıktaki “Silivri kuşatması” oluşturdu (nicelik anlamında değil, nitelik ve “ruh” anlamında). Sezon, 23 aralıktaki Menemen gösterileri ile sona erdi.


“Özgürlükçü” özgürlük karşıtı eylemler...

Etraflarında örülen propagandaya, katılanların kalabalıklığına ve o kalabalıkların niteliğine (şehirli-kentli-çağdaş) bakıldığında “özgürlükçü” bir görüntü veren bu eylemleri kabuklarından sıyırıp“içini okumak” gerekiyor... Onu yapmaya başladığınızda, tablo değişiveriyor.

Ben bunlara, “Tarihimizin ‘özgürlükçü’ özgürlük karşıtı eylemleri” adını veriyorum ve Uğur Mumcu’nun Ocak 1993’teki cenaze töreninin de bu fasıldan eylemlerin ilk örneği olduğunu düşünüyorum.

Dizinin ikinci halkası 1996’daki “manipüle edilmiş Susurluk eylemleri”yle ortaya çıktı. Üçüncü halka 2007’deki cumhuriyet mitingleriydi. Dördüncü halkayı ise 2012’deki, yukarıda sıraladığım eylemler oluşturdu.


Tarihsel-siyasal arka plan

1990’ların başında komünist blok yıkılırken, darbesiz yaşayamayan bir ordunun darbe hayalleri de esaslı darbeler yemekteydi. Öyle ya, “darbesi geldiğinde” her seferinde “komünizm tehlikesi”ni gerekçe göstererek ABD’den icazet alan Türk ordusu bundan böyle ne yapacaktı?

O çaresizlik içinde İran ve Afganistan’daki dinî rejimler ve “yükselen İslam” dalgası, Türkiye’nin darbecileri için bir umut ışığı oldu. Batı için, İran ve Afganistan’dan sonra Türkiye’nin de “şeriat”ın kıskacı içine girmesi gerçek bir kâbus senaryosuydu. O hâlde, Türkiye’de dinci akımların güçlenmesi durumunda gerçekleştirilecek bir darbe, tıpkı eski “güzel günlerde” olduğu gibi ABD ve Batı tarafından sessizce onaylanabilirdi...

Fakat bir yandan da Türkiye’deki laik kesimlerin ülkede gerçek bir irtica tehlikesinin olduğuna inandırılmaları gerekiyordu; onların da onayına ihtiyaç vardı.

Elimde belgeler, kriminal raporlar falan yok, tamamen siyasi bir analize dayalı olarak söylüyorum: Bence 1990-93 arasındaki laik aydın cinayetleri, gerek yurtiçinden gerekse de yurtdışından askerî vesayet ya da darbeye onay sağlamak üzere kotarıldı. (Muammer Aksoy: 31 Ocak 1990... Çetin Emeç: 7 Mart 1990... Bahriye Üçok: 6 Ekim 1990... Uğur Mumcu: 24 Ocak 1993.)


Uğur Mumcu’nun cenaze töreni

Bütün bu cinayetlerin her birinin ardından, Cumhuriyet gazetesinin yazarlarından Orhan Bursalı’nın şimdi çok pişman olduğu anlaşılan sözleriyle, “olağanüstü durumların hazırlığı olarak nitelendirilebilecek psikolojik ortamları çağrıştıran” gösteriler düzenlendi.

Elbette ki, 1990’ların ilk yarısındaki laik aydın cinayetlerinin ardından düzenlenen gösterilerin zirvesini Uğur Mumcu’nun cenaze töreni oluşturuyordu.


Güldal Mumcu
’nun kitabı İçimden Geçen Zaman’ın yayımlanmasından hemen sonra kaleme aldığım“Mumcu’nun cenaze törenine tekrar bakmak” başlıklı yazıda bu törenin önemini şu satırlarla anlatmıştım:


“Uğur Mumcu’nun cenaze töreni, ‘irtica korkusu’nun geniş kitlelere sirayet ettirilmesi, bu yolla ‘korku’nun maddi bir güç hâline getirilmesi ve onun üzerinden iktidar devşirilmesi ‘siyaset’inin tutabileceğini gösterdi.


“Mayanın tuttuğunu gören Türkiye’nin provokasyon ve manipülasyon ustaları, kendi militer-otoriter iktidarları için daha nice cinayetler, cenaze törenleri ve gösteriler örgütlediler, bunlar sayesinde toplumun bir kesimini hamur gibi yoğurdular ve görünüşleri modern, zihniyetleri otoriter milyonlarca insanın siyasi davranışlarını konsolide edebildiler.”


Susurluk eylemleri ve cumhuriyet mitingleri

Mumcu’nun cenaze törenindeki “hesap sağlaması” hesap sahiplerine büyük bir enerji ve cesaret verdi. Bu enerji ve cesaretle, devlet içindeki karanlık odakları hedef alan Susurluk eylemlerini bile“Devletin içindeki karanlığı bırak, irtica karanlığına bak” kampanyasına dönüştürebildiler.

28 Şubat’ta (1997) ordunun “sivil toplum”u yedeğine alıp “irticanın iktidarı”na son vermesi, geriye her zaman işleyeceği umut edilen bir model bırakmıştı...

Model, “şeriatçı iktidar” kalesinin burçlarının, toplumun korkutularak siyaseten alıklaştırılmış kesimlerinin “demokratik bombardımanı” ile “yumuşatılması” ve ardından hakiki tanklarla alaşağı edilmesi esasına dayanıyordu.

Model, 2007’de “Atatürk’ün koltuğuna bir irticacının oturmasının engellenmesi” çağrısıyla yeniden yürürlüğe kondu: Cumhuriyet mitingleri...


Onlar da özgürce gerçekleştirilebilmeli

Cuma günü, serinin son safhasında yer alan 2012 eylemleriyle ilgili olarak yazacağım.

Bugünkü yazıyı, otoriter eğilimlerin değirmenine su taşıyorlar diye, sanki bu eylemleri gayrı meşru ilan ettiğimi iddia edecek muhtemel eleştirilere peşin cevapla bitireceğim...

Çok değerli bilim adamı, rahmetli Bülent Tanör’le 1988’deki bir tartışmamızı hatırlıyorum. O,“kendi iktidarlarında başkalarının örgütlenme özgürlüklerine saygı duymayacakları kesin olan” İslamcıların demokratik rejimlerde örgütlenmelerine izin verilmemesinin antidemokratik olmadığını savunmuştu bana.

Ben de Hoca’ya, iktidarlarında kendilerinden başka bütün düşünceleri yasaklayan komünist partiler için neden aynı şeyi söylemediğini sormuştum.

Çok şaşırmış, bu açıdan hiç düşünmediğini söylemişti.

Ardından kendi yaklaşımımı şöyle ifade etmiştim: Kendi toplumsal tasavvurları ne olursa olsun, demokrasi, şiddete başvurmadığı sürece bütün fikirlerin serbeste ifadesini ve örgütlenmesini savunmalıdır.

Bugün de elbette böyle düşünüyorum.

Tarihimizin, eleştirdiğim ve eleştireceğim bütün “‘özgürlükçü’ özgürlük karşıtı eylemleri”nin özgürce gerçekleştirilebilmesi gerektiğini savunuyorum.

Onlar demokratik haklarını özgürce kullansınlar, ben de eylemlerinin içeriğini özgürce eleştirebileyim.

*


Cuma: Doğu Silahçıoğlu’nun işaret ettiği “kitlesel eylemler” bunlar mıydı?


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar