Murat Sevinç
Hükümet sistemleri ve demokratikleşme konulu dizinin son yazıları, Osmanlı-Türk modernleşmesi düşüncesinde ve siyasal-anayasal gelişmelerinde laikleşme, İslamcı düşünce ile batıcıların polemikleri, mücadelesi üzerineydi. Hiçbir dönüşümün gökten zembille inmediğini, anayasalardaki ‘sözcüklerin’ arkasında renkli bir tarih olduğunu, bitip tükenmez anayasa tartışmalarının ancak onları doğuran ‘anayasa dışı etmenler’ göz önünde tutularak anlaşılabileceğini bir kez daha hatırlatmak için.
Bu yazı ‘kuruluş’ dönemi laikleşmesi üzerine. Bir sonraki yazıya, çok partili yaşamda laikleşme ile devam edecek ve umuyorum laikleşme konusunu (şimdilik) tamamlayarak diğer tartışmalı anayasal sorunlara geçeceğim.
Başlıktaki sorunun yanıtıyla başlamak istiyorum. Eğer laiklikten, Fransa’daki laikliği anlıyorsak, Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman laik olmadı.
Bunun tarihsel, toplumsal, siyasal nedenleri var. Türkiye Fransız tipi bir laikliği benimsemedi, doğru. Fakat bu, Türkiye ‘laik değildi’ anlamına da gelmiyor.
Kendine özgü, 1950 öncesi ve sonrasında ‘iki ayrı yoruma-uygulamaya’ dayanan bir laiklik benimsendi. 1950 öncesinin mantığı, Fransa’ya daha yakın. Türkiye laikleşmesinde tek parti dönemi ile çok partili yaşam ve ardından dinin ‘komünizmin panzehiri’ olarak görülmeye başlandığı yılları, son olarak siyasal İslamcıların ‘müteahhit’ versiyonunun iktidarını, ayrı ayrı düşünmek gerekiyor.
Burada haklı bir soru yöneltilebilir: İçeriği belli bir ilke, nasıl bir başka toprağa ‘özgü’ olabilir? Örneğin ‘bize göre demokrasi’, ‘bize göre insan hakları’ mümkün mü?
Bana kalırsa hem mümkün, hem değil. Ülkeler, sistemlerin ana kurallarını benimserken bunlara ister istemez kendi tarih ve kültürlerini de katıyor. Asıl mesele, ‘temel’ niteliklerden ödün vermemekte.
İngiltere’de hükümdârın ‘mutlak veto’ yetkisine ‘hâlâ’ sahip olduğu ancak bu yetkiyi üç yüz küsur yıldır kullanmadığı örneğini bu yüzden vermiştim. Yetki orada olduğu gibi duruyor, ancak sistemin karakteri ve herkesin konumunun farkında oluşu, o yetkinin kullanılmasını engelliyor. Oysa diğer bir parlamenter sistem Almanya’da, cumhurbaşkanının böyle bir yetkiye sahip olabilmesi akla dahi gelmedi ve gelmez de. Ya da diğer parlamenter sistemlerde.
Laiklik için de aynı düşünceyi takip etmek iyi olur.
Kurucular, kuruluştan sonraki yıllarda laikliğin genel ilkesini/mantığını aşamalı biçimde benimsedi ve devlet ile dini birbirinden tümüyle ayırmayı tercih etmedi, edemedi. DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) bu gerekçeyle kuruldu. Her ne kadar yasasında yazmasa da, dini ve Sünni dindarlığı organize edip ‘devlet bekası’ için bir tehlike olmaktan çıkarmak için.
Önceki üç yazıda altını kalınca çizdiğim ‘devlet bekası’. Tarihimiz boyunca idareyi ve düşünceyi belirleyen belki de en güçlü ifade. Bu arada, DİB’le ilgili İştar Gözaydın’ın, ‘Diyanet- Türkiye Cumhuriyeti’nde Dinin Tanzimi’ adlı eserinin başlıca kaynaklardan olduğunu hatırlatmak isterim. (İletişim, 2009)
‘Yeni devlet’ bakımından laikleşme girişimleri, simgesel tarihler 1928 (devlet dininin anayasadan çıkarılması) ve 1937 (laiklik ilkesinin anayasaya eklenmesi) olsa da, Kurtuluş Savaşı yıllarında başlıyor. ‘Millet iradesi’ ve ‘meclislere/heyetlere’ atıf yapan tüm karar ve eylemler, laikleşme yönünde atılmış birer adım sayılabilir. Amasya Tamimi ile başlayıp kongreler ile devam eden süreçten söz ediyorum.
“Milletin bağımsızlığını yine milletin azmi ve kararlılığı kurtaracak” cümlesi, egemenliğin kaynağının değişmekte olduğunun somut deliliydi. Nitekim TBMM açıldıktan bir gün sonra, 24 Nisan’da Mustafa Kemal’in verdiği bir önergede, ‘meclisin üstünde hiçbir gücün mevcut olmadığı’ belirtilmişti.
Burada bir kez daha, Mustafa Kemal’in ‘kurucu’, ‘devrimci’ ve taktik-söylem değiştiren ‘pragmatik’ bir siyasetçi olduğunu, TBMM açıldıktan sonra meclisin ‘maksat ve gayesini’ tespit eden yasaların bir amacının da (vatan ve milletin kurtarılmasının yanında), ‘Hilafet ve Saltanat’ın kurtarılması’ şeklinde açıklandığını hatırlatmak gerekir. (Merak edenler için 5 Eylül 1920 tarihli ‘Nisab-ı Müzakere Kanunu’nu buraya bırakıyorum.)
Dolayısıyla devlet dininin ve kurumlarının ilk aşamada terk edilmemesi yürütülen ‘siyasetin’ gereğiydi. Nitekim Anayasa’dan devlet dinini çıkarmak için 1928’e, laiklik ilkesini eklemek için 1937’ye dek beklendi.
Saltanat ve Hilafet’in kaldırılmasından önce laikleşme bakımından en önemli adım, 1921 tarihli Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nun (anayasa) kabul edilmesidir. ‘Türkiye Devleti’nden söz eden (Türk devleti, değil!) bu kısa, devrimci ve özgün metnin birinci maddesinin ilk cümlesi, yeni devletin, egemenliğin kaynağına ilişkin benimseyeceğini ilkeyi dünyaya ilan etti: “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir.”
Fransız devrimciler nasıl egemenliğin kaynağını gökyüzünden yeryüzüne indirdiyse, ‘Türkiye Devleti’nin kurucuları da egemenliği ‘millete’ veriyordu. (Dönemin metinlerinde sıklıkla ‘Türkiye devleti’ ve ‘Türkiye halkı’ ifadelerinin kullanıldığını, ‘Türk’ sıfatının bir süre sonra tercih edilmeye başlandığını, bir kez daha hatırlatmak yararlı olabilir.)
TBMM 30 Ekim’de Osmanlı İmparatorluğu’nun sona erdiğine ‘karar’ verdi, birkaç gün sonra, Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. Hilafet için Mart 1924’e dek beklendi. Tahmin edilebileceği gibi bu uygulama ve kararların hiç biri mutlak bir ‘oydaşmayla’ olmadı; Hilafet ile Saltanat’ın birbirinden ayrılabileceği ve ayrılamayacağını savunanlar arasında tartışmalar yaşandı. Fakat bir devrimden, devrimci süreçlerden söz ediyoruz nihayetinde. ‘Tartışma’ ile ‘kesip atma’ bir arada.
Örneğin, Mustafa Kemal konuya ilişkin meclis tartışmasında Türk-İslam tarihinden söz etmiş, egemenliğin mecliste olduğunu hatırlatmış, muhafazakâr mebusları iknaya çalışmıştır. Fakat sonunda asıl sonuç alıcı tavır, ‘tehdit’ olmuştur! Kuruluş aşamasının ‘resmî tarihi’ olarak kabul edilen Nutuk’ta, sözlerini şöyle tamamladığını belirtiyor Mustafa Kemal: “Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.” Hayli ikna edici, kabul etmek gerek!
Laikleşme bakımından çok önemli bir adım 29 Ekim 1923 tarihli anayasa değişikliği ile Cumhuriyet’in kabul edilmesi oldu. İki ay önceki yazımda, büyük ölçüde Mustafa Kemal’in zihninde olan Cumhuriyet’in ilanının da tartışmasız ve muhalefetsiz olmadığını, mebusların ikna edildiğini, değişikliğin parti grubunda kararlaştırıldığını ve ardından mecliste ‘o esnada’ hazır bulunan mebuslarca oylandığını yazmıştım. Konuya ilişkin önereceğim kitap, Faruk Alpkaya’nın ilan sürecini ayrıntılarıyla incelediği ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu (1923-1924)’ adlı çalışması (İletişim, 1998).
Cumhuriyet’in ilanı çok devrimci bir adım. Bülent Tanör, alanımızda klasikleşmiş ‘Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri’ (YKY, 1998) adlı eserinde Cumhuriyet’in, zaten olanın resmen kabulü anlamına geldiğini belirtir: “Egemenliğin kayıtsız-şartsız millete ait ve BMM’nin milletin tek ve gerçek ‘mümessili’ olduğunun kabulünden ve saltanatın da kaldırılmasından sonraki yönetim biçimi, geniş anlamıyla cumhuriyetten başka bir şey değildi. Bu açıdan, 29 Ekim 1923 tarihli anayasa değişikliği, aslında var olan ama adı konmamış bir durumu açıklığa kavuşturmaktaydı.”
Bu arada, 29 Ekim tarihli değişikliklerden biriyle (2.madde) İslam’ın ‘devlet dini’ kabul edildiğini söylemekte yarar var. Fakat söz konusu değişikliğin meclis üyelerini ‘ikna’ çabasının sonucu olduğu öylesine kabul gördü ki, bu tarihi anlatırken 29 Ekim’de yalnızca Cumhuriyet’in ilan edilmediği, aynı zamanda bir ‘devlet dininin’ de kabul edildiği neredeyse hiç dile getirilmez.
Hilafet’in kaldırılması ise Cumhuriyet’in ilk anayasasının kabulünden bir ay önce, yani Mart 1924’te yeni rejimin çerçevesini belirleyen kanunların kabul edilmesiyle gerçekleşti. Mart kanunlarının her biri, laikleşme adımlarıydı.
Biriyle hilafet kaldırıldı ve hanedan üyeleri yurt dışına gönderildi. Halifeliği kaldıran yasanın yasanın birinci maddesine bakılırsa, hilafeti ilga ederken de İslâmi bir atıf olduğunu, kaldırma kararının ‘milli hâkimiyetin’ sonucu olarak gösterilmek istendiğini görürüz: “Halife hal’edilmiştir. Hilafet, hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilâfet Makamı mülgadır.”
İkinci yasa (Tevhid-i Tedrisat Kanunu), bütün eğitim kanunlarını Milli Eğitim Bakanlığına bağladı.
Üçüncüsü, Evkaf ve Şeriye Vekâletini ortadan kaldırırken, ‘başbakanlığa’ bağlı DİB’i (o zaman başkanlık değil, reislik diyorlardı tabii) icat etti. Şeriye ve Evkaf Vekâleti, Mayıs 1920’de meclis tarafından (şeyhülislamlık yerine) kurulmuştu ve ‘bakanlık’ düzeyinde örgütlenmişti. Cumhuriyet’i kuranlar ise DİB’i din işlerinden sorumlu ve idarenin bir parçası olarak örgütlendirme yolunu seçti. (429 sayılı yasayı merak edenler için.)
1924 sonrasının laikleşme macerası, Diyanet’in işlevi gözardı edilerek anlaşılamaz.
Yazının başındaki soruya dönersem; eğer laikliğe 1905 Ayrılık Yasasını kabul etmiş Fransa’yı örnek vereceksek, bünyesinde Diyanet gibi bir kuruma yer veren Cumhuriyet, laik değildi. Kurucular, en basit tanımıyla ‘din ve devlet anlarının birbirinden ayrılması’ anlamına gelen laikliği değil; topluma belli bir dini yorumu kabul ettirmeyi, hem ‘dini’ hem ‘dindarı-nüfusu’ bu şekilde kontrol altında tutmayı ve dini ‘vicdanlarda muhafaza etmeyi’ amaçlayan, ‘koşullarımıza özgü’ laikliği benimsemişlerdi. Bunun da tartışmasız olmadığını, farklı görüşler bulunduğunu unutmayalım. Örneğin konuyu yıllar öncesinde yazmış Ziya Gökalp, din işlerini cemaatlere bırakmamak gerektiğini savunurken; Halide Edip, ‘gayrimüslimlere’ yapıldığı gibi, cemaatlere bırakmanın daha uygun olabileceğini savunuyordu.
Yukarıda söz ettiğim 1937 anayasa değişikliği esnasında TBMM’de yapılan görüşmelerde (TBMM Tutanak Dergisi, Şubat 1937) Recep Peker, yalnızca cumhuriyetçilik ya da devrimciliğin değil ‘diğer vasıflarımızın da bize mahsus manaları olduğunu’ söylüyordu. Şükrü Kaya ise, laiklik ilkesi ile kastedilenin ‘dinin memleket işlerinde müessir ve amil olmamasını temin etmek’ olduğunu, laikliğin çerçevesi ve sınırlarının bu şekilde anlaşılması gerektiğini belirtirken şu ifadeleri kullanmıştı: “Biz diyoruz ki, dinler camilerde ve mabetlerde bulunsun, maddi hayat ve dünya içine çıkmasın ve çıkarmıyoruz, çıkarmayacağız.”
Güçlü bir geleneğin konuya ilişkin hâkim görüşü içinse, Mümtaz Soysal’ın klasikleşmiş ‘100 Soruda Anayasanın Anlamı’ (Gerçek, 1986) eserine bakmayı öneririm. Soysal, kurucunun laiklik politikasını ‘ustaca’ buluyor ve DİB’e ‘idare içinde’ yer verilmesini Türk devriminin özelliklerine bağlıyor.
Soysal’a göre laikliğin amacı, “…dini, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü durumuna getirmek, onu toplum işlerinden ve toplumsal görevlerinden sıyırıp vicdanlara itmekti. Bu yapılırken, din hizmetlerini devlet hizmetlerinden büsbütün ayırıp bir ‘cemaat teşkilatı’ kurmaya gidilseydi, bu örgütün, çok kısa bir zamanda, büyük para gücüyle, birbirine kenetlenmiş adamlarıyla, açıktan açığa devletle çarpışan bir güç haline geleceği muhakkaktı.”
Hoca şu kaygısını da ekler: “Buna karşılık, laikliğe inanamamış bir iktidarın elinde, genel idare içinde yer almış bir din işleri örgütünün de kötü sonuçlar doğuracağı düşünülebilir ama bu durumda, hiç olmazsa parlamenter ve yargısal denetim yollarıyla, söz konusu kötü sonuçları belli sınırlar içinde tutmak mümkündür.” Peki parlamenter ve yargısal denetim yolları yok edildirse? İşte bugün, neler olabileceğini görüyoruz.
Kurucuların benimsediği ve uzunca bir süre uyguladığı (ya da bir başka bakış açısıyla, dayattığı) bu laiklik anlayışı, asıl olarak devlet bekasını temel alıyor ve dine ‘kabul ve kontrol edilmesi gereken’ bir gerçeklik şeklinde yaklaşıyordu. Bu nedenle, 19. yüzyıldan itibaren sık işitilen ‘gerçek din’, ‘ilim ve fenle uyumlu din’ propagandası, kuruluş yıllarında da eksik değil.
Nicedir, bazı yayın organlarının Mustafa Kemal’i olduğundan farklı biri gibi gösterme hevesinden, daha önce söz etmiştim. Oysa din-İslâm, kurucu kadro ve Mustafa Kemal için aynı pragmatik siyasetin bir aracıydı. Din, varlığı ve toplumsal gücü inkar edilemeyen ancak yeni devletin inşa edilebilmesi için düzenlenmesi gereken bir unsur. İslâm ile kurduğu ilişki, bugün bazı TV kanallarının yapmaya çalıştığı gibi bir ‘muhabbetten’ kaynaklanmıyordu. İslâm’a bakışında da devletleşme kaygısı ve tabii milliyetçilik hâkimdi.
Âfet İnan’ın, Mustafa Kemal’in gözetim ve denetiminde kaleme aldığı meşhur ‘Medeni Bilgiler’ kitabı, 1930’larda ortaöğretimde okutulmak üzere basılmıştı. Kitabın ‘Millet’ başlıklı bölümüne Mustafa Kemal tarafından eklenen ve 1933’ten sonraki baskılarda yer verilmeyen satırlarda, Türklerin ‘Arapların dinini’ kabul etmeden evvel de büyük bir millet olduğu, bu kabulün Türk milletinin ‘milli rabıtalarını’ gevşettiği düşüncesi savunulur. Dine ve Arapçaya yaklaşım bu şekildedir. Tarihsel kişiliklerden, bugünün siyasi hedeflerine uygun portreler yaratma çabası, ayıp olması bir yana, güncel sorunların anlaşılması ve çözümüne bir katkı yapmaz.
Burada, tarihçi hocamız Taner Timur’un bu kez başka bir çalışmasındaki laiklik yorumuna yer vermek istiyorum: ‘Türk Devrimi ve Sonrası’ (İmge, 1997)
Hoca, İslam ile Hıristiyanlık arasındaki bazı temel farkları, ‘İslâm’da ‘cismani’ ve ‘ruhani’ liderlikler arasındaki sıkı bağı, Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı sırasında İslâm’ı taktik olarak devrimci biçimde kullanışını ve sonrasında kurucu kadronun tutumunun nasıl değiştiğini anlatıp konuyu Osmanlı döneminde dinin başlıca ‘iki düzeyde’ gelişmesine getirir: Biri Sünni-Hanefilik ile temsil edilen resmî devlet dini, diğeri sûfiliğin çeşitli biçimlerini ifade eden tarikatlar.
Timur’a göre Osmanlı’da 19. yüzyılın laikleşme hareketleri, esas olarak ‘resmî İslâmı’ ilgilendiriyor. Oysa toplumsal dönüşüm bakımından popüler İslâm, pre-kapitalist bir tarım ve sanayi toplumunda çok daha önemli bir rol oynamıştı. Bu tarikatlar farklı isimlerle günümüze dek sürmüş ve sonunda Türk Devrimi, İslâm sorunu ile iki planda karşı karşıya kalmıştır: “Halife Sultan’ın temsil ettiği resmî İslâm ve çeşitli tarikatların temsil ettiği popüler İslâm.”
Mustafa Kemal, her ikisine karşı da kesin formüller aradı. Örneğin tekke ve zaviyelerin kapatılması, şapka kanunu vs. ile popüler İslam’ın temelleri sarsılmak istendi.
‘Gerçek İslâm’a karşı rasyonel bir tavır takınılıp diğer İslâm’la mücadeleye girişildi. Mustafa Kemal’in gerçek İslâm’ı, ‘akla, mantığa ve hakikate uymaktadır’. (Söylev ve Demeçler içinde konuya ilişkin açıklamaları bulunabilir.) Dolayısıyla, akla, mantığa ve kamu yararına uyan her şey, ‘bizim dinimize’ de uygundur. Mustafa Kemal’in “Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır” derken kastettiği dindarlık, ‘terakkiye (ilerlemeye) kesinlikle engel teşkil etmeyen’ bir dindarlıktı. (Yoksa, dindarlığından kaynaklanmıyordu.)
‘İlerleme’ ile kasıt, devrimler sürecinde yapılanlardır kuşkusuz. Taner Timur, kurucunun dine ilişkin bu sözlerinin, dinin teokratik vasfını kaldırdığını dile getiriyor. Mustafa Kemal’in popüler İslâm hakkındaki düşüncesini ise herhalde en iyi şu ifadeler anlatıyor: “…iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat medeniyet tarikatıdır.”
Uzunca bir alıntı:
“…Kemalist pozitivizm din karşısında ikili bir tavır takınmıştır. Resmî düzeyde İslâm’ı pozitivist bir yoruma tâbi tutarak laikleştirirken, tarikatları da ortadan kaldırmak istemiştir. Ancak tarikatları yaşatan toplumsal ortam ve kendi tarihimizle uyum kuramamaktan doğan kimlik krizi ortadan kalkmadığı için bunda başarılı olamamıştır… Türkiye’de burjuva devrimi sonuca ulaşmadığı için, laikleşme süreci de tamamlanmamıştır. Başka bir deyişle, bir dünya görüşü ortadan kaldırılmış değildir. Ayrıca insanların bir spritüalite ihtiyacı göz önünde bulundurulursa ortadan kaldırılması da gerekmez… Kemalizm, sistemli bir şekilde olmamakla beraber, bir dünya görüşü getirmiştir. Ancak getirdiği felsefe… üretim güçlerinin gelişmesi açısından devrimci bir nitelik taşımadığı için, batılılaşma hareketimiz zaman zaman en koyu taraftarlarına dahi suni ve köksüz bir değişim olarak görünmüştür. Bu şekilde, modern İslâmi düşüncelerle bir diyalog olanağından da mahrum kalan dini felsefe, çok partili hayata geçince bir tepki olarak ilkel ve fanatik bir şekilde yeniden canlanmıştır.”
Taner Timur çözümlemesine, Kemalist pozitivizmin üretim güçlerinden kopuk ve ilkel şekli ‘resmî balolarla’ ve ‘Türkçe tangolarla’ sembolize edilen dar bir batıcılık anlayışını körüklediği iddiasıyla devam ediyor. Kuşkusuz Hoca’ya göre de Mustafa Kemal’in ‘batıcılığı’ bu sığlıkta değil ve böylesine ilkel bir pozitivizme indirgenemez. Nitekim Mustafa Kemal’in batı taklitçisi dar/sığ pozitivist düşünceyi eleştirdiği konuşmaları da var. Buna mukabil burjuvazi ve üst tabaka bürokraside, batılılaşmayı bu haliyle anlamak eğilimi hâkimdi.
‘Devlet bekası’ uğruna, devrimlerin sürdürülebilmesi için DİB aracılığıyla denetim altına alınmaya çalışılan dinin, ezcümle ‘terakki yanlısı gerçek dinin’ kurucular tarafından pek çok yönden ve tabii sermaye birikimi için de kullanıldığı malum.
Cogito’nun 2019’da yayınladığı, ‘Laiklikten Sonra’ (YKY, sayı 94) sayısında, İştar Gözaydın ve Ayhan Aktar’ın, ilahiyatçı İsmail Kara (önemli bir çalışması, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi’dir) ile söyleşisinde, Kara’nın arşivinde kullanılan bazı fotoğraflar yer alıyor. 1930’lu yıllarda Sultanahmet Camii’nin mahyalarında “Para biriktir”, “Yerli malı al” yazması, son derece anlamlı değil mi?
Türkiye laikleşmesi (ve bugün yaşanan sorunlar), kuruluş yıllarındaki niyetlerden ayrı düşünülemez. Dolayısıyla DİB’in ve benimseyip yaygınlaştırdığı İslâm yorumunun, ‘Sünni-Türk ulus devletin’ harcında olduğu gerçeğini ihmal etmemeli.
Devam edecek…
Öneri: Adalet Atlası’nın ‘Adil olana nasıl karar veriyoruz?’ başlıklı, Melek Göregenli ve Ozan Erözden’in konuşmacı olduğu ‘podcast’i buraya bırakıyorum.
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZ12 Mayıs, Bahçeli, mecburiyetler 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKYolsuzluklar, barış ve biz 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYOtoriterlikten Demokrasiye 12.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluBilek güreşi yoksa masayı mı kıracak? 28.04.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANRahip Brunson ve öğrenci Rümeysa 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYKopukluk ve “Anadolu Kırılması” 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARŞizofrenik yurttaşlık 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan CEMALTerörsüz Türkiye! İyi güzel, peki ya demokratik Türkiye?.. 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNTrump Küreselleşme Sürecini Geriye Döndürebilir mi? 13.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBoykot ve sokaklar neden bu kadar korkutuyor? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTCoğrafya kaderimizmiş… 23.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç, umut ve endişeler 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENÖcalan'ın ilk barış çağrısından 27 yıl sonra... 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezCumhur İttifakı'nın ‘muhalefeti dönüştürme görevi…’ 28.02.2025 Tüm Yazıları
-
Doğan AKINAhmet Sever: Eşsiz, kırgın, yalnız… 26.02.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNCHP’ye açılan soruşturmaların ortak hedefi Ekrem İmamoğlu 12.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞPınar Gültekin kararının anatomisi: Bu kararı ailenize izah edebilecek misiniz? 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMDEVLET VE KÜRTLER SORUN DEĞİL KONU! 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKEN“Mesele”yi hayatın içinden çözmek 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarKürt meselesinin toplumsal boyutu 16.01.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANErdoğan’ın planı tuttu 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselEkonomik büyümede iyimser olunabilir mi? 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Münir AKTOLGABATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... 16.12.2024 Tüm Yazıları
-
Necati KURBÜYÜK TÖS BOYKOTU 15.12.2024 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakDevrim 10.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cenk DoğanÜRETİCİLERE İLK OLARAK KOOPERATİF LAZIM 4.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cevat KORKMAZFiller ve Çimen... 22.11.2024 Tüm Yazıları
-
Tuncer KÖSEOĞLUTamirhanelere giden toplar… 4.11.2024 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜRDevletin Muhteşem Örgütlenmesi: 6-7 Eylül 1955 Pogromu 9.09.2024 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakHakikat’e savaş açan troller! 26.08.2024 Tüm Yazıları
-
Ferhat KENTEL“Maarif” marifetiyle yeni “makbul vatandaş” kurma çabaları 26.07.2024 Tüm Yazıları
-
Banu Güven“Bozkurt” Almanya’da sahaya indi 4.07.2024 Tüm Yazıları
-
İBRAHİM Ö. KABOĞLUDevlet ve yürütme kaç başlı? 27.06.2024 Tüm Yazıları
-
Gürbüz ÖZALTINLICHP’nin normalleşme politikası Erdoğan’a mı yarar? 21.06.2024 Tüm Yazıları
-
Oya BAYDARBir yazamama yazısı 14.06.2024 Tüm Yazıları
-
Bayram ZİLANAK Parti’de değişim gecikiyor mu? 4.06.2024 Tüm Yazıları
-
Soli ÖzelBetül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi 30.05.2024 Tüm Yazıları
-
Reha RUHAVİOĞLUTürkiye’de Kürtçenin Durumu: Gidişat, İmkânlar ve Fırsatlar 18.05.2024 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞ31 Mart'ın merkez üssü: Pazarcık ve Elbistan 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANNeden Yeterli Halk Desteği Alamıyoruz! 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Atilla AytemurBingöl Erdumlu Kitabı: Film gibi hayat* 24.01.2024 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİ“Gazze’deki Uzun Savaş” 10.01.2024 Tüm Yazıları
-
Şahin ALPAY"Ergun Abi"ye veda 10.11.2023 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANYüzyıllık cumhuriyet başarılı mı başarısız mı? 29.10.2023 Tüm Yazıları
-
Levent GültekinDin, insanları kardeş yapar mı? 26.09.2023 Tüm Yazıları
-
Ayhan AKTARŞair Roni Margulies’in ardından… 7.08.2023 Tüm Yazıları
-
Ceyda KaranBiden ve iki cephede birden yenilgi 30.06.2023 Tüm Yazıları
-
Orhan Kemal CENGİZMuhalefetin sınavı asıl şimdi başlıyor 1.06.2023 Tüm Yazıları
-
Roni MARGULIESMutlu bitmiş bir göç öyküsü 20.05.2023 Tüm Yazıları
-
Burhanettin DURANTarihi Yol Ayrımındaki Kritik Seçim 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERYeni Bir Çözüm Süreci Ne Kadar Mümkün? 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Celal BAŞLANGIÇKendini kurtarmak için Erdoğan, Erdoğan’ı reddedecek! 14.04.2023 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİNSANLIĞIN ÖLÜMÜ 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Ergun AŞÇIErsagun Hanım 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Uğur Gürses‘Dolambaçlı katlı kur’ yolunda 23.01.2023 Tüm Yazıları
-
Besim F. DellaloğluMesafenin Sosyolojisi 16.12.2022 Tüm Yazıları
-
Hidayet Şefkatli TUKSALKur’an kurslarında yatılı eğitim ve çocukların korunması 15.12.2022 Tüm Yazıları
-
Nergis DemirkayaAltılı Masa ortak yönetim planı: Her partiye bir yardımcı bir bakan 17.11.2022 Tüm Yazıları
-
Nabi YAĞCIŞaşıyorum gerçekten… 24.10.2022 Tüm Yazıları
-
Berin UYARONLAR İÇİN... 12.09.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim UsluSeçmen yolsuzluğu önemsiyor mu? 9.09.2022 Tüm Yazıları
-
Hasan GÜRKAN“SEVMEK YİNE DE BİR SARRAF İŞİDİR, YERYÜZÜ KİTAPLIĞINDA” 18.08.2022 Tüm Yazıları
-
Oktay Cansın EMİRALSAVAŞ VE ZAMAN 7.08.2022 Tüm Yazıları
-
Özgül Üstüner COŞKUNİnceden 5.07.2022 Tüm Yazıları
-
Barış SoydanGıda Komitesi’nin ve enflasyonla mücadelede başarısızlığın acıklı öyküsü 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Namık ÇINARBir toplumun geri kalma inadı 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Melih ALTINOKAna muhalefet lideri Akşener mi olacak? 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
Mehmet BARLASAnkara’yı sel aldı 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZİKİ MEZAR, İKİ İNSAN ve IRKÇILIK 12.06.2022 Tüm Yazıları
-
Atilla YAYLAKanunlar ve fiyatlar 10.06.2022 Tüm Yazıları
-
Fatma Bostan ÜNSALBu kez Günah Keçisi SADAT mı? 23.05.2022 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaKılıçdaroğlu’nun adaylığı 23.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet İlhanBurhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’unda Yerin Altı ve Üstünde Ne Yaşanıyor? 15.05.2022 Tüm Yazıları
-
Yavuz BAYDARİmamoğlu olayı ardından: ’Altılı Masa’ bir ortak aday çıkarabilecek mi? 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Kübra ParSessiz İstila belgeseli ve sığınmacı meselesi 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ergun BABAHANTürkiye’nin patlamaya hazır yeni kırılma hattı: Suriyeliler 22.04.2022 Tüm Yazıları
-
Kemal BURKAYİSVEÇ DEMOKRASİSİ VE KURAN YAKMA OLAYI… 17.04.2022 Tüm Yazıları
-
Tarık Ziya EkinciGAZETECİ AYDIN ENGİN VEFAT ETTİ 24.03.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim KaragülBu bir Avrupa savaşı ve çok uzun sürecek. -Batı, Türk-Rus savaşı istiyor! 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
Cengiz AKTARSavaş notları 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
Aydın ENGİNBir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden 7.02.2022 Tüm Yazıları
-
Nezih DUYGUMete Toksöyle (30 Mart 1954 - 02 Şubat 2022) 3.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet KARDAM28/29 Ocak Karadeniz Katliamı'nın 101. Yılı 1.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAKAN“Ya herro ya merro” mu dedi?.. 7.01.2022 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇAL2022 yılı karamsarlıklarımızı tersine çevirebilir mi? 4.01.2022 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYOrtadoğu’nun ‘Yeni Dönemi’ 9.12.2021 Tüm Yazıları
-
Muharrem SarıkayaOylardaki yükselişin ağırlığı 7.11.2021 Tüm Yazıları
-
Şevki ÇELİKCİKEMAL ARABACI 17.10.2021 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
1.06.2025
18.05.2025
10.05.2025
1.05.2025
22.04.2025
24.03.2025
20.03.2025
18.02.2025
13.02.2025
10.02.2025