Sezin ÖNEY
Bir medya klasiği olarak, Türkiye’yi ilgilendiren bazı hayati haberler çoğu kez, yurtdışındaki kaynaklarda yer aldıktan sonra gündemimizin tepesinde kendine yer bulabiliyor. Türkiye’nin bir “mülteci kriziyle” karşı karşıya olabileceği tartışması da, dünya basınında konu olunca manşetlere çıktı. Suriyeli savaş mağdurlarının dertlerini ve Türkiye’nin kendi içindeki sığınmacıların sorunlarını idare etmekte yaşadığı güçlükleri, neden ancak ‘dış kaynaklar’ gündeme getirince ciddiye alıyoruz? Neredeyse her ciddi meselenin iç siyasete malzeme edilip politik kutuplaşmalar tarafından yozlaştırmasına ve ucuzlaştırılmasına kurban edilerek güme gitmesi mi sorun? Büyük medya kuruluşlarının, kendilerine kurduğu bir ilgisizlik ve otosansür tuzağı mı?
Reyhanlı’daki saldırılar sonrası, “savaşa sınır halkımız” ile, Suriyeli “misafirlerimiz” arasında bir süredir ciddi gerginlikler yaşandığı ilk kez bu denli geniş çapta gündeme geldi. Suriye’deki savaşın nasıl bir mülteci krizine neden olduğunu zamanında ve açıkça tartışıyor olsaydık, belki, işin Türkiye boyutunda neler olup bittiğinin de farkında olabilirdik. Belki, o zaman, sadece Reyhanlı’da değil, Suriye sınırına yakın birçok yerde yaşanmakta olan tansiyonu düşürmek için gerekli tedbirler alınabilirdi. Reyhanlı’daki patlamalar sonrası, Suriyelilere karşı gerçekleştirildiği iddia edilen saldırılar da, belki önlenebilirdi.
Aslında, Reyhanlı halkı ve oradaki Suriyeliler arasında, patlamalar sonrası yaşanan gerginlik de değil, ABD’nin önde gelen gazetelerinden birinde yayınlanan bir haber, Türkiye’de medyanın ‘mülteci krizi’ konusuna geniş yer ayırmasına neden oldu. Geçtiğimiz günlerde, Washington Post gazetesinde yayınlanan bir makale, “Türkiye’nin bir mülteci kriziyle” karşı karşıya olduğunu öne sürmeseydi, meselenin adı konacak, Reyhanlı’da yaşananların ötesinde, bölge genelinde, idaresinde güçlükler yaşanan bir mülteci meselesi ile karşı karşıya olduğumuz gündeme gelecek miydi?
Kevin Sullivan’ın, Yayladağı’ndan “bildirdiği” bu haber, Türkiye’de basında, şu ifadelerle yer aldı: “Washington Post, Türkiye’nin son dönemde ‘dünyada yaşanan en büyük mülteci krizlerinden biri ile karşı karşıya bulunduğu’ saptamasıyla girdiği Yayladağı mahreçli haberinde, Türk hükümetinin uzunca bir süre Ankara’nın mülteci sorununu ‘tek başına yönetebileceği ve finanse edebileceğinde ısrar ettiğini ancak ‘maliyetin 1.5 milyar dolara çıkarken ve haihazırda 400 bine yükselen mülteci sayısının yıl sonuna kadar 1 milyona ulaşması beklenirken, baskıların arttığı’ yorumunu yaptı”.
Kapalı kapılar ardında tartışma
17 Mayıs’ta, Birleşmiş Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), bir açıklama yaparak, çevre ülkelerdeki kayıtlı mülteci sayısının 1,5 milyon kişiyi aştığını resmen duyurdu.
Gene, UNHCR’a göre, bu sayı, gerçekleri yansıtmaktan uzak, çünkü birçok mülteci kayıt altında değil.
Suriyeli ilk sığınmacıların Türkiye’ye geldiği 2011’den bu yana, Türkiye genelindeki düşünce kuruluşları ve Ankara’daki devlet kurumları aslında, sessiz sedasız tam da bu soruyu tartışıyor; “Bir mülteci kriziyle karşı karşıya mıyız?”. 2012’de, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların kaldığı 20 kadar kampın, devlet nezdindeki sorumlusu Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) gerçekleştirdiği bir toplantıda, Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’a bu soru yönetildiğinde, yanıt, “Öyle bir endişemiz yok, olağanüstü bir beklentimiz yok” olmuştu..
Atalay, şunları söylemişti: “Toplantının ardından gazetecilere açıklama yapan Atalay, bugün hem Dışişleri Bakanlığı'mızın hem MİT'in hem de Suriye'nin Halep Başkonsolosu'nun Suriye'den daha fazla kişinin gelebileceği yönünde bir görüşü bulunduğunu belirterek, "Biz belki (...) bazı çadır kentleri kurma yönünde bir karar aldık. İnşallah ihtiyaç olmaz, Suriye’deki sorun çözülür, Suriye iç barışına kavuşur ama biz yine de tedbirli olmak durumundayız. Çünkü gelen vatandaşların burada gelip hazırlıksız, perişan bir vaziyette olmaları bizi üzer. Türkiye olarak biz o görüntüleri vermekte istemeyiz”.
Bakan Atalay’ın, 2012 yazında bu sözleri söylediği toplantı, bir “acil durum” toplantısıydı.
“Bir mülteci krizi söz konusu olur mu?”, sorusuna devlet, daha o zaman bir yanıt arıyordu.
Oysa, bir krizin kapıyı çaldığı, daha 2011’de ilk sığınmacılarla karşılaştığımız ilk günlerden beri, Suriye’den gelen savaş mağdurlarına ne diyeceğimizi bir türlü bilemememizden de belliydi.
Bu dizi-yazı boyunca, ben “mülteci-sığınmacı” terimlerini, bilinçli olarak, dönüşümlü kullandım. Oysa bana göre, Suriye’den gelenler, ne tam olarak mülteci, ne de tam olarak sığınmacı konumundalar . Çünkü, Suriyeli mağdurlar, açık sınırlardan, çoğu kez herhangi bir resmi makamla da karşılaşmadan Türkiye’ye giriş yapıyor. Bunun yanısıra, savaşın farklı bir “mağdur” kategorisinin, yani bilfiil savaşta silahlı taraflar olarak yer alanların da, sınırlardan sürekli giriş çıkış yaptığını da biliyoruz. Sivil-silahlı, izinli-izinsiz insanlardan oluşan çok karmaşık bir tablo var ortada. Ancak, resmi ağızlara göre, Suriye’den gelenler “misafirlerimiz”. Devletin en tepesinden başlayarak, bürokratlar genelinde hep bu sözcükle anılıyor, aslında “mülteci” veya “sığınmacı” olarak adlandırılması gereken kişiler. Veya tam resmi jargonu, yani devletin iç yazışmalarından ve son dönemde oluşturulan mevzuaattan alıntılarsak; “Türkiye’ye Toplu Sığınma Amacıyla Gelen Suriye Arap Cumhuriyeti Vatandaşları ve Suriye Arap Cumhuriyetinde İkamet Eden Vatansız Kişiler” deniyor kendilerine.
Nisan’da Taraf’ta yayınlanan bir yazımda şöyle demiştim;
“Türkiye, Suriye’deki çatışma mağdurları için ülke içinde oluşturulan mülteci kampları ve sınır ötesinde insani yardım yapan bazı yerli kuruluşları desteklemek için, kendi bütçesinden en az 1,5 milyar dolar harcadı.
Bu rakama, tonlarca buğday vesaire gibi bazı kalemler de dâhil değil; yani toplam tutarı, devlet içinde sayılı kişi biliyor.
Türkiye, sadece Suriye’de yaşanan trajedi nedeniyle değil, tarihi boyunca mülteciler konusuna son derece aşina olmuşken, bu konuyla ilgilenen bürokratik birimler ve hatta yasal çerçeveyeyse son bir-iki yıldır kavuşuyor.
Birleşmiş Milletler’in mültecilere yönelik Cenevre Sözleşmesi, 1951’de imzalandı, 1961’de de, Türkiye, bu anlaşmaya taraf oldu. Ancak Sözleşme, hazırlandığı şekliyle, sadece 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sının gerçeklerini gözetiyordu. Buna göre, sadece 1951’den önce ülkesini terk etmek zorunda kalan ve Avrupa coğrafyasından gelen kişiler, “mülteci” konumundaydı. Zaman ve coğrafya kısıtlaması 1967’de, ek protokollerle kaldırıldı. Günümüzdeyse, sadece Madagaskar, Kongo, Monako ve Türkiye, bu ek protokolleri gözardı edip, sadece “Avrupa’dan gelenlere”, yasal olarak “mülteci” sıfatını veriyor. Bu nedenle de, Türkiye’deki resmî söyleme göre, sadece 40 kadar mülteci var.
İyi niyetli bir bakışla; bu sene, bazı yasal ve idari dönüm noktaları yaşandı; göç ve mülteciler konularıyla ilgilenen sivil toplum örgütlerinin büyük umutlar ve son derece somut bir destekle, büyük emeklerle hazırlanmasına müdahil olduğu “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” (YUKK), 4 nisanda kabul edildi. 11 nisandan beri de, “Göç İdaresi Genel Müdürlüğü” (GİGM) adlı birim, bu konulardaki kilit politika oluşturma ve uygulamayı yönetme birimi hâline geldi.
Ne var ki, YUKK ile bile, mültecilerin “adı konmuş” değil. Mültecilere verilen statü hâlâ, “geçici koruma”; yani Suriye’den gelenlere, yasal olarak “mülteci” denmeyerek, hukuki sorumluluktan aslında kaçınılıyor.
Hükümetin, mültecilere “cana yakın” bir tonlamayla, “misafir” olarak hitap etmesi, “misafirperverliği ile ünlü” olduğunu düşünen bir kamuoyuna sahip Türkiye’de kulakları okşayabilir.
Fakat “misafirin” yasal tanımlamasının, “geçici koruma rejimi kapsamındakiler” olması, onları hukukun koruması dışında bırakıyor.
Bu da, “Türkiye’nin iyi kalbinden” ne denli dem vurulursa vurulsun, “keyfî muameleye” de zemin hazırlıyor.
Dahası, adı konmamış bu mülteciler, devlet dışında kimsenin görmediği bilmediği bir Bakanlar Kurulu yönetmeliğine İçişleri Bakanlığı Yönergesine tabi.
Sivil toplum örgütlerinin ifadesine göre, Türkiye’deki Suriyeliler ve barındıkları mekânlar, İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı, kamuoyu, tüm sivil toplum ve hatta yasama organından gizlenen bir “gizli yönergeye” bağımlı. 30 Mart 2012 tarih, 62 sayılı “Türkiye’ye Toplu Sığınma Amacıyla Gelen Suriye Arap Cumhuriyeti Vatandaşlarının ve Suriye Arap Cumhuriyetinde İkamet Eden Vatansız Kişilerin Kabulüne ve Barındırılmasına İlişkin Yönerge”nin bir hayalet gibi adı var; kendisine ulaşabilen bir tek tanrı kulu yok”.
Bugün, hala bu yönergenin içeriğini kamuoyu bilmiyor. Gizli yönergeye ulaşmaya çalışan milletvekillerine bile verilen resmi yanıt, konunun sadece çevresinden dolaşır; yani yönergenin varlığını teyit edip, içeriğini gizler bir tavır içindeyken, belki de bu duruma şaşmamak lazım
Oysa, kamuoyu tepkisinin ve medyanın gücünün yarattığı değişim ivmesinden bazen son derece güçlü.
Reyhanlı’daki patlama sonrası, Reyhanlı Sulh Ceza Mahkemesi’nin getirdiği yayın yasağına gösterilen yaygın tepki, bu yasağın birkaç günlük ömrü olmasına neden olmuştu.
Hatta, RTÜK Başkanı Prof. Dr. Davut Dursun da, “Hatay’ın Reyhanlı ilçesindeki patlamalarla ilgili olarak getirilen yayın yasağı ile ilgili RTÜK’ün bir ilgisi olmadığını” belirtmişti. Dursun, “Yayın yasağı getirilmesi tamamen mahkemenin verdiği bir karar. Biz de o kararı yayıncılara duyurduk” diyerek, kurumunun “yasakta” bir rolü olmadığının altını çizmişti.
Sorun devlet mi, siyasi kutuplaşmalar mı, medya mı?
Mülteci krizinin bu kadar geç teşhis edilmesinin (ki o da edilebildiyse) sebebi ve nasıl çözümlenebileceğinin, bugün hala kamuoyunda şeffaf, objektif ve çok boyutlu bir şekilde tartışılamamasına neden olan nedir?
Hükümetin Suriye politikasını destekleyenler, bu yazıyı bir AKP eleştirisi gibi okuyabilir, bu sorumu da, bir “saldırı” gibi algılayabilir. Ne var ki, kastım hiç ama hiç bir şekilde bu değil. Ne Türkiye, ne başka bir ülkenin, AKP veya diğer partilerin Suriye politikasını hiçbir biçimde konu etmiyorum veya taraflı bir bakışla, “arka plandan” kendi görüşlerimi savunmak için, “mülteci krizi” konusunu gündeme getirmiyorum.
Tersine, alabildiğince yansız olmaya çalışarak, var olan bir insani krizi, insanlık krizini nasıl çözümleyebileceğimizi tartışmaya açmaya çalışıyorum.
Yıllarca, PKK’lılarla ilgili haberleri, yani PKK’lıların yüzlerini, insan olarak varlıklarını gösteren haberleri, Türkiye dışından medya kuruluşları yaptı. Türkiye ile ilgili, dış basında yer alan en ufak bir haber, hemen sayfa manşetlerine taşınırken, bu gibi haberler ya göz ardı edildi ya da “dış mihrakların oyunu” olarak karalandı. Şimdi, Hasan Cemal zahmet etmese, bir yazar olarak köşesinde oturup uzaktan yorum yapacağına, elini taşın altına sokmasa, Türkiye için tarihi bir dönemeci izleyemiyor olacaktık.
Bugün de, Hasan Cemal’in oluşturduğu istisnai örnekler dışında, bir çok önemli gündem maddesini, hak ettiği biçimde takip edemiyoruz kamuoyu olarak. Gene, Amberin Zaman’ın Taraf’ta, Reyhanlı’dan aktardığı haberler, imkan sağlanır da yapılmasına izin verilir ve titizlikle gerçekleştirilirse, muhabirliğin ne denli önemli bir iş olabildiğini gözler önüne seren, heyecan verici çalışmalardı.
Eksik bilginin sonu
Reyhanlı’da, haftasonu gerçekleşen gösteri, olduğu an ve günde televizyonlarda haberlere yansıyarak ana gündem maddesi haline gelmedi. CNN International’ın olay yerinde bulunan duayen muhabirlerinden ve önemli ekran yüzlerinden Nic Robertson ise kanalına, Reyhanlı’da Cumartesi günü gerçekleşen gösteriyle ilgili, Türkiye’deki büyük yayın kuruluşlarından çok daha kapsamlı bilgi aktardı.
Türkiye’de ise, olaylar medyaya geniş çaplı yansımamış olsa da, yani diğer bir deyişle, ortada somut bilgiler dolaşmasa da, sosyal medya başta olmak üzere konunun tartışıldığı ‘kamusal alanda’, bir siyasi çekişme malzemesi oluvermişti bile. Kimlikler üzerinden, ki kimliklerin de ne olduğunu karşılıklı olarak tam da bilemeden, bölünüvermiştik kendi “kamplarımıza”.
Ortada, sorumlusu bir tek adres olmayan birçok sorun var; birinin adını koyarsak, mülteci krizimizi, kimseyi mağdur etmemeye çalışarak, çok ve iyi niyetli biçimde, duyarlı eleştirilerle şimdi konu etmezsek, ne zaman edeceğiz?
T24
http://t24.com.tr/yazi/turkiyenin-suriyesi-ii-bir-multeci-krizi-olur-mu/6727
Yazarlar
-
Nevzat CİNGİRTOysa Her Şey Çok Farklı Olabilirdi… 10.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUUyuşturucu kullanımı ortaokullara kadar indiyse… 10.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENYargıda “Kin” motivasyonu 10.10.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZYeni çözüm sürecinde bazı işaretler 10.10.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİTrump Nobel'i alıp barıştan kaçarsa 10.10.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuTürkiye neden bu kadar siyasi? 10.10.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolTutuklama tutkusu 10.10.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciBorsada vurgun nasıl yapılır? 10.10.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu ErgilAteş hattında bir ülke: Suriye sahnesinde Türkiye 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğluİnsanların devletlerle savaşı 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAÖzgür Önderlikten , Özgür Topluma; 9 Ekim Komplosuna Karşı Halkların Demokratik Direnişi... 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarSosyal medya çürümüşlüğü 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENSadece DEM mi, ya CHP'nin ettikleri? 9.10.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇEREkonomide akıldışılık sona erdi mi? 8.10.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRTürkiye yeniden karanlık film günlerine mi dönüyor? 8.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanMüslüman ülkelerde adalet yok ama adalet masalları çok güzel! 8.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaYPG silah bırakır mı? 8.10.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞURÇözümde tümseklere rağmen tekerlek dönüyor 8.10.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUDevletin sahipleri ve DEM Parti! 8.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünSuriye’nin geleceği giderek daha az tartışılırken… 8.10.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞEnflasyon, bir temel hak olan mülkiyet hakkının ihlali ve öneriler 8.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi EgilmezFenerbahçe'nin Yeni Yönetimine İlk Açık Mektup 7.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBirinci Yılında Süreç: Olanlar, Olmayanlar 7.10.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRHer balkonuna havuz yapılan rezaletin perde arkası! Buna nasıl izin verildi? 7.10.2025 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAGerçek sanık sandalyesinde 7.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNE“Kim bu Devlet Büyükleri?” 7.10.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasSiyasi değil sosyolojik, hatta psikolojik 7.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa Karaalioğlu‘Trumpizm’in güç gösterisi nereye kadar? 6.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞ“DEVLETİ ZENGİN”,”VATANDAŞI AÇ VE YOKSUL” ÜLKE… 6.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANErdoğan’dan sonra AKP dağılır 6.10.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanKaan’ın motorları ve bir soru: Türkiye’nin F-35 alması şart mıdır? 6.10.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİYapıttan Yapana: Zatî olana yolculuk 6.10.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRTürkiye’nin sosyal devletin rolünün yeniden inşası kaçınılmaz 6.10.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANFotoğraflar tarafsız değil 5.10.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNGazze Planı: Bölgesel teslimiyete giriş 5.10.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraDevlet Millet Kucaklaşması 5.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçayOVP’nin iç çelişkileri ve stratejik yönelimi 5.10.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇ“Siyasette zorlama yoktur!” 4.10.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRDEMOKRATİK TOPLUM VE "YILIŞIK" FOTOĞRAF 4.10.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ile Batı arasındaki “sözleşme” bozuluyor mu? 4.10.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTCumhurbaşkanı, “muhalefet”, “Kürtler” 4.10.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezMeşruiyet ve toplumsal cinsiyet: Eşbaşkanla tokalaşılmadı 4.10.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçMemleketin geleceği hangi fotoğrafta? 3.10.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
25.04.2025
3.02.2025
29.01.2025
17.01.2025
7.11.2024
6.11.2024
24.10.2024
27.06.2024
7.06.2024
26.05.2024