Hilâl KAPLAN

7 Şubat'tan Tevhid-Selam'a
1.08.2014
1834

 Bir ülke yönetiminin bir diğer ülkenin istihbarî yönetimi aleyhinde açıktan propaganda yaptığı görülmemiştir, ta ki 2010'da, MİT'in başına Hakan Fidan atanana kadar... Hatırlarsınız, İsrail Başbakanı Benyamin Netenyahu ve dönemin Savunma Bakanı Ehud Barak, Fidan'ı İrancı olmakla suçlayan sert açıklamalarda bulunmuşlardı.

İsrail'in bir zamanlar can düşmanı olan İran ile Fidan'ı özdeşleştirmesinin anlamı kısaca şöyle özetlenebilirdi: 'Şimdiye dek Türk istihbaratı, MOSSAD'ın bazen güdümünde bazen yönlendirmesiyle İsrail'in çıkarlarıyla hep örtüşen işler yaptı. Ancak bundan sonra dalganın yönü değişebilir.'

İsrail'in, Fidan'ın MİT'in başına geçmesiyle beraber Türk yönetiminin bölgede kendi inisiyatifini güçlendirecek özgün kararlar almaya başlamasının bir işareti olarak gördü ve ön almaya çalıştı. Belki işe yaramadı ama Türk dış politikasının 'özgürleşebileceği' kaygısında İsrail haklı çıktı.

Türkiye, Suriye politikasından anlaşılacağı üzere, ne İran'ın ne de İsrail-ABD'nin güdümünde hareket etti.

Mısır darbesi boyunca Suudi Arabistan, İran, Suriye, İsrail ve ABD aynı çizgide buluşurlarken, Türkiye kendi yolunu çizmeyi tercih etti.

Çözüm sürecine üçüncü bir yabancı devleti araya sokmadan (örneğin Oslo sürecinde İngiltere devredeydi) kendi barış istikametini çizmeyi tercih etti ve daha önceki süreçlere göre de şimdiden daha uzun mesafe kat etti, ediyor.

Bu üç politikanın yöneteni ve hamisi Başbakan Erdoğan, diplomatik alanda uygulayanı Ahmet Davutoğlu ve sahadaki başat aktörü de MİT Müsteşarı Hakan Fidan'dı.

Peki, dünya üzerinde (sadece Türkiye'de demiyorum, dünya çapında) İsrail dışında, Hakan Fidan'ı 'İrancı' ilan eden başka hangi odaklar vardı: Doğru bildiniz, elbette Gülenciler.

2010 yılından itibaren, Fidan karşıtı bir kampanya başlatıldı. Önce Oslo sızıntısı geldi. Başbakan Erdoğan'ın Arap Baharı'nın bahar olduğu günlerde bölgeye yaptığı ilk ziyaret sırasında Oslo sızıntısı patlatıldı. İstenilen tepki alınmadı, hatta halkı çözüme ısındıran bir artı etkisi bile oldu.

Ardından 7 Şubat'ta yargıdaki paralel yapılanma eliyle, yine çözüm süreci eksenli bir soruşturma bahane edilerek Fidan, ülke istihbaratının bir numaralı ismi, şüpheli sıfatıyla savcılığa ifade vermeye çağırıldı. Bu da Başbakan Erdoğan'ın ikinci ameliyat sürecine denk getirildi. Devlet, paralel devlete direndi. Yine olmadı.

Sonunda 'İran' kartı masaya açıktan konuldu. 17 Aralık süreci boyunca Fidan başta olmak üzere Ak Parti'ye yakın bürokratların en çok suçlandığı şey 'İrancı' olmalarıydı. Suriye'de İran'ın zıddı bir politika güdülüyor olmasına rağmen, Fidan'ın adı itinayla İrancı olarak geçirildi. Bunu Gülen medyası gazetelerinde daha incelikli bir dille yaparken, sosyal medyadaki Gülenciler, işi, Fidan'ın Humeyni'nin yetiştirdiği evlatlık çocuğu olduğunu iddia etmeye kadar götürdü.

Ve 7 Şubat'ta becerilemeyen operasyonun nihayete erdirilmesi için düğmeye basılan 17-25 Aralık sürecinin merkezindeki Selam-Tevhid dosyası... Bu uydurma örgüt üzerinden tam üç yıl süreyle Başbakan ve MİT Müsteşarı'nın da bulunduğu 251 kişi ve toplamda 2280 kişiyi dinlediler.

Başbakan, o dosyayı, Dolmabahçe'deki gazetecilerle toplantısında şöyle özetlemişti:

'Savcı geliyor, iki şema çiziyor. Birinin başına oğlumu, diğerine damadımı yerleştiriyor. Tabii baş örgüt lideri de benim. Bu konuda da çok rahatım. Bu ülkeyi kalkındırma adına her şeyini feda eden bir örgütün lideriyim. O örgütün adı da Ak Parti'dir.'

7 Şubat'tan 25 Aralık'ta devreye konan Tevhid-Selam'a kadar işletilen aynı darbe çizgisidir. Hükümeti yıkmayı amaçlayan bu çizgiyle yüzleşmek, yargının olduğu kadar toplumun da sorumluluğudur.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar