Markar ESAYAN

Anlamın kaybı...
2.11.2014
1769

 Geçen hafta Aydınlanma ilerlemeciliğin din olgusuna bakış açılarından bahsetmiştim. Aydınlanma'nın parlak çocukları rasyonalizm, amprizm, mekanistik ve evrimci yaklaşıma göre, dinler aslında dünyayı ve sosyal yaşamı tanzim etme ihtiyacından doğan bir yönetim şemasıydı. Aydınlanma bu şemayı Allah merkezli değil, insan ve 'A'kıl merkezli olarak yeniden kurduğunda Allah inancı ve dinler ortadan kalkacaktı. Çünkü insanlar dinlerin sadece ve yalnız bir iktidar kullanma aracı olduğunu görecekler, 'dine de Allah'a da ihtiyaç yok' diyeceklerdi.

Bu kısıtlı yazı alanında çok büyük iddialara girişecek olmadığımı, din ve Allah olgusu üzerinde inançlıların değil, inançlı olmayanların yaklaşım biçimlerinden birkaçı üzerinde duracağımı ifade etmiştim.

Allah inancının da dinlerin de ortadan kalkmadığı gibi, yakın zamanda kalkmasına dair bir emare görünmediğini ifade etmiştim. Bu ilk tez çöktüğüne göre, dürüst ve ilkeli bir rasyonelin şu soruyu sorması gerekirdi: 'Eğer din ve iman bir türlü yok olmuyorsa, insanda bu varlıksal bir olgu mudur? Leszek Kolakowski'nin cümleleriyle 'Sair tatminlerle susmayan, ikame kabul etmeyen ve onlarda erimeyen dini ihtiyaç diye müstakil bir keyfiyet mevcut mudur?'

Eğer inanmanın varlıksal bir ihtiyaç olduğunu kabul edersek şu basit soruyu da sormamız gerekirdi: Bunun nedeni nedir?

Nietzsche ve Sartre, insanın aklıyla kendisini tüm gelenek ve normlardan soyutlayabileceğine, bir tür histeri krizi ile özgürleşebileceğine ve anlamını kendi başına yaratabileceğine inanıyorlardı. Bunu yapan insan o güne kadar kendisinin değil, din kurumu, gelenek ve ahlakın yarattığı değerleri, yeniden değerlemeye tabi tutacak ve tutsaklıktan kurtulacaktı.

Ama bu tez insana ruhsal yenileniş yolu açmadığı gibi, insanlığı daha derin bir karanlığa gömdü. Kolakowski şöyle tanımlıyor bu durumu: 'İnsan her tür anlamın bila kayd u şart yaratıcısı olduğuna iman etti mi, hiçbir şey yaratması icap etmediğine de iman etmiş olur. Ancak, bu tür bir inanıştan, ciddi ve samimi olması değil, kişiyi panik içinde, bir hiçlik ve anlamsızlıktan bir diğerine atması beklenir. Mana katında tamamen azade ve geleneğin her tür tazyikinden beri olmak, kişinin boşlukta olması ve basit anlamıyla çözülmeye uğraması demektir.'

Peki neden böyle insan? Kendisini (A)kıl ve bedene indirgediğinde neden ayakta kalamıyor? Sanki yaratılışının bir öğesiymiş gibi duran inanç dünya şartlarının zorluklarından kaynaklanıyor olabilir mi? Doğa karşısında dehşete düşülen o ilk günlerde anlaşılabilir bir arayış olurdu bu. Peki, birbirinden bağımsız şekilde tarih sahnesine çıkan otokton halkların istisnasız hepsinin de şu veya bu şekilde, ama mutlaka bir yaratıcı ve kutsala iman etmiş olmalarını, sadece aynı anda çok korkmuş olmalarına bağlayabilir miyiz?

Herhalde sonraki hayat için piramitler yaptıran, kendisiyle birlikte tüm mahiyetinin gömülmesini emreden, orada lazım olur diye hazineler depolayan firavunların, dini sadece bir iktidar tekniği olarak kabul ettiklerini iddia etmeyeceğiz. Sadece korkarak bir inanca sığınanların gittikçe hayvanlaşması beklenirdi ve din sadece bu dürtüden üremişse, korkuyu aşan insan hareketlerinin nedenini anlamak da güçleşirdi.

Hayvanlar da korkarlar ama bir Allah'a yönelemezler, kaçarlar ya da döğüşürler. Demek ki, Allah-İnsan ilişkisinin bir 'rasyonel' boyutu vardır ve belli ki bu rasyonellik modern bağlamda değildir. Belli ki insanlar (a)kıllarıyla muvazeneli bir şekilde, gerçeği Aydınlanma'nın büyük (A)klından daha kapsamlı kavramanın yollarına sahiptiler. Burada Kant'ın 'duyusal akıl' kavramı geliyor akla.

Hasılı, 'bir insan bir dava yaratıyor ve 'Allah bizimledir' diyorsa, herhalde Allah'ı tanıyor ve kabul ediyordur. Yani davası bir Allah yaratıyor değildir' diyor Kolakowski. Doğa karşısında korku, hayatın riskleri bir Allah fikrini ortaya çıkardıysa, yani dinler önce hayatta kalma, sonra da dünyada iktidar kurma tekniği ise, herhalde hayatını evrensel adalet veya başkaları için gözden çıkaran sayısız insan için geçerli değildir bu durum. 'Bir korkuyu yenmek için bir teknik geliştirdik, onu iktidar kullanma şemasına yükselttik, sonra o teknik adına en büyük korkumuza, ölüme korkusuzca gittik..', pek de 'mantıklı' durmuyor sanki.

Nietzsche ve Sartre, insanın metafizik boyutunu reddederek, onu kendisinde başlayıp kendisinde biten bir labirente indirgediklerinde, bunun başarılı olmasının en önemli gereğini yapma gücüne sahip değildiler: Ölüm gerçeğini alt etmek...

Ölüme çare bulmaları beklenemezdi, lakin ölüme dair «o gelir ve biz gideriz, konu kapanır» dışında hiçbir anlamlı açılım yap(a)madılar. Bu insanın tüm anlamını yitirmesine yol açtı ve modern insan çıpasız kaldı. İnsanın çıpasız neden ayakta kalamadığını hakkıyla incelemediler, gösterişli tezlerinin, o alana girerlerse çürüyeceğini fark ettiler. (A)klın cennet yerine soykırımları yarattığını görünce de ölümü yardıma çağırdılar. Bir nesil aydın, çareyi bir başka metafizik olgu olan ölüme koşmakta buldu, iki dünya savaş sırasında bir entelektüel kıyımı yaşandı. Nietzsche bu paradoksu daha erken fark ettiği için aklını devreden çıkardı ve delirmeyi seçti. Veya bünyesi varlığını tek başına sırtlamaya ancak o kadar dayanabildi...

Oysa delirme de, böyle bir dünya karşısında gerçekötesine bir başvuruydu.

Haftaya kutsal kavramına geçmeyi planlıyorum. Tabii ki sağ kalırsak. İyi pazarlar.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar