Sezin ÖNEY

Sezin ÖNEY
Sezin ÖNEY
Tüm Yazıları
Avrupa’dan koparken (1)
1.03.2012
3550

 Türkiye, gene ve yine “derin” gündemlerin sığlığında boğulurken, sessiz sedasız önemli bir şeyler oluyor çok yakınlarda, burnumuzun dibinde.

Türkiye ile Avrupa Birliği’nin yolları ayrılırken, Balkanlar’ınki birleşiyor. Bu durum, AB’nin bugünkü ekonomik ve siyasi krizlerine bakıp da, “Ne yapalım yani” denebilecek bir vaziyet değil. Tarihî bir yol ayrımı bu; etkisi de uzun yıllar, birkaç nesil boyu hissedilecek bir gelişme.

Sırbistan, Kosova ile sorunlarını çözümlemek için anlaşmak yolunda önemli adımlar attı. Bunun anlamı da çok açık; Sırbistan’ın Avrupa Birliği’nin üyesi olması önünde artık hiçbir engel kalmadı. Avrupa Birliği Bakanları, önceki günkü toplantılarından Sırbistan’a resmen aday statüsü verilmesini tavsiye etti.

Bugün ve yarın Brüksel’de gerçekleşecek AB Zirvesi’nde bu tavsiyenin onaylanması bekleniyor. Bu yıl içinde tam üyelik müzakerelerinin başlamasının ardından, Makedonya ve Sırbistan’ın beraberce, 2015 yılında üye olacağı öngörülüyor.

Türkiye ise, AB üyeliğini fena halde ıskalıyor.

Bu, şimdi gerçek anlamının farkına varılamayan, bir gün, gelecek nesillerin hesabını soracağı bir hata.

Bunun sebebi de basit. Avrupa ile Anadolu coğrafyası iç içe geçmiş bir tarihe sahip. Bir anlamda, Anadolu ile Avrupa’nın kaderlerinin beraber kesildiğini söylemek bile yanlış. Çünkü, aynı coğrafyadan, aynı tarihten, aynı bütünden bahsediyoruz aslında.

O kadar tahrip edilmiş, tahrif edilmiş bir tarih okuması var ki, bu konudaki örnekleri sıralamak bir “milli gurur” gövde gösterisi olarak yanlış anlaşılabilir. Ki, aslında bunu en son yapacak kişilerden biri benim herhalde. Ancak, coğrafyaları birbirlerine bağlayan can damarları, yüzbinlerce yılda hücre hücre, yavaş yavaş oluşagelmiş. Bunları, milliyetçiliğin 19. yüzyıla hapsolmuş küçücük penceresinden bakarak okumaya kalkarsak, hiçbir şey anlayamayız, önümüzü bile göremeyiz.

Anadolu’nun ilk kayda geçen halklarından Luviler, MÖ 2100 yıllarında bu coğrafyaya göçen Hint-Avrupa kavimlerindendi. Babil kültüründen çok etkilenen bu halktan, 15. yüzyıl sonunda İtalyan diplomasisinde önemli rol oynayan Osmanlı’ya, aynı dönemde İstanbul’daki Galata semtini oluşturacak kolonileri kuran Cenovalı denizcileri, 18. yüzyılda Paris’ten Varşova’ya başkentlerin seçkinlerini etkisi altına alan ve Osmanlı Sarayı’nın taklidine dayanan oryantalist “Turquerie” modasına, 19. yüzyılda dünyada savaş muhabirliğinin ilk örneklerinin verildiği ve tüm büyük Avrupa güçleri ile beraber Osmanlı’nın da taraf olduğu Kırım Savaşı’na, 1912’de Avusturya’da Müslüman cemaatinin ilk kez Bosna’dan gelen göçmenlerle beraber resmen tanınmasına, 1926’da İsviçre Medeni Kanunu’nun yeni kurulan Cumhuriyet’in hukuk sistemine uyarlanmasına, 1960’larda Türkiye’den Almanya’ya yaşanan toplu göçe, o kadar çok tarihi detay, “burayı orası, orayı burası” kılıyor ki...

Bu anlamda, Türkiye’yi Avrupa’nın içinde kılan bağları, günümüzün coğrafi tanımlamalarına, sınırlarına, sınırlamalarına takılı kalarak anlamak mümkün değil.

Milletler Cemiyeti, Birleşmiş Milletler gibi yapıların kurulmasından bir yüzyıl, hatta daha fazla evvel, Avrupa’da “birleşmiş bir milletler topluluğunun” kurulması üzerine fikir yürütülüyordu. Avusturya-Alman kökenli diplomat Fürst von Metternich’in, Avrupa içindeki çatışma ve güç çekişmelerinin ancak, birleşme, “aynı imparatorluğun” çatısı altında toplanmak yoluyla aşılabileceğini öne sürdüğünü biliyoruz. 1814’te Viyana’da bu tarz bir çatı birliği kurmak amacıyla bir buluşma gerçekleştirildi ve buluşmalar seri halde devam etti. Viyana Kongresi dizisinde, 200’den fazla Avrupa devleti, hanedanlık temsil ediliyordu. Buna ek olarak, şehirlerden, dinî cemaatler ve kurumlardan, basın ve yayın kurumlarının temsilcilerinden, şirketler ve günümüzde “sivil toplum örgütü” olarak adlandırabileceğimiz yapıların benzerlerine, Avrupa’nın her köşesinden, her kesiminden birçok kişi bu toplantıda yer aldı.

O zamanlarda, kimi ifade özgürlüğünden dem vurdu, kimi telif haklarının korunmasını talep etti, kimi din özgürlüklerini konu etti, kimi de görkemli eğlencelerde sadece dans etti. Devletlerin temsilcileri, kapalı kapılar ardında konuştular; ama ilk kez tarihte, ulaklar, haberciler üzerinden değil, birçok farklı devletin resmî temsilcileri olarak yüz yüze görüştüler. Anlaşmaya, birebir temasla vardılar.

Osmanlı İmparatorluğu, Viyana Kongresi’nde yer almadı. Hem bürokrat, aynı zamanda da, İmparatorluğun en önemli tarihçilerinden olan Cevdet Paşa, Osmanlı’nın Kongre’ye katılmamasını “kaçırılan bir şans” olarak niteliyor. Cevdet Paşa’ya göre, müzakerelerin, görüşmelerin içinde olmak, dışında kalıp, “seyirci” konumuna düşmekten çok daha iyiydi. Viyana’daki bu ilk uluslararası çapta zirvenin kapsama alanında kalmak, Cevdet Paşa’ya göre, herşeyden önce Osmanlı’nın kendi iç gündemine gömülerek dünyadaki gelişmeleri layıkıyla okuyamamasının sonucuydu.

Bugün de, can damarlarını örseleyerek ilişkilerde kan kaybına sebep olanlar, 19. yüzyılın muhafazakâr, milliyetçi siyasi perspektiflerinden bir milim ileri gidemeyip Türkiye’yi yerine çakanlar, bir gün gelecek tarihin kayıtlarına geçecek. Ama pek de, övgüyle değil.


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar