Markar ESAYAN
30 Mart seçimlerinin hemen öncesinde yaşanan krizleri, tarihsel bağlamı göz ardı ederek gündelik gelişmeler veya 12 yıllık ittifaklar, karşıtlıklar üzerinden okumak sanırım yanıltıcı olacaktır. Türkiye'nin tartışma gündemini ülkenin gerçekleri oluşturmuyor. Bir simülasyonun içinde yaşatılıyor gibiyiz. Bu bilinçli bir tercih. Amacı ise halkın ve halka dayalı siyasetin sürekli meşgul edilmesi ve temel sorunu tahlil etmeye, bu temel sorunu çözmek üzere potansiyelleri birleştirmeye engel olmaktır. Kamuoyuna, özellikle 1946 yılında çok partili parlamenter rejime 'teslim' olunmasından beri, çeşitli partiler, çeşitli odalar, STK'lar, yüzeysel ideolojiler, örgütler ve üniversiteler fasit dairesinde farklı fikirler tartışılıyormuş gibi gösteriliyor. Oysa bu aslında sadece bir kurgu!
Adına 'Batılılaşma' denen birkaç yıllık tarihsel büyük bir çelişkinin yarattığı ikiye bölünmüş bir toplumun karmaşık hareketlerini, 'Erdoğan'ın üslubu' gibi araçsal bir yüzeyselliğe bağlayarak ve adına 'Kutuplaşma' diyerek kamufle etmek de aynı kurgunun bir parçası.
Esas olarak Osmanlı İmparatorluğu, Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren Batı'nın paradigma değiştirmesine adapte olamamış, buna cevap üretememiş ve 18. yüzyıl başlarında ise rüyadan uyanarak Batı'nın üstünlüğünü kabul etmiştir. Burada temel sorun, üretim gücünü oluşturan şartların çağdan kopması, üretim biçimlerinin Batı dünyasındaki sosyo-politik koşullara sahip olmamasından dolayı kendi özgün kalkınma, devleti çağa uygun hale getirme paradigmasını yaratamamasıdır. Batı'nın Rönesans, reformlar, keşifler, feodalitenin kral-tüccar sınıfına teslim olması, düzenli modern orduların sermayeyi koruma ve küresel dolaşım ihtiyacıyla tarih sahnesine çıkmaları, bu gelişmelerin ulus devletleri yaratması ve nihayet Sanayi Devrimi ile yarattığı dünya o kadar anlaşılmazdı ki, Osmanlı İmparatorluğu'nu uzaylılar işgal etseydi bununla daha kolay baş edebilirdi.
TANZİMAT FERMANI!
III. Selim ve II. Mahmud'un dönemindeki yenileşme hareketleri aslen Damat İbrahim Paşa ile başlayan (III. Ahmet, Lale Devri) bir bürokratlar hareketiydi ve sadece Batı'nın üst yapı kurumlarını taklit etmeye dönüktü. Kapıkulu (bürokrat) denen bu kişiler aslında pozisyonları her an tehlikede ve devletin gelirlerinden yarattıkları servetleri riskte olan kişilerdi, bir sınıf değil. Padişahlar, devleti koruma refleksiyle eğilimli oldukları yüzeysel reformlara yönlendirilmişlerdi, çünkü kendi varlıklarını kurumsal bir çerçevede garantiye almaya çalışıyorlardı. Bu eğilimleri, devleti kurtarmak adına da Batı'da olup biteni anlamadan, ona hayranlık duyma yüzeyselliği ile birleşti. (Gittikçe bu hayranlık batıcılık sıfatıyla kamufle edilen öz nefrete dönüşecekti, self hatred.)
İdris Küçükömer, 19. yüzyılda Osmanlı'nın mahkum olduğu durumu şöyle açıklar:
'İmparatorluk, üretim ilişkileri içinde tarımda azalan getiri, nüfus artışı, ihracatı kısıcı, ithalatı teşvik edici eğilimleriyle [çünkü gümrük vergisi hayati bir devlet geliriydi ME.] birlikte genişleyip hegemonya paradoksuna düşmekle (İmparatorluk yayıldıkça yayılmak zorunda kaldıkça) nicel genişleme süreci nitel güçsüzlüğe dönüşmüştü. Bu, üretim güçlerinin gelişmesini engelleyen fasit bir tarihi kapan yaratmıştı.' (Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, İdris Küçükömer, Profil Yayınları, s. 66.)
Batı'nın ilkel hammadde ve pazar ihtiyacını çözmek üzere dünyanın orta yerindeki bu dev ülkeye 'giriş' yapma niyetleri ile örtüşüyor, bu giriş ise adına Batılılaşma denen üstyapı kurumlarını almak isteyen bu bürokratlar üzerinden başlıyordu. Bürokratların bu eğilimi giderek, temelinde ekonomik üretim modeli olmayan, halkın aleyhine gelişecek bir dış-iç sömürü zihniyetinin karşılıklı sınıflaşmasına yol açacaktı. Tanzimat Fermanı'ndan bir yıl önce imzalanan Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması ve zorunlu kalınan kapitülasyonlar, dünyanın hiçbir ülkesinde yer almayan bir teslimiyeti ima ediyor, bu ise, zaten gücü kırılmış Osmanlı üretim gücünü oluşturan köylü, eşraf, zanaatkar ve tüm ahalinin ellerindekini tamamen yitirmesine yol açıyordu.
Tanzimat Fermanı, bu şaşaalı teslimiyetin vesikasıydı ve yarı sömürgeleştirme sürecinin hukuki altyapısını oluşturmaktan başka anlama gelmediği gibi, bir de Şark Sorununa yol açtı. 'Doğucu-İslamcı ve gerici' olarak yaftalanan kitleler, aslında temeldeki bu çelişki karşısında huzursuzlanıyor, bu 'reformları' reddediyor, kabak, din benzerliği yüzünden imparatorluğun gayrımüslim tebaasının başına patlıyor, ama özde günümüze kadar sürecek batıcı-dindar cemaatsel yapının temeli atılmış oluyordu. Yani şu bizim kutuplaşmanın…
İTC-CHF-CHP ÇİZGİSİ
Taktiğin ambalajı 'totaliter laiklik' olmuştur. Totaliter laiklik, 'Batılılaşma' adı altında ülkenin kaynaklarını dış dünya ile paylaşan iç sömürgecilerin dindar halka gösterdikleri bir 'kırmızı karttır' gerçekte. Öyle ki, hak için ayaklanan kesimler, sonrasında seçimlerle hükümet olan halkçı yönetimler, ya şiddetle, ya da darbelerle bastırılabilsin.
Aslolarak 200 yıllık Batılılaşma süreci, üretim güçlerinin gelişmesinin önünün alınması, devletin kıt kaynaklarının veya bu modelde şart olan dış borcun bürokratik imtiyazlı laik kesimin elinde toplanmasının adı olmuştur. Tartışma yüzeyselliğinin altında yatan ahlaki tercih de budur. Yoksa, özgün bir modelde, üretim süreçlerinin dindar halktan neşet edecek burjuvazinin ortaya çıkmasına yol açmasına engel olunmayacak, ülke çok önceden bu çelişkiden kurtulacaktı. Ama imtiyazların, dindar halkın aleyhine totaliter laik bürokrat sınıfının ve onun yanaşmalarının uhdesinde kalması tercih edildi. Bu ahlaksızlık, 'laikliğin ve rejimin korunması' adı altında kurumsallaştı ve giderek temel sorun görünmez oldu. Cumhuriyet tarihi boyunca bu iktidar kavgası, Batıcı olmaktan ötürü 'ilerici' sayılan totaliter laiklerle, Müslüman oldukları için 'gerici' sayılan dindarlar ve Kürtler arasında bir üst yapı kavgası sınırlarına hapsedilmiştir.
17-25 Aralık komplosunu II. Bab-ı Ali Baskını olarak adlandırmam bu nedenledir. Küçükömer'in, 'Türkiye'de sağ sol, sol da sağdır. Türkiye'nin solcuları gericidir. Türkiye'nin ilericileri 'sağ' cenahta yer alan geniş İslamcı halk kitleleridir' tesbitleri bu analizin üzerine oturmakta ve bana da çok anlamlı gelmektedir. Küçükömer'in bu tarihsellik içinde ortaya çıkan ve bugün adına 'kutuplaşma' denen gerilimi yaratan ikili bölünmeyi şöyle sınıflandırmıştır.
SAĞ NE SOL NE!
Küçükömer'in soru işaretiyle boş bıraktığı Sol ve Sağ cenahın dibindeki güncellemeyi ben eklemiş durumdayım. Yaşasaydı İdris Küçükömer'in bu kanıda olup olmayacağını bilemiyoruz. Ancak tarihsel gelişim ve Küçükömer'in analizi, bu tasnife çok uygun düşmekte. İtiraz edeceklere, Küçükömer'in bu kanıyı doğrulayacak şu değerlendirmelerini de hatırlamakta fayda var:
'(…) Batıcı-Laik bürokrat, Batılılaşma ile devleti kurtarmak isterken, yeterli derecede üretim araçları yaratamadığından, tarihi büyük halk cephesiyle ters düşmektedir. Böylece iki cephe arasındaki mücadele kızışınca [Daimi kutuplaşma, ME.], laik Batıcılar ile, dindar Doğucular arasında bir mücadeleye gelip dayanmaktadır. Bürokrat (sivil subay) laik, güya ilerici sayılacak, emperyalist kıskacı içinde bürokrat oyunlarıyla içine kapanan İslamcı-Doğucu kamp ise, gerici (mürteci) sayılacaktır.
İşte bu oyun, tarihi olarak kaçınılmaz üstyapı oyunu olarak devam edegelmektedir. Bu oyunu devam ettirmekle:
A) Hem bürokratlar iktidar olarak üründen önemli bir pay almakta ve,
B) Hem de emperyalizm, çağına göre değişik usullerle ülkeyi yarı sömürge haline getirmektedir. Kısaca, halk cephesinden sınıf meselelerini dikkatle ele alan bir öz çıkması önlenmektedir. Fakat değişen tarihi koşullar altında bu oyun ilanihaye devam edebilir mi? Edememenin objektif koşullarına doğru bir gidiş, artık Türk toplumunda görülmektedir. Onun içindir ki, tablonun altına soru işareti koymak istedim.'
Batılılaşma yolunda!
Küçükömer, Türk solunda çok ama çok az rastlanır bir objektiflikle konuyu değerlendiriyor. Onun beklediği çözüm ise, sivil ve askeri bürokratların bu çarpıklığın sürdürülemez olduğunu ihtimal ki görmesi ve doğal süreçlerin böylelikle işlemeye başlamasıdır. Kendisi 1987 yılında vefat etti. Ve biz biliyoruz ki, totaliter laik kamp böyle bir özeleştiriye gitmediği gibi, 1990'larda SSCB'nin dağılışı ile küreselleşmenin estirdiği özgürlük rüzgarlarına, 1993'te Özal'a darbe, 1993-1996 yılları arasındaki Kürt kırımlarıyla cevap verdi. Dindarlar ise 28 Şubat 1997'de darbeyle bir kez daha tasfiye edilmeye çalışıldı. Sanki 31 Mart Vakası ile 28 Şubat Postmodern Darbesi arasında, Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim katliamları ile 1990'lardaki Kürtlere yönelik devlet zulümlerinde bir doğrusallık vardı.
İkinci Meşrutiyet'in ilanında kendisini 'halka giderek Jön Türklere karşı mücadele etmeye' çağıran İzzet Paşa'ya şöyle diyordu Sultan II. Abdülhamid: 'Ben artık ihtiyarladım. Fakat yaşadığım müddetçe, dahili harbe sebebiyet verdiğim asla söylenemeyecektir. Türkiye artık sadece küçük bir memleket olacak. Demokrasi bir mezhep (Kutuplaşma?) [ME.] mücadelesi haline gelecek. Zannetmem ki milletim, bugünkünden daha mesut olsun.'
Ben Küçükömer'in yerinde olsaydım, Sol Yan'a Kürtleri, Milli Nizam-Milli Görüş-Refah ve Fazilet partilerini de eklerdim. Çünkü onun umduğu düzeltme, Milli Görüş'ten neşet eden AK Parti'den gelecekti.
Küreselleşme, Soğuk Savaş'ın bitişi ve enformasyon devrimi!
Nasıl ki, İttihat ve Terakki Fırkası, Bab-ı Ali Baskını ile ele geçirdikleri iktidarı halka rağmen sürdürmek için ekonomik yetersizlik ve bağımlılık içinde önce mecburen emperyalist bir savaş olan 1. Cihan Harbi'ne girmiş, Anadolu'da Ermenilerden ve Rumlardan başlayan etnik temizliğe kalkışmış ise, Tek Parti ve sonrasındaki totaliter laik iktidar da halka rağmen memleket sahipliğini sürdürmek için geriye kalan azınlıkları tasfiye etmiş, bu yağmadan kendi sermayesini yaratmış, sonrasında ise gerekli gerilimi 'irtica' ve 'bölünme' maskesiyle dindarlar ve Kürtlerle cepheleşmekten üretmiştir.
Ancak bu tarz, tıpkı bünyeye uyumlu olmayan bir böbreği vücudun reddetmesi gibi, hedef kesimlerde benimsenmeyecektir. 1990'larda, Türkiye'nin içine düştüğü tarihi kapanı kıracak ve üretim güçleri dengesinde değişim yaratacak bir gelişme oldu. Küreselleşme, Soğuk Savaş'ın bitişi ve enformasyon devrimi ile birlikte, dindar sermaye birikmeye, Anadolu Kaplanları ile dünyaya açılmaya ve artık sermaye oluşturmaya başladı. Bu durum,
A) Dindar burjuvazinin oluşması için gerekli tarihsel şartları yaratacak,
B) Dindarların dünyaya açılması ile Milli Görüş'ün içine hapsolduğu zihinsel darlığı kırmaya neden olacaktı.
AK Parti dışta ve içte bu koşullar ve bu kolonların üzerinde yükseldi. Hem ahlaki, hem de üretim gücünün korunması nedenleriyle, PKK, Kıbrıs, Ortadoğu, Ermeni meselelerinde çözüm arayışına gitti. Çünkü totaliter laik vesayet bu sorunlar üzerinden iktidarı elinde tutuyordu ve bu sorunları çözmeden ne ekonomik kalkınma, ne de sivil siyaset mümkündü. Hiçbir şey rastlantı değil. 28 Şubat Postmodern Darbesi'nin nedeni, AK Parti gibi bir siyasi açılıma neden olacak inşa halindeki dindar sermayeyi yıkmaya yönelikti. Üstelik Merhum Erbakan devlet gelirlerini optimum kullanacak bir havuz sistemi geliştirmek, sanayileşmek ve D8'i kurmak gibi asla affedilmeyecek hatalar da yapıyordu. 12 Eylül Darbesi, devletçilik ve kapalı ekonomiden (ikame) vazgeçmeyen Türkiye'yi kapitalist sisteme entegre etmek şartıyla yapılırken, 28 Şubat dindar burjuvazinin ortaya çıkmasının engellenmesi için yapılıyordu. Bu anlamda, kanımca, 12 Eylül dış, 28 Şubat ise iç seçkinlerin favori darbesiydi; ama birbirlerini kesinlikle tamamlıyorlardı. Değişimin vesayeti sürdürücü alt ve üst sınırları belirleniyordu.
IMF'YE BORÇ VEREN ÜLKE!
Ancak AK Parti'deki Erdoğan farkı, iç ve dış sömürgeciliğin ana kolonlarını bir bir hedef alınmasına yol açtı. Erdoğan Osmanlı'dan gelen ve Türkiye'yi ele geçiren tarihsel kapanı kırmaya yönelik hamleler yapmaya başladı. Partinin sağlık reformu gibi politikaları, devlet gelirlerinin iç ve dış faize değil, halka gitmesini sağlıyordu. Dilekolay, sıkı para politikası, bütçe disiplini ile 12 yılda 650 milyar dolarlık bir kaynak dış ve iç seçkinlerin cebine girmek yerine, sosyal politikalara, Doğu'nun kalkınmasına, üretim gücünü ülke ve dünya ile tamamlaşmasına yol açacak altyapı ve yol yatırımlarına gidiyordu. Yani sömürgeciler bir yandan büyük bir geliri kaybederken, bu gelir aynı anda Türkiye'nin bağımsızlaşmasına yol açacak şekilde kullanılıyordu. Ülkenin sömürülmesinin sembolü olan dış borçlar, IMF'ye borç verme durumuna gelecek şekilde darbe yemiş, ithalat rejimi ihracat lehine yön değiştirmişti.
Ve tabii ki Çözüm Süreci ile Türkiye boyunduruklarından kurtulmanın en esaslı adımını atıyor, silahlanmaya giden büyük miktar da Çözüm Süreci ve milli silah sanayii yatırımları ile Batı aleyhine ivmeye teslim oluyordu.
İşte 7 Şubat MİT ve 17-25 Aralık darbelerini bu tarihsel okuma üzerinden yapmadan, gündelik siyasi gelişmelerle bugünü değerlendirmek mümkün değil. CHP'nin Gülen Üst kesitiyle ittifak yapmasını, bu Erdoğan karşıtı ittifakta CHP'den BBP ve Saadet Partisi'ne, faşistlerden ulusalcılara, 'liberallerden' (bürokrat seçkin aydınlar) solculara geniş bir cenahın yer almasını garipsemek biraz saflık olurdu. Bunlar Türkiye'nin sağ kesiminde yer alan veya devşirilen gerici güçlerdir. Tek bir gücün değişik yüzleridir. Laiklik ve cemaat şemsiyesi ise, bu oyunu perdelemeye yarayan bir maskedir. Hasılı bu uzatılmış 100 yıllık bir yavaş darbenin son safhasıdır. Mantık olarak Bab-ı Ali baskınından bir farkı yoktur. 30 Mart'ta bu tarihin tekerrür edip etmeyeceğini göreceğiz.
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZ12 Mayıs, Bahçeli, mecburiyetler 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKYolsuzluklar, barış ve biz 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
9.05.2019
2.05.2019
24.04.2019
21.04.2019
18.04.2019
16.04.2019
13.04.2019
10.04.2019
3.02.2019
28.03.2019