Halil BERKTAY
[24-25 Ağustos 2016] Bu notu bir yandan hiç istemeye istemeye, ama bir yandan da artık zarurî olduğunu hissederek yazıyorum. Murat Belge ile Gezi’den beri ayrı düştük. Üç yıl oldu. Hiç birbirimize çatmadık. Sanırım ikimiz de kaçındık bundan. Daha doğrusu ben kaçındım. Murat’ın (sormadım ama) özel olarak kaçınmasına gerek olmamış olabilir, çünkü zaten öyle zehir zemberek polemiklerin, kişisel saldırıların adamı değil. 1980 öncesinin sol fraksiyonlaşması ortamında dahi, hep bir olgunluğu temsil etti. Benimse günahlarım sayılamıyacak kadar çok. Belki bu yüzden sonunda zıddıma döndüm; yıllar boyu bıktım usandım, siyasî tahlil ve çizgi farklarının kişisel dostlukları bozmasından. Onun için, bir ayırımın artık kapatılamaz ve gözardı edilemez hale geldiğini -- tam da şahsen uğraştığım bazı sorunlar yüzünden, benim gözardı edemiyeceğimi -- kabullenmek zorunda kaldığım şu anda dahi, biraz korkuyorum şimdi atacağım adımdan. Aramızdaki farkı olabildiğince teorik düzeyde tutmaya çalışacağım.
* * *
Konu, 15 Temmuz gecesi sokağa dökülen insanların darbe girişimine karşı verdiği mücadelenin, (bir) demokrasi mücadelesi sayılıp sayılamıyacağıyla ilgili. Bunu saptama çabamızda, çatışmanın ve yarattığı saflaşmanın nesnel niteliği mi esas olacak, tarafların(çatışma öncesi veya çatışma dışındaki) öznel bilinç ve niyetleri mi? Marksizmin siyasal projesini, devrim ve sosyalizm tasavvurunu terk edeli çok oluyor (neredeyse otuz yıl). Ne ki, hayatımın ilk kırk yılını da o projenin içinde geçirdim ve literatürüyle o kadar haşır neşir oldum ki, kolay kolay içimden çıkmayacak bir şey. Marksizmin kendi zamanında temsil ettiği insanlık tecrübesi birikimi ve kültürel zenginliğinden, orası burası ne kadar aşınmış veya aşılmış da olsa ve bütün eleştirilerim mahfuz olmak kaydıyla, hep yararlanmaya devam ediyorum.
Örneğin kitle hareketlerine bakış, çok değerli bu açıdan. Marx’ta da, Engels’te de, Lenin’de de, Mao’da da (ve Althusser ile öğrencilerinde de) şu anlayış kuvvetle mevcuttur (bir yığın değişik eserden özetliyorum): Tarih illâ bizim istediğimiz gibi, hep “iyi yanı”ndan gelişmez. Halk bizim onda olmasını istediğimiz, özlediğimiz bilinç düzeyiyle çıkmayabilir sahneye. Çok farklı sloganlar atabilir; ummadığımız bayraklar altında toplanabilir. Kitle hareketleri asla homojen değil, tersine, hemen her zaman son derece heterojendir. Kimisi filan saikle katılır, kimisi falan saikle. (Örneğin anti-emperyalist eylemlerde aşırı milliyetçi ve ırkçılar da yer alabilir; almıştır da nitekim.) Önemli olan, üstün-belirlenim veya çoklu belirlenimdir (Fr. surdetermination, İng. over-determination). Son tahlilde bütün bu dürtülerin ve değişik zihinsel yaklaşımların nasıl ve ne ölçüde birleşip, objektif olarak hangi ana çelişkiye ve mevzilenmeye oturduğudur.
Bırakalım nihai hedef sorununu; Marksistlerin bu heterojen-homojenliği alıp nereye kanalize etmek istediğini (ki o noktada, solun kendi demokrasi sicilinin neresiyle böbürlenebileceğini bilemiyor, hele Murat Belge’nin beğenmediği Erdoğan’ınkinden hiç de daha parlak olmadığını düşünüyorum). Geçtim. Sırf bir mücadele ve kitleselleşme anlayışı bakımından, yukarıda sunduğum özetin (insanlığın kendi zamanlarındaki tecrübe birikimi dedim ya), Marksizmin sağlıklı damarlarından birini oluşturduğu kanısındayım.
* * *
İşin bir diğer boyutu, kültürle ilgili. Herhalde Murat Belge, Türkiye solunun dar-indirgemeci bir sınıf sosyolojisine en uzak düşünürlerinden biri. Ekonomik sınıflar ve çıkarlardan da fazla kültürün (kültürlerin) belirleyiciliğini, 1960’lar ve 70’lerde en çok Murat gözümüze soktu. Bu konuda düşündüğü ve söylediği her şeyin içinde, kitlelerin sonuçta kendi reel, yaşayan kültürleri içinden konuşacağı ve hareketleneceği mündemiçti. Halkın (bize göre) olması gereken değil, gerçekten olan kültüründen söz ediyoruz. Örneğin Marksizmin yanlış ve sakat boyutlarından biri, işçi sınıfının idealize edilmesiydi. Tarihin gelmiş geçmiş en büyük sınıfıydı, devrim yapacaktı, öyleyse ileri ve mükemmel bir kültürü de olmalıydı. Esasen Marksizm “işçi sınıfının düşüncesi”ni temsil etmiyor muydu? Buna ampirik açıdan çok güçlü bir düzeltme, gene Marksist bir tarihçiden geldi. E. P. Thompson,The Making of the English Working Class’inde (1963) İngiliz işçi sınıfının somut maddesini, futboluyla, pub’larıyla, birasıyla, argosuyla, mahalleleriyle, şarkılarıyla, sendikalarıyla masaya yatırdı. Hepimiz okuduk (sanıyorum). Belki anladık, belki anlamadık. Teorik ideal ile sosyal ve tarihsel realite çok farklıydı. Benim aklımda, derinden derine, insan davranışlarının kültür katmanı olmadan düşünülemiyeceği (ve esasen solun halka yabancılığının kültürde düğümlendiği) gibi bir tortul katman kaldı.
Ama tabii gene o yıllarda bunu herkesten iyi kavrayan Murat oldu. Aldı ve sosyalist solun din ile, İslâmiyetle, Müslüman halkla ilişkisine uyguladı. Solun çok geniş kesimleri (biz Maocular dahil), demokrasiye boşvermiştik. Varsa yoksa modernizasyondu; toplumsal ilerlemeydi; gerilik ve karanlıktan aydınlığa çıkıştı. Komintern Marksizmi şablonuna göre, Atatürk millî burjuvazinin lideriydi; genel olarak Kemalist Devrim, eksik ve gediklerine karşın Türkiye’nin burjuva-demokratik devrimini temsil ediyordu. Her ne kadar sol bunu artık proletarya önderliğinde bir devrimle aşacaktıysa da, temelde gericiliğe ve irticaî karşı-devrim tehlikesine karşı (aksi düşünülemezdi) Kemalizmle aynı safta yer alıyordu.
Bu şemaya o dönemde çok az insan karşı çıkabildi. Biri İdris Küçükömer’di: Düzenin Yabancılaşması (1969). Bir diğeri Mete Tunçay’dı, ciddi ampirik ve eleştirel tarihçiliğiyle; Tek Parti diktatörlüğünün, daha genel olarak Atatürk’ün ve Atatürkçülüğün, efsanelerden arındırılarak teşrih ve teşhir edilmesine ikonoklastik katkılarıyla (1). Üçüncüsü Murat Belge’ydi. Kemalist Devrime (burjuva devrimi veya burjuva-demokratik devrim yerine) “anti-demokratik devrim” aforizmasını yapıştırdı ve yer yerinden oynadı. Lâfta bırakmadı; siyasete bakışıyla da birleştirdi. Müslüman kesime açılmaktan çekinmedi. Bu hamlenin başını çekti. Demokrasinin olmazsa olmazı olarak, İslâmiyetin ve İslâmcılığın siyaset sahnesinde temsilini savundu. Bunun önündeki bütün yasak ve engellere karşı çıktı. 1980’lerde, örneğin üniversitede başörtüsü yasağına karşı mücadelenin de ön saflarında yer aldı. Muhtemelen bu, Müslümanların ehlileştirilmesi, Marksistlerin kabul edebileceği bir kılığa sokulması şartına bağlı değildi. Sanırım Murat Belge böyle “iyi” bir İslâm şartı aramıyordu. Dindarları içerecek bir demokrasiyi, dindarların elbette kendi kültürleri ve değerleriyle çıkageleceğini herhalde bilerek ve kabul ederek savunuyordu.
* * *
15 Temmuz darbesinin ardından çok güzel bazı yazılar çıktı. Murat okudu mu, okuyor mu bilmiyorum (2). Cemil Koçak; Cengiz Alğan, Atilla Aytemur ve hepsinden çok Ertuğrul Başer, özellikle aklımda kalanlar. Bunları öncelikle zikrediyorum, çünkü iki ana konumuzdan biri olan sokağa dökülen kitlelerin öznelliği ve nesnelliği sorunu, kendi sesleri ve sloganları sorunu, hepsinde kuvvetle mevcuttu.
İlginç tesadüf; bunlardan en çok önemsediğim ikisi aynı gün yayınlandı. 30 Temmuz’daYeni Şafak, Cemil Koçak’ın sırf başlığı kendi içinde bir makale niteliği taşıyan yazısına yer verdi: Halk sokağa çıkınca vatandaş darbe yapamadı. Gönderme açıktı: 1930’larda yayınlandığı rivayet edilen “halk plajlara üşüşünce vatandaş denize giremedi” tarzı gazete manşetleri üzerinden, Kemalizmin kentli, orta sınıf, nezih “vatandaş” ile daha kırsal ve aşağı sınıf (köylü? kıro?), asrîleştirilmesi gereken avam “halk” (= göbeğini kaşıyan adam) arasında gözettiği ayırım hatırlatılıyor; darbe girişimine kimin direndiği, kimin direnmediği (ve belki başarılı olsalar 15 Temmuzculara “yan cebime koyun” misali destek bile verebileceği), bu ayırımın üzerine oturtuluyordu. Özel olarak sloganlar ve direnen halkın öznelliği noktasında, Cemil Koçak direnmeyen vatandaşlara ve direnenlerin dünyasına duyarsız öznelliklerine, kültür üzerinden “Müslüman bir memlekette ne bekliyorsunuz? İnsanlar ölüme giderken kelime-i şahadet getirmeyecekler, Allahın adını anmayacaklar da Noel ilahileri mi söyleyecekler! Kiliselerin çanlarının mı çalmasını bekliyorsunuz? Müslüman bir memlekette insanların ölüme giderken ne söylemelerini bekliyorsunuz?”diye soruyordu (3).
Aynı 30 Temmuz günü Serbestiyet’te ise Ertuğrul Başer’in Bir fatiha: arkadaşım Ahmet Aşık’ın ruhuna mektup yazısı yer aldı. Yazar eski bir solcuydu. Üstelik, büyük ölçüde Murat Belge’nin ismiyle örtüşen Birikim (dergisi) ve İletişim (yayınevi) çevresindendi. Ordudan atılmış; Birikim’e yazılar yazmış; Negri’den, Hart’tan, Laclau’dan yaptığı çeviriler İletişim’de yayınlanmıştı. Şimdi ise, 15 Temmuz darbesinin halk tarafından bozguna uğratılmasından duyduğu mutluluk ile solun buna seyirci kalmasından duyduğu mutsuzluk birbirine karışıp büyük bir duygu ve düşünce patlamasına yol açmıştı. Üstelik, Birikimreddetmişti yazısını yayınlamayı; ikinci olarak, anlaşılan epey süredir izlediği Serbestiyet’e yollamayı denemiş ve makalesi hemen o gün, dakikalar içinde yüklenip okuyucuya ulaşmıştı. Ama ne ulaşma! Okunma rekorları kırdı. İlk üç dört gün boyunca sırfSerbestiyet’te 138,000 tıklandı (daha sonra 150,000’i de geçti). Ayrıca sosyal medyada fırtına gibi esti; face’lerde, tweet’lerde gezindi; adını hiç duymadıklarımız da dahil,Serbestiyet’e hiç referans vermeyenler de dahil, daha bir yığın web sitesi tarafından kopyalandı.
Niçin? Sırf olağanüstü coşkusu, içten ve yürekten feryadı sayesinde değil. Bir, kimsenin kullanmadığı yepyeni, taptaze bir dil kuruyordu. Çünkü iki, içerik açısından, “halk” ile “vatandaş”ın buluşması ve kaynaşmasını yansıtıyordu. Bana çok çarpıcı gelen husus, Ertuğrul Başer’in iki ayrı kesimin (laik solcuların ve dindar Müslümanların) dilleri ve kültürlerini yanyana getirip olası mütekabiliyetlere işaret etmekte, bir tür kültürlerarası tercümanlık işinde gösterdiği ustalıktı:
“Bir göz açıp kapayıncaya geçen ömrümüzde, ömrümüzün son mevsiminde kardeşlerimizi tanıdık. Sala verdiler bütün camilerde: Es Salatu Ve’s-Selamu Aleyke Ya Rasulallah! (...) Ne dediklerini tam bilmiyorum, Allahu ekber kebira, ama kalın menkıbe kitaplarından çıkmış kahramanlar gibi gözlerini kırpmadan zalimin üstüne yürüdüler; oradaydım, gördüm ve şahidim. (...) Elleri, imanları ve kalpleriyle. Darbeye kim karşı çıkıyorsa, tankların üzerine kim yürüyorsa, mânâsı ister tek kat ister otuz kat olsun, ister “hermenötik”e, ister “yapı-söküm”e uygun olsun, önce Ya Allah diyordu, sonra Bismillah, sonra Allahü Ekber. Tamam, Darbeye Geçit Yok da diyordu, Asker Kışlaya da diyordu, Yaşasın Demokrasi de diyordu ama önce Allah vardı ve Allah Ekber’di. Dediklerini tam anlamıyordum ama hepsinin üstüne bir dudak kıpırtısı halinde Vel Hamdü Lillahi Rabbil Alemin’di!”
Ertuğrul Başer bunu yaparken özellikle solcuları kendi alışılmış dil ve vokabülerlerinin dışına çıkmaya zorluyor; onlara, kitlelerin elbette kendi kültürleri içinden konuşacağını olanca sıcaklığı ve alçakgönüllülüğüyle anlatmaya çabalıyordu:
“Meğer insan ancak kendi kelimeleriyle; kendi kalbinin, kendi tahayyülünün, kendi var etme, eyleme ve yaratma kudretinin ezelini ve ebedini dolduran kelimeler, mânâlar, değerlerle büyür, öğrenir, yaratır ve eyler ve ancak bunlar için ölürmüş. Ancak o zaman, yaptıkları kendine misler gibi yakışır; ancak o zaman el emeği göz nuru bir adalet, özgürlük ve kardeşlik âlemi kurabilir; ancak o zaman, ister modern, ister post-modern, isterse pompost-modern bir toplum olabilirmiş; şu on günde öğrendim.”
Bu “kendi kelimeleri, kendi kalbi, kendi tahayyülü, kendi değerleri” uyarısına, keşke bütün diğer sol aydınlarla birlikte (ve hele 60’ler, 70’ler, 80’lerde neleri herkesten önce görüp kavradığı itibariyle) Murat da kulak verse miydi acaba?
* * *
Ben öyle bir yazıyı asla yazamazdım, kendimi o kadar kapıp koyvermeye, heyecanımı o kadar doludizgin yaşamaya yatkın olmadığım, öyle bir duygu dili ve boşalımını sayfalarca götüremiyeceğim için. Kendimce, daha küçük, daha ölçülü biçili şeyler kaleme almaya uğraştım. Hemen 16 Temmuz günü, “vatandaş” kökenli biri olarak “halk”ın yanında durduğumu, peşpeşe üç kısa notla dile getirdim: Onur gecesi (1) Atlattığımız badire; Onur gecesi (2) Diren Türkiye; Onur gecesi (3) Utan BBC. Sonra, yurtdışındaki arkadaşlarımdan gelen sorulara cevaben, iki de İngilizce yazı döşendim. İkincisinin sonuna doğru, (a) “darbeye karşı demokrasi mücadelesi” ve (b) “darbeye karşı direnenlerin demokrat olup olmadığı” tartışmalarına değindim (21 Temmuz: A second letter about ‘how matters stand with me’):
“So here is a theoretical proposition. Both here and on your side of the Atlantic, some people seem to think that being a democrat is an innate quality. First you have to be a democrat a priori -- to demonstrate your (modern, Western, civilized) democratic outlook(which is regarded as being incompatible with religiosity, and of course not so much Christian as Muslim religiosity). Then and only then may your political acts be qualified as democratic.
“Actually, quite the opposite is true. Being for or against democracy is not a god-given essence. Rather, it has to do with where you concretely position yourself in a given political context. It is by repeatedly defending democracy in action, on the streets (as well as in the voting booth), that the majority of the Turkish people, whatever their personal origins and subjective motivations, whether because of their faith or love of Erdoğan or accumulated hatred or military takeovers, have collectively constituted and defined themselves as democrats.”
Çeviriyorum, daha doğrusu kastımı hafif açarak Türkçeye aktarıyorum: “İşte size teorik bir önerme. Gerek burada [Türkiye’de] ve gerekse Atlas Okyanusu’nun öte yakasında [sizin olduğunuz yerde], bazıları demokrat olmayı içsel bir nitelik, bir öz gibi algılıyor. Önce a priori demokrat olmanız; (şüphesiz dindarlıkla, özellikle de Hıristiyan dindarlığından çok Müslüman dindarlığıyla bağdaşmaması gereken -- dolayısıyla çağdaş, uygar, Batılı)demokratik bir düşünce yapınız olduğunu ispatlamanız gerekir. Ancak bundan sonradır ki siyasî eylem ve tavıralışlarınız demokratik diye tavsif edilebilir.
“Ama aslında bunun tam zıddı, doğru olan. Demokrasiden yana veya karşı olmak bize bahşedilen tanrısal bir öz değil. Daha çok, belirli siyasî bağlamlarda somut olarak nerede durduğunuz, kendinizi nereye oturttuğunuzla ilgili bir mesele. Sokaklarda (ve oy kulübesinde) demokrasiyi döne döne savunmak suretiyledir ki, kişisel kökenleri ve öznel dürtüleri ne olursa olsun, ister imanlarından, ister Erdoğan’a duydukları sevgiden, ister askerî darbelere karşı birikmiş nefretlerinden kaynaklansın, Türkiye halkının büyük çoğunluğu kendini topluca demokrat olarak tesis ve tarif etmiş bulunuyor.”
Bir ay geçti. İki gün önce yeni bir konuya girdim. Ermeni soykırımıyla yüzleşme çabalarının solculuğun elinde niçin ve nasıl kuruyup daraldığından söz edecektim (edeceğim). Çerçeveyi biraz genişleteyim dedim (23 Ağustos: Soykırım tartışmasına ek (1) Devrimin yuttuğu alanlar). Geçmişte (sosyalizm henüz varken) ve günümüzde (artık sosyalizm yokken ama ünvan ve prestij solculuğu hâlâ varken), solun/solcuların el attığı hemen her alanda bu gözlendi zaten. Aşırı epistemolojik özgüven, kibir, sektarizm ve hegemonyacılık yüzünden, belirli mücadele konu ve alanlarının özgüllüğünün hakkı verilemedi. Genel ideolojik çatı, tek tek her dâvâ ve alt-dâvâya baskın çıktı. Sosyalizm çökse de, dedim, “bazı dâvâlar münhasıran sağın dâvâları, bazıları da münhasıran solun dâvâları olmaya devam etti.” Ardından şu gözlemleri ekledim:
“En son, 15 Temmuz darbe girişimi karşısında solun tavrı kınama söylemiyle sınırlı kaldı. (…) [S]olcular burunlarının dibine kadar gelen muazzam bir kitle mücadelesine esas olarak seyirci kaldılar ve sokağa çıkıp içine girmeye cesaret edemediler. Zira kendilerini orada, o kültürün, o kitlenin ve o mücadelenin içinde göremediler; korktular yabancı bir dünyaya adım atmaktan. Tersine, katılanların özsel niteliği itibariyle bunun o kadar da demokrasi mücadelesi sayılamıyacağı (belki sırf AKP taraftarlarının, belki bir İslamcı gruba karşı diğerinin mücadelesinden ibaret olduğu) gibi mazeretlere tevessül ettiler.
“Bu tavırlar, 1848-1917-1990 sürecinde doğan, büyüyen ve sönen devrim ve sosyalizm projesi çökmüş, ‘tarihin yönü’ Büyük Anlatı’sından geriye hiçbir ciddî düşünsel miras kalmamış da olsa, eski ideolojik çatısı ve mahalle aidiyetine bağlı ‘benim değil onların dâvâsı’ anlayışının, belirli bir sol kesim açısından, bir tür sol mahallenin sâkinleri açısından hâlâ ne kadar bağlayıcı olduğunu bir kere daha ortaya koydu.”
* * *
Aynı 23 Ağustos tarihinde, Murat Belge de bir yazı yazmış; farkında değildim, bir gün rötarla, dün bulup okudum. Bu kadar taban tabana zıt şeyler düşünüyor olabilirdik. Hele “kendilerini orada, o kültürün, o kitlenin ve o mücadelenin içinde göremediler; korktular yabancı bir dünyaya adım atmaktan” cümlesini, ne tuhaf, sanki Murat için yazmış gibi oldum. Zira kendisinin ve kendi kesiminden insanların neden sokağa çıkıp tankların önüne dikilmediğini şöyle açıklıyordu:
“ Tamam, sokağa çıkalım. Bunu ben de kendi aklımdan geçirmedim değil. Ama geçirdim ve orada durdum. ‘Ya Allah! Bismillah! Allahu ekber!’ sloganıyla sokağa çıkmış insanların arasında ne yerim olur? Bundan beş yıl önce böyle bir olay olsa, bu soruları sormadan insan kendini sokağa atardı. Ama Gezi’den beri Tayyip Erdoğan’ın kutuplaştırıcı konuşmalarını dinleyen ve onlarla dolan insanlar var bugün. Ben sokağa çıkacaksam, ‘demokrasi’ için çıkacağım. Erdoğan’ın kurmak için uğraştığı -- ve büyük ölçüde kurduğu -- rejim bile, seçim olduğu sürece, bir darbenin oluşturacağı ortama tercih edileceği için çıkacağım. Ama sokağa çıkmış olanların sloganları arasında‘demokrasi’ üstüne bir şey işitilmiyor. ‘Ya Allah, bismillah! Allahu ekber!’ sloganı da beni ortak bir uğraşa çağırmıyor.”
İlk bakışta sanki tek bir itiraz dile getiriyor gibi, ama hayır, burada bir değil iki ayrı faktör söz konusu: (a) Tekbir getirmek ve diğer İslâmî mücadele sloganları. (b) Gezi ve Erdoğan kuşkusu. İlki çok köklü ve derin. İkincisi çok daha konjonktürel (ve ister reel, ister algısal düzeyde değişmeye yatkın). Bunu şimdilik bir kenara koyarsak, aşikâr ki asıl mesele, Murat Belge’nin tekbir getirerek sokağa dökülen insanlar arasında yerinin olmadığını düşünmesi. Bu da sırf Gezi’den kaynaklanan değil hayli yapısal bir sorun. Diyelim ki bu darbe girişimi dört yıl önce, 2012’de geldi çattı. Müslüman halk gene sala ve tekbirlerle dikilmeyecek miydi darbecilerin karşısına? O zaman sonuç farklı mı olacaktı? Murat “Ben sokağa çıkacaksam demokrasi için çıkacağım” dediğinde ya da 15 Temmuz gecesinden “demokrasi üstüne bir şey işitilmiyor” diye şikâyet ettiğinde, aslında kendisinin (ve benim) tanıdığımız, alışık olduğumuz demokrasi söylemi ve sloganlarını kastediyor. Bunları göremeyince, ortak bir demokrasi mücadelesi yok ve olamaz sanıyor. Çünkü mücadelenin ve darbeye karşı çıkışın kendisini demokrasi veya demokratlık gibi görmüyor. O gece belki de ölebileceğini düşünen Müslüman kitlelerin tekbir getirmesini ise, tarihteki bütün savaş naraları gibi safları yüreklendirme çabası olarak değil, Erdoğan’ın kurmak istediği (İslâmofaşist?!) düzenin ifadesi gibi algılıyor. Ve sonuçta, bu dâvâyı da “sağa” hediye ediyor. Dönüp dolaşıp, bir zamanlar kırmak için o kadar uğraştığı kültürel fay hattının yerli yerinde kalmasının; “sağın dâvâları”na solun bulaşmaması geleneğinin son bir mazeretini sunuyor.
Uzatmayayım. Bu yazının ilk bölümlerinde, kâh Marksizmin kitle mücadelelerine bakışından benim ne anladığıma dair söylediklerimin, kâh sloganların belirli kültür matrislerinden fışkırmasına ilişkin gözlemlerimin, kâh bizzat Murat’ın 60-70-80’lerde Türkiye’yi bölen kültürel fay hattını aşma çabaları hakkında hatırlattıklarımın, kâh çeşitli 15 Temmuz yazılarından (Cemil Koçak’tan, Ertuğrul Başer’den ve kendimden) yaptığım alıntıların…
Murat Belge’nin neden sokağa çıkmadığı (çünkü tekbir getiren insanlarda demokrasi göremediği ve aralarında yerinin olmadığını hissettiği) açıklamalarına yeterli eleştiri ve alternatif getirdiği kanısındayım.
NOTLAR
(1) Bunlar benim için kalıcı değerler. Mete Tunçay’ın yakın zamanda çok olumsuz karşıladığım bir davranışı oldu. Kendisi, Bilgi Üniversitesi tarih bölümü (emekli) öğretim üyesi. Tuttu, başka bir üniversitenin, benim (emekli) öğretim üyesi olduğum Sabancı Üniversitesi’nin tarih programına alenen, toptan, programın adını vererek saldırdı. Bunu da zerrece akademik gerekçelerle değil, salt siyasî gerekçelerle yaptı. Özetle, hepsi Erdoğancı diye kara çaldı; doğrudan kurumsal bir kimlik izafe etti; bölüm Erdoğancı demeye çalıştı. Şaştım kaldım. Tek tek kişilerle, doğru-yanlış, haklı-haksız, siyasî polemik olur tabii. Peki, akademik kurumlarla (üniversite, fakülte ve bölümlerle) siyasî polemik olur mu? Akademik kurumların değeri neye göre tartışılır? Bilimsel uzmanlık ve liyakat? Müfredat, derslerin yelpazesi ve içeriği, başarı ölçütlerinin titizliği ve sıkılığı? Kitap ve makale yayınları? Sonuçta, yazılan-yazdırılan master ve doktora tezlerinin seviyesi? Ben sadece bunlara bakarım. Ne kendi bölüm arkadaşlarımın siyasî görüşleri (doğru veya yanlış, çarpıtılmış veya çarpıtılmamış) beni ilgilendirir, ne de faraza Harvard veya Princeton veya Boğaziçi veya Koç veya Bilkent ya da hattâ Bilgi’deki meslekdaşlarımın siyasî görüşleri. Açıkçası, Mete Tunçay’ın akademi ile siyaseti tamamen birbirine karıştırdığı; kendi mezunlarının da çokça rağbet ettiği (rakip?!) bir kurumu politik açıdan kötülemeye kalkmasının fevkalâde yakışıksız kaçtığı kanısındayım. Aslında hepimize bir özür borçlu. Ama bu dahi, kendisi ve Türkiye düşünce hayatına katkısı hakkındaki uzun vâdeli bilimsel kanaatimi değiştirmeme gerekçe olamaz.
(2) Özel olarak Murat Belge için söylemiyorum; doğrusu bazen, elit aydınların kendi mahalle, hattâ sofraları dışında kimseyle konuşmayacak, kendi yazıları dışında bir şey okumayacak kadar mı içlerine kapandığı; “solun çağı”nın (1848-1990) sona ermesinin bu kadar koyu bir karamsarlığa mı yansıdığı, takılıyor kafama.
(3) Düşünüyorum da, ben Murat’ın yerinde olsam ve Cemil Koçak’ın yazısını okumuş, en azından Halk sokağa çıkınca vatandaş darbe yapamadı başlığını görmüş olsam, üç hafta sonra “ben neden sokağa çıkmadım” yollu bir yazı yazmaz; kendimi götürüp küt diye o halk-vatandaş ikileminin içine atmaz; “ben tabii vatandaşım, bir de [tekbir getiren] halka mı karışacaktım?” gibi bir şey söylüyor olmak konumuna sokmazdım sanıyorum.
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKYolsuzluklar, barış ve biz 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZ12 Mayıs, Bahçeli, mecburiyetler 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYOtoriterlikten Demokrasiye 12.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluBilek güreşi yoksa masayı mı kıracak? 28.04.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYKopukluk ve “Anadolu Kırılması” 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANRahip Brunson ve öğrenci Rümeysa 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan CEMALTerörsüz Türkiye! İyi güzel, peki ya demokratik Türkiye?.. 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARŞizofrenik yurttaşlık 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNTrump Küreselleşme Sürecini Geriye Döndürebilir mi? 13.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBoykot ve sokaklar neden bu kadar korkutuyor? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTCoğrafya kaderimizmiş… 23.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç, umut ve endişeler 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENÖcalan'ın ilk barış çağrısından 27 yıl sonra... 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezCumhur İttifakı'nın ‘muhalefeti dönüştürme görevi…’ 28.02.2025 Tüm Yazıları
-
Doğan AKINAhmet Sever: Eşsiz, kırgın, yalnız… 26.02.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNCHP’ye açılan soruşturmaların ortak hedefi Ekrem İmamoğlu 12.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞPınar Gültekin kararının anatomisi: Bu kararı ailenize izah edebilecek misiniz? 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMDEVLET VE KÜRTLER SORUN DEĞİL KONU! 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKEN“Mesele”yi hayatın içinden çözmek 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarKürt meselesinin toplumsal boyutu 16.01.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANErdoğan’ın planı tuttu 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselEkonomik büyümede iyimser olunabilir mi? 13.01.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
10.03.2025
8.03.2025
8.03.2025
6.03.2025
10.02.2025
29.01.2025
25.01.2025
16.01.2025
24.12.2024
20.11.2024