Mümtazer TÜRKÖNE

Mümtazer TÜRKÖNE
Mümtazer TÜRKÖNE
Tüm Yazıları
Türkiye'de doğurganlığın teşviki ve gerçekler: Çocuk sahibi olmamak bir tercih mi, yoksa mecburiyet mi?
12.05.2025
151
Tüm dünyada doğum oranları düşüyor. Ancak Türkiye’deki düşüş çok daha büyük. Örneğin Türkiye son 40 yılda doğurganlıkta yaklaşık 3 çocuk kaybetmiş; Amerika ise sadece 0.2. Aile Bakanlığı bu yılı ‘Aile Yılı’ ilan etti, çocuk sahibi olmayı teşvik amacıyla bir destek paketi açıkladı. Ancak sosyal devlet politikaları, eğitim-sağlık-barınma haklarının ve imkanlarının seviyesi ve daha da önemlisi güven veren ve güven duyulan kurumlar, kurallar olmadan çocuk sahibi olmak, ideal değil, mecburiyet olur

Nüfus büyüklüğü, nüfusun demografik kümelere göre dağılımı gibi nüfusa dair konular bir yanıyla ekonominin, bir başka yanıyla da siyasetin konusu oldu hep. Ekonomik sistemden ve teorilerinden bakıldığında nüfusun büyüklüğü ve demografik dağılımları ülkenin kaynaklarının tüketimi ve dağılımının da konusu, ortak toplu üretim kapasitesinin, üretim büyüklüğünün de. Nüfus kaynak üretendir de tüketendir de. O nedenle yalnızca ekonomi meselesi değil, kaynakların kullanım ve dağıtım politikalarını doğrudan ilgilendirdiği için genel siyasi alanın önemli bir başlığı elbette. Üretim ve verimlilik meseleleri kadar gelir dağılımı adaletinden yoksullukla mücadele politikalarına, beslenme, barınma ve sağlık politikalarından eğitim politikalarına hayatın tüm alanlarına değen sosyal devlet meselesinin en önemli unsurlarından birisi nüfus.

Son aylarda bir kez daha ülke nüfusuna dair tartışma alevlendi. Radikal biçimde düşen doğum oranları gündeme geldi ve Aile Bakanlığı 'Aile Yılı' ilan edilen bu yılda çocuk sahibi olmayı teşvik etmek amacıyla bir destek paketi ilan etti. Artık birinci çocuk için tek seferlik 5.000 TL, ikinci çocuk için çocuk 5 yaşını tamamlayana kadar (altmışıncı ay dâhil) aylık 1.500 TL, üçüncü ve üzeri çocuklar için çocuk 5 yaşını tamamlayana kadar (altmışıncı ay dâhil) aylık 5.000 TL tutarında düzenli doğum yardımı yapılacak. Bu yardımların ailelere kriter gözetilmeksizin verileceği, herhangi bir şartın aranmayacağı ilan edildi.

Bu konuya girme nedenim şu oldu. Bu hafta önemli bir zat ile sohbet ederken, Türkiye’nin çok ciddi risklerle karşı karşıya olduğundan bahsetti. Ülkenin bekası için en önemli riskler olarak saydığı dört riskten birisi doğum oranlarındaki düşüklüktü. Ben ise siyasi ve kültürel kutuplaşmanın, keyfiliğin, merkeziliğin esas olduğu yönetim biçiminin, otoriterleşmenin, hukukun üstünlüğüne olan inancın geriliyor olmasının, lümpenleşme ve gündelik hayatta artan şiddet meselesi gibi çok daha fazla başlık altında asıl beka meselesi ürettiğini düşündüğüm meseleleri sıraladım. Dostum ise doğurganlık meselesinin tüm bunlardan önemli olduğunda ısrar etti. Sonra kendime sordum, bir toplumun geleceği, yalnızca nüfus sayısıyla, doğum oranlarıyla ve hatta ekonomik büyüklüğe dair verilerle şekillenebilir mi? Ülkenin geleceğini asıl belirleyen, insanların ortak yaşama iradelerinin güçlenmesi, yasta ve neşede ortak duyguların yoğunlaşması, ortak geleceğe inançları ve güvenleri değil mi? Asıl geleceğimizi belirleyecek olan tek tek her bir yurttaşın umutlarının, tercihlerinin ve yaşanılamayan ve hep ertelenen hayallerinin büyüklüğü, çeşitliliği, kapsayıcılığı, güçlülüğü değil mi? Hatta asıl geleceği belirleyecek unsur ortak bir hayalimizin, ütopyamızın olması ya da olmaması değil mi?

Bugüne nereden geldik?

Türkiye’de doğurganlık oranı 1960’ta kadın başına 6.4 çocukken, 2023’te 1.51’e geriledi. OECD ortalaması da aynı: 1.5. Ama burada asıl soruyu sormak gerekir: Biz nereden geldik, hangi oranlardan nereye düştük?

1980’de Türkiye’de ortalama çocuk sayısı 4.36 idi. Aynı yıl örneğin ABD’de bu oran yalnızca 1.84’tü. Bugün Türkiye 1.63’le ABD’nin bile altına inmiş durumda. Yani yalnızca bugünün fotoğrafı değil, geçmişle kıyaslandığında tablo daha da çarpıcı hale geliyor. Türkiye, son 40 yılda doğurganlıkta 3 çocuk kaybetmiş; Amerika ise sadece 0.2.

Toplam doğurganlık hızı, 15-49 yaş grubu olan bir kadının üreme ömrünün sonuna kadar hayatta kaldığı ve belirli bir yaşa özel doğurganlık hızına göre çocuk sahibi olduğu varsayımı altında yaşayacağı ortalama canlı doğum sayısını ifade ediyor. Toplam doğurganlık hızı 2001’de 2.38 iken bu oran 2023’te 1.51 çocuk olmuş. Bu, bir kadının 2023’te üreme hayatı boyunca yaklaşık 1.51 canlı doğum yaptığı anlamına geliyor. Bu durum, doğurganlığın nüfusun ikame düzeyi olan 2.10’un altında kaldığını gösteriyor.

2022’de AB üyesi 27 ülke arasında, toplam doğurganlık hızının en yüksek olduğu ülke 1.79 çocuk ile Fransa ve toplam doğurganlık hızının en düşük olduğu ülke ise 1.08 çocuk ile Malta olmuş. Türkiye ise 2022’de 1.63 çocuk ile AB üyesi ülkeler arasında 5’inciymiş.

Türkiye’ye dair bir başka veri TÜİK’ten, doğum yapan annelerin yaş ortalaması 2001’de 26.7 iken 2023’te 29.2 olmuş. Anne olma yaşı büyümeye devam etmiş diyebiliriz kısaca.

Son 40-50 yılda ülkenin yaşadığı değişim ve dönüşüm yalnızca nüfusla ilgili de değil. Türkiye gecikmiş bir modernleşme yaşadı ve hala da süreç devam ediyor. Ekonomik kalkınma ve toplumsal dönüşüm yolculuğu “muasır medeniyete ulaşmak” diye kodlanacak bir ortak ülküye dönüşmüş olsa da asıl yaygın ve köklü değişim 1960’lı yıllardan itibaren özellikle de son 40 yılda daha da hızlı ve yaygın yaşanmış.

Sanayi toplumunun kentli gündelik hayat ritmi yaygınlaştıkça, kentler, mekanlar, konutlar değişirken, aile başta sosyal ilişkiler, kültürel pratikler de değişmiş. Özellikle aile, akraba, hemşehrilik, dayanışma gibi alanlarda değişim ve asıl olarak da kadınların ve kadına dair alanlardaki değişim etkili sonuçlar doğurmuş.

Kadınların toplumsal rollerinden ekonomik güvencelere, gelecek beklentilerinden aile tanımına kadar çok katmanlı bir değişim yaşanan.

Öte yandan da yaşanan modernleşme ya da değişim gecikmenin telaşıyla bazen yüzeysel ve lümpen, kutuplaşmanın etkisiyle ortak iyi, doğru, güzel normları zayıf ve savruk, ortak ufuksuzluk nedeniyle parçalı ve hatta çatışmacı.

O nedenle doğurganlık oranlarında OECD ortalamasında olmak tek başına bir gösterge değil; bu kadar hızlı bir düşüş, özel ve yoğun bir anlam taşıyor. O yüzden sadece sayılarla konuşursak meseleyi ıskalarız. Çünkü bu düşüş, değerlerin, beklentilerin ve toplumsal ruh halinin değiştiğine işaret ediyor. Kısacası mesele, “Biz de dünyadaki genel eğilime paralel yaşıyoruz” rahatlığına sığmaz. Mesele, bu kadar hızlı değişimin altında kalıp kalmayacağımız aslında. Hatta yalnızca doğurganlık ve nüfus meselesinde değil, hemen tüm meselelerimizde bu hızlı, savruk, parçalı değişimin sonuçlarını ve ürettiği yeni meseleleri yönetip yönetemeyeceğimizdir.

Dünyayla benzer ama aynı zamanda kendine özgü toplumsal eğilimler

OECD’nin 2024 raporuna göre doğurganlıktaki düşüşün ardında dört temel neden yatıyor: (1) Kadınların ilk doğum yaşının artması, artık doğurma ortalama yaşının 31’e yükselmesi çocuk sayısını doğal olarak düşürüyor. (2) Artan ekonomik belirsizlikler nedeniyle, yüksek konut fiyatları, işsizlik ve güvencesizlik gibi meseleler gençlerin aile kurma kararlarını erteliyor. (3) Toplumsal normlarda dönüşüm nedeniyle evlilik ve çocuk artık "zorunlu yaşam aşamaları" olmaktan çıkmış durumda. (4) Devlet desteğinin yetersizliği, bakım hizmetlerinin azlığı, esnek çalışma imkânlarının sınırlılığı ve sosyal politikaların zayıflığı ebeveynliği zorlaştırıyor.

OECD raporundaki bu dört tespit Türkiye için de geçerli. Öte yandan bize özgü bir fark daha öne çıkıyor, örneğin çalışma saatlerinin uzunluğu.

Türkiye, OECD ülkeleri arasında haftalık ortalama çalışma süresi en yüksek ülkelerden biri. 2022 verilerine göre Türkiye’de çalışanlar haftada ortalama 44.6 saat çalışırken, bu süre Almanya’da 34.5 saat, Fransa’da 36.1 saat civarında. Bu fark, sadece boş zaman eksikliği değil; yaşamın nefes alınamaz hale gelmesi anlamına geliyor. Uzayan mesailer, eve yorgun dönülen akşamlar, çocuk bakımına ve duygusal bağ kurmaya ayrılan zamanın daralması… Tüm bunlar, çocuk sahibi olma kararını doğrudan etkiliyor. İnsanlar çocuk yapmaya değil, dinlenmeye vakit bulamıyor.

Veri Enstitüsü’nün Türkiye’nin Değişen Yüzü araştırmamız gösteriyor ki geleceğe dair umutlu olmakla en güçlü ilişkili değişken ne eğitim düzeyi ne yaş grubu; en belirleyici olan şey ev sahipliği. Çünkü insan ancak kök salabildiği bir yer varsa, yarınlara dair plan kurabiliyor. Bu memleketin insanı için geleceğe dair en büyük savunma hattı başının üzerinde kendi sahip olduğu bir çatısının olması. Yeni kuşaklar da ülkenin gelinen ekonomik koşullarına bakarak bir konut sahibi olma hayallerinden giderek uzaklaşıyorlar. Gelecek tahayyülü bile kısalıyor. Bu köşede sıkça değindiğim gibi geleceğe dair beklentilerdeki karamsarlık yoğunlaşıyor.

Türkiye’nin Değişen Yüzü araştırmasının en önemli bulgusu toplumun dörtte üçünün kaygıda ve gelecek endişesinde ortaklaşmış olmasıydı.

Bu umutsuzluk, özellikle de gençlerdeki umutsuzluk ve karamsarlık çocuk sahibi olma kararına da açıkça yansıyor. Türkiye toplumunun genelinde her üç kişiden biri “Bu ülkede çocuk yetiştirilmez” yargısını yanlış bulurken, metropolün karamsar gençlerinde bu oran sadece yüzde 21. Yani bu gençler için çocuk büyütmek, sadece maddi bir yük değil, aynı zamanda duygusal bir kırılganlıkla baş başa kalmak demek.

Benzer biçimde, “İnsanlar ekonomik durumları uygun değilse çocuk yapmamalıdır” yargısını Türkiye genelinde reddedenlerin oranı yüzde 25 iken, metropolün karamsar gençlerinde bu oran yüzde 15’e düşüyor. Bu gençler, çocuk yapmayı bir umut ifadesi değil, bir belirsizlik riski olarak görüyor.

Tam da bu toplumsal psikoloji nedeniyle ülkenin nüfusu ve demografisi siyasetin ürettiği bu umutsuzluk ortamı nedeniyle doğal ve küresel eğilimlerin de ötesinde değişiyor. Ülkenin siyasi, toplumsal ve ekonomik koşulları nedeniyle sanayi toplumu olabilme sürecinin dinamikleri ve ürettiği sonuçlar, meselelerden daha hızlı ve daha yoğun değişimler ve dönüşümler gerçekleşiyor.

Ve bu noktada özellikle kadınların yaşadığı çifte yükü görmek gerekiyor. Kadının hem ekonomik üretime katılması bekleniyor hem de evin bütün bakım yükünü üstlenmesi. Eşit olmayan ev içi sorumluluk dağılımı, çocuk sahibi olma kararını doğrudan etkiliyor. Kadınlar, “annelik” ile “özgür birey” kimlikleri arasında sıkışıyor. Toplumsal beklentilerle şekillenen bu ikili baskı, kadınların çocuk yapma konusundaki kararlarını özgür bir tercih olmaktan çıkarıyor. Yani çocuk sahibi olmamak, bazen bir özgürlük mücadelesi, bazen bir korunma refleksi, çoğu zaman da yalnızca hayatta kalma stratejisine dönüşüyor.

O yüzden sormamız gereken soru şu: “Neden çocuk yapmıyorlar?” değil, “Bu insanlar nasıl bir hayat yaşıyor, nasıl bir dünyaya çocuk getirmekten çekiniyorlar?”

Ve belki de en önemlisi şu: Doğurganlık oranlarını yükseltmek için verilen mesajlar değil, sunulan yaşam koşulları belirleyici. Sosyal devlet politikaları, eğitim-sağlık-barınma haklarının ve imkanlarının seviyesi ve daha da önemlisi onurlu yaşam koşullarının varlığı, güven veren bir gelecek, güven veren ve güven duyulan kurumlar, kurallar… Bunlar olmadan çocuk sahibi olmak, ideal değil, mecburiyet olur ve mecburiyetin olduğu yerde umut yeşermez.

Doğru, evlilik yaşı büyüyor, çocuk sahibi olma yaşı büyüyor, doğurganlık düşüyor, çocuk sayısı azalıyor.

Ama asıl mesele, umudun da azalması. 


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen'den alınmıştır.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar