Merve Şebnem Oruç

Merve Şebnem Oruç
Merve Şebnem Oruç
Yeni Şafak Tüm Yazıları
Nasıl ölmek istersiniz?
29.06.2017
1157

 Bayramın ikinci gecesi Çanakkale’den feribotla Kilitbahir’e geçtim. Yola devam etmeden evvel Saros Körfezi’nde kamp yapan arkadaşlarımı ziyaret edip bir çaylarını içtim. Sohbet uzadı, İstanbul’a doğru yola çıktığımda saat gecenin ikisi falandı.

Bir tane bile aracın geçmediği saatlerde Gelibolu Yarımadasıyollarında bana eşlik eden iPod’umdaki şarkılardı. Shivaree’nin Goodnight Moon’u çalarken grubun solisti ‘abla’nın en az on beş yıl önce tesadüf ettiğim bir röportajı geldi aklıma; anlattığı bir anı nasıl olduysa zihnimdeki gereksiz bilgiler arasına sızıvermişti.

Artık siz deyin Los Angeles, ben diyeyim Chicago bir yerlerde araba kullanırken bir kaza geçirmiş, ya da kaza geçirmek üzereymiş de ucuz kurtarmış. O sırada radyoda Mariah Carey çalıyormuş. Şoku atlattığında şöyle demiş hanım ablamız kendi kendine; “Bugün ölseydim o an radyoda gelişigüzel çalan bir şarkıyı dinliyor olacaktım ve bu çok kötü olacaktı. Eğer ölürsem çok güzel bir şarkı eşliğinde ölmek isterim, detone bir kadının korkunç çığlıkları arasında değil.” Bir alternatif müzik şarkıcısı kibriyle Mariah Carey’i de iki dakikada yerin dibine gömen solist, o günden sonra karar vermiş; anlık da olsa sevmediği hiçbir şarkıyı dinlemeyecekmiş, anı yaşarken bile seçici olacakmış, çünkü her an ölebilirmiş.

Yalnız çıkılan uzun yolculukların sessizliği zihninizi tonla iç sesle doldurur malum. O sesleri bastırmak için açtığınız müzik yeni yeni başka seslere, karanlığa saklanmış anılara, hafızanıza ne ara yerleşip de küf tuttuğuna şaşırdığınız malumatlara kapı aralar. Ben de işte böyle bir yandan zifiri karanlığın içinde nereye gittiğimi bilmez şekilde araba sürerken, o röportajın açtığı kapıdan daldım girdim içeri ve düşünmeye başladım: Acaba nasıl ölmek isterdim? Ne yaparken ölmek güzel olurdu?

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, gecenin kör karanlığında ışıl ışıl ışıklandırılmış Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi önümde belirip yanımdan geçip gittiği an afalladım. Şehitliklerin arasından, binlerce, yüzbinlerce şehidin yanından geçiyordum. Elim ayağım birbirine karıştı, apar topar müziği kapatmaya çalışırken neredeyse yoldan çıkıyordum. “Gecenin sulhunu, buranın ruhunu böylesine paldır küldür çıkagelip bozmaya utanmıyor musun? Bu ne cüret?” dercesine arkamdan havlayan köpeklerden bile utandım.

İlerledim. Bir yandan düşünüyordum. Kaza bu, her an her şey olabiliyor hayatta, ben de az evvel ölebilirdim. Biraz daha ilerledim. Az önce ölsem şehitlerin arasından geçerken aptalca bir şarkı dinliyor olacaktım. Biraz daha ilerledim. Ellerim ayaklarım karıncalanıyordu. Biraz daha ilerledim. Önümdeki ve arkamdaki karanlık beni yutuyor ve hiç bitmeyecekmiş gibi hissettiriyordu. Daha fazla ilerleyemedim. Az evvel ölsem son nefesimi utanç içinde verecektim.

Sağa çektim. Gecenin içinde yanıp sönen kırmızı sinyal lambasının ritmiyle kalp atışlarımın normalleşmesini bekledim. Buranın gündüz vakti bile insanı sarıveren tarifsiz bir maneviyatı var, bilirsiniz. Gecenin bir yarısı ne hissettiğimi tarif etmek, belki ancak o duyguyu milyonla çarpın dersem mümkün olur. Bekledim. Gökyüzündeki binlerce yıldıza bakarak etrafımdaki binlerce şehidi düşündüm. Onlar olabilecek en güzel şekilde ölmüşlerdi. Analarının kınalı kuzuları, babalarının biricik oğulları, “Ama daha çocuk...” yaştaki Ahmetler, Mehmetler, Yusuflar yuvalarını bırakıp buraya ölmeye gelmişlerdi. Allah yolunda, vatan uğruna, istiklal için, bizim istikbalimiz için canlarını vermişlerdi.

Durdum. Nasıl da patavatsız, çat kapı girmiştim buraya. Öylece durdum. Nasıl da densizce, hoyratça sürüyordum arabayı. Kendimi affettirmek, kendimi affetmek için durdum, durdum.

İki saat sonunda tekrar motoru çalıştırabilmeme sebep, kazaya ve kadere iman edenler olarak, başardığımız iyi işler gibi yaptığımız hataları da, kendimizi büyütecek kadar önemsersek bunun da hata olacağını fark etmemdi. Küçücüktük, ehemmiyetsizdik, önemsizdik; dertlerimiz, tasalarımız, endişelerimiz de işlerimiz, güçlerimiz, hayallerimiz kadar kıymetsizdi. Şehit kanıyla yıkanmış, vatan kalbinin attığı, Allah aşkının fışkırdığı yerden, meçhule gidercesine buraya gelip canını feda edenlerin arasından usul usul geçerken, nasıl ölmek istediğimiz gibi saçmasapan sorularla değil nasıl yaşamamız gerektiğiyle meşgul olmak gerektiğini düşünüyordum. Ölüm bize habersiz gelecekti. Hazırlıksız yakalanmamak için hayatın her gününü, her anını ona göre yaşamak gerekliydi.

Gelibolu’yu arkamda bırakırken en son ne zaman “Az kalsın ölüyordum,” hissine kapıldığımı hatırlamaya çalışıyordum. Onu anımsayamadım ama “sanırım birazdan öleceğim,” diye düşündüğüm son an geldi aklıma. 15 Temmuz gecesi 2:30 civarı Vatan Caddesi’nden ayrılıp geldiğimiz Saraçhane Meydanı’na girerken öyle hissetmiştim. Siren sesleri, silah sesleri ve sela sesleri arasında karanlıkta cep telefonumla son videomu çekmiş ve sosyal medyaya göndermiştim. En son babam aramıştı. Ancak “İyiyim, merak etmeyin,”diyebilmiştim, şarjım bitmişti. “Herhalde bu gece ben de burada öleceğim ve son sözlerim bunlar olacak,” diye düşünmüştüm o an. Oysa akşamüstü evden sadece arkadaşlarla çay içmek için çıkmıştım. Ramazan bitmişti, bayram geçmişti. Büyük büyük laflar ederken çay eşliğinde “Ne olacak bu memleketin hali?” diye dertli dertli sohbet ediyorduk. Derken haberi gelmişti; darbe oluyordu. Savaş uçaklarının üstünde uçtuğu İstanbul düşman tarafından işgal edilmiş, sanki işgalci kuvvetler Saraçhane meydanına indirilmiş gibiydi. Ve insanlar, kadın erkek çoluk çocuk demeden, içlerindeki Çanakkale ruhuşahlanmışçasına oraya gelmişti. Kimi vuruluyor, kimi şehitleri ve yaralıları meydandan alıp götürmek için koşuşturuyordu. Sanki perde kalkmış ve hakla batıl birbirinden siyahla beyaz gibi ayrılmıştı. Küçücüktüm, önemsizdim, ehemmiyetsizdim. Akşamüstü ettiğimiz büyük büyük lafların, paylaştığımız dertlerin hiçbir önemi yoktu. Kuş gibiydim. Kalbim oradaki yüzlerce sıradan insan gibi ferahtı, rahattı. O gece ölmek için güzel bir geceydi.

Biliyorum her gün 15 Temmuz yaşanmıyor, her gün 15 Temmuz günündeymiş gibi de yaşanmıyor. O gün ölmek bizim nasibimizde yokmuş. Ama bir gün öleceğiz elbet ve o gün güzel ölebilmek için her günü o güzellik neyi gerektiriyorsa öyle yaşamak gerek.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar