Murat BELGE

Murat BELGE
Murat BELGE
Tüm Yazıları
Kazamatlar kazılırken
21.10.2014
2053

 Türkiye toplumunun ezelî dertlerinden biri, Batılılaşma’nın resmî devlet politikası haline gelmesiyle başlayan kültürel ikileşmedir. Erken 19. yüzyıl koşullarında bu, toplumun tamamı bir yana, intelligentsia’nın bile sadece bir kısmını içine alan bir hareketti. Toplumun değil, devletin duyduğu bir ihtiyaca cevap veren, tam anlamıyla “tepeden inme” bir programdı.

Başlar başlamaz sınıfsal bir karakter kazanması da mukadderdi. “Haberdar” olanlar ve hayatlarını buna göre uyduranlar kaçınılmaz olarak hali vakti yerinde olanlardı. Böylece “yukarıda” olanlar hayat tarzlarını değiştirirken, “alttakiler” de kendi hayatlarını devam ettirdiler; yani, yoksulluklarını muhafaza ettiler. Geç Osmanlı döneminin kopkoyu hiyerarşik dünya görüşü çerçevesinde bu gibi farklılıkların, kopuklukların bir sakıncası yoktu. Normali buydu.

Öte yandan, bu farklılıkların zamanla siyasîleşmesi, başka bir söyleyişle, siyasetin bu ayrımlara göre şekiller alması da kaçınılmaz bir şeydi. Siyaset özellikle Cumhuriyet döneminde önem kazandı; çok-partili düzene geçildiğinde büsbütün belirleyici oldu. Başka yapılarla da eklemlenen kültürel ikileşme toplumun merkezî sorunu olmaya devam etti. Onun için Türkiye toplumu, içinde bu anlamda “iki” milletin yaşadığı bir toplum olma özelliğini sürdürdü (mecazî değil, gerçek anlamda etnik farklılıkların yanısıra).

Bu “siyasîleşme”, zamanla, dinî ideolojiyi de siyasîleştirdi.

Yirminci yüzyılın ya da bugünlerin “İslâmcı” siyaseti, geleneksel İslâm’ın doğal devamı değildir. Modernleşmenin travmatik bir ürünüdür. Cumhuriyet döneminde “Batılılaşma”nın dozu ve şiddeti artınca, böyle bir evrilmenin de zorunlu olacağı belliydi. Fizik kanunu gibi bir şey bu. Nitekim böyle de oldu. Çeşitli hoyrat askerî darbelerin de derinliklerinde bu ikileşme yer alıyordu. Onlar da toplumun normalleşmesini engelleyen, son analizde “muhafazakâr” (ama sözde “muhafazakâr”) tepkiyi güçlendiren episodlar oldu.

Türkiye’nin bir “tüketim toplumu”na doğru yönelen gidişatı, bu kültürel ikileşmede bazı kırılmalar yarattı; yani, iki ucun birbirine yaklaşmasına katkıda bulundu. Ama bu yakınlaşma hemen hemen tamamen “tüketim nesneleri” ile sınırlı bir fenomendi. Ayrıca, iki arklı kesim, aynı marka otomobile binip aynı marka dondurma yese de, ayrılıklarının simgesi olan (başörtüsü gibi) nesneleri sıkı sıkı korumaktan geri durmuyordu.

2002’de AKP’nin seçimi net bir şekilde kazanmasının ardından gelen Kemalist ya da ulusalcı ya da Batılılaşmacı --her neyse adı-- tepki, bu ayrımın bu toplumda ne kadar köklü ve belirleyici olduğunu gösterdi. Ama aynı zamanda, sınırlı ölçekte de olsa, sözkonusu iki ucun bazı temsilcilerinin birtakım ciddi konularda da birbirlerine yakın düşünceler üretebildiğinin işaretleri görüldü. Bu yaklaşmanın zemini “demokrasi” mücadelesiydi.

Bu sınırlı süreci sona erdiren, Tayyip Erdoğan oldu. Karar anı da, hep bildiğimiz gibi, Gezi direnişidir. Ancak, bence o direniş böyle bir kararın oluşmasının değil, uygulamaya konmasının vesilesidir. Tayyip Erdoğan (onun sözcüsü ve temsilcisi olduğu zihniyet ya da siyasî çizgi) böyle bir yakınlaşmadan hoşlanmıyordu. Erdoğan’ın ideolojik cephesini meydana getirenlerin bazılarının bu yeni politikaya nasıl dört elle sarıldıklarını görmek, yakınlaşmadan tedirgin olanların hiç de az olmadığını ortaya koyuyor.

Bence yanlış, uzun vadede çok zararlı bir politika bu. “Ulus” diyenlerin “millet” diyenleri, “millet” diyenlerin de “ulus” diyenleri boğazlamaya her an teşne olduğu bu toplumsal ortamda, bu politikanın anlamı “ateşle oynamak”.

Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu şey, “kazamat” değil.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar