Halil BERKTAY

Parti ve aydın
17.09.2011
3239

1920’lerden 80’lere, angaje aydın, hattâ organik aydın her yerde revaçtaydı. Türkiye’de de aydınlar, hızlandırılmış modernizasyon dâvâsının Kemalist varyantında mı, Komünist varyantında mı yer aldıklarına göre, iktidarın etrafında veya karşısında kümeleniyor; öyle veya böyle, “iktidara göre” bir mevzilenmeye giriyor (girmeleri isteniyor): gördükleri, maruz kaldıkları muamele de buna göre oluyordu.

Bu ortak paydaların ötesinde, özel olarak Komünizmin aydınlara ilişkin tavrı üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Zira Kemalizm gibi milliyetçi veya modernist-milliyetçi fikir akımları sonuçta daha “gevşek,” Komünizm ise çok daha “sıkı” bir ideolojiydi. Kemalizmin öyle ayrı bir bilgi teorisi, bir felsefesi, bir tarih yorumu, insanlık tarihinin yönüne ilişkin özel bir iddiası, kapitalizme ilişkin kendine özgü bir tahlili, bir sonraki devrimin nereden ve nasıl çıkageleceğine dair “bilimsel” bir kanısı yoktu. Ama Komünizmde bunların hepsi vardı ve dahası, birbirine sımsıkı bağlı olduğu, tek bir taşının dahi yerinden oynatılamayacağı iddia ediliyordu.

Dolayısıyla Komünist partiler de Kemalist (veya çeşitli ülkelerdeki milliyetçi) partilerden çok farklıydı. Daha genel olarak, Komünist olmak Kemalist olmaktan (daha doğrusu, Komünist olmamaktan) çok farklı bir şeydi. Her türlü birey ama özellikle aydınlar üzerinde çok daha sert talepleri, çok daha derin bir kimlik değişimini, çok daha sıkı ve titiz bir kontrol (veya oto-kontrol) rejimini beraberinde getiriyordu.

Birinci olarak, Komünist partilerde “doğru çizgi” anlayışı çok daha kısıtlı ve kısıtlayıcıydı. Komünizm her şeyden önce ihtilâlciydi. Bu, devrime giden yolun sırat köprüsü kadar dar, ya da “kıldan ince kılıçtan keskince” olması demekti. Parlamenter demokrasi koşullarında normal, barışçı politika yapan siyasî partilerin çeşitli konulardaki tavırları çok daha esnek olabilir, genişçe bir yelpazeyi içerebilirdi. Ama uluslararası Komünist hareket gayet katı ve monist bir “parti çizgisi” anlayışına sahipti. Belirli bir anda tek bir “doğru” vardı ve bunun dışındakiler ya “sağ sapma” ya “sol sapma” anlamına geliyordu. Her ikisi de “burjuva yolu” demekti ve çok tehlikeli sonuçları olabilirdi. 

İkincisi, Komünist partilerin aşırı yüksek bir epistemolojik özgüveni vardı. Tarihin belirli bir “yönü” olduğunu, karşı durulmaz bir şekilde sosyalizme gittiğini “bilimsel” olarak “biliyor”; kendi “doğru”ları ve “kaçınılmaz zafer”lerine böyle bir arrogansla inanıyorlardı. Bu da onları “yanlış” saydıkları farklı görüş ve eleştirilere karşı çok ezici, çok acımasız kılıyordu.

Üçüncüsü, Kemalizm ve diğer milliyetçi ideolojilerden farklı olarak Marksizm-Leninizm veya Komünizm, aydınlara özel bir kuşkuyla bakıyordu. Aslında Marksizm, işçi sınıfının düşüncesi filân değildi. Marx ve Engels diye iki süper-aydının ürünüydü. 1789 dalgasının sona ermesinin ardından, “bir sonraki devrim”in arayışına girmiş; Sanayi Devriminin yarattığı yeni, modern proletaryaya seslenerek onu kazanma ve bu suretle devrim yapmanın mümkün olduğuna karar vermişlerdi. Ama tabii bunu sadece bir olasılık değil, “bilimsel” bir kesinlik ve kaçınılmazlık olarak sundular. İkincisi, hedef kitle olarak belirledikleri işçi sınıfını bizatihî devrimci ve hattâ en devrimci diye de göklere çıkarıp, sosyalizmin “kendi düşüncesi” olduğuna inandırmaya giriştiler.

İkisi de yanlıştı; hedef kitleyi ve o kitleye yönelecek partiyi, vülger deyimiyle “gaza getirmeye” yönelikti ve zaman içinde çok kötü sonuçları oldu. Konumuz açısından bilhassa ikinci mübalağa, aydınların yarattığı bir teori, ideoloji ve siyasî akımın bünyesinde, gene o aydınlara karşı, Lenin’in “işçi sınıfına siyasal bilinç mutlaka dışarıdan verilir” itirafının dahi telâfi edemediği, yapısal, kronik bir şüpheye yol açtı. Bir bütün olarak aydınlar proletaryaya kıyasla zayıf ve güvenilmez bir gruptular. “Küçük burjuva”ydılar, bağımsızlıklarına aşırı düşkündüler, bireyciydiler; bocalamaya, bir o yana bir bu yana savrulmaya yatkındılar. Oysa işçi saftı, sağlamdı, temizdi; bilgisi az olabilirdi ama kol emeğinin ahlâkî üstünlüğünü temsil ediyordu. Aydınların o seviyede olmadıklarını kabul ve işçi sınıfına lâyık olmaya çalışmaları gerekmekteydi. Stalin döneminde Sovyetlerde ve 1945 sonrasında gerek Batı, gerekse Doğu Avrupa’da, Komünist partiler aydınların mavi yakalı işçiler karşısındaki aşağılık kompleksini ustaca körükledi ve kullandı. Özellikle Fransa ve İtalya’da pek çok yazar ve sanatçı, PCF ve PCI’ya girmeseler de “proletarya önünde diz çöktü, yerlere kapandı” (Arthur Koestler). Sosyalist Realizmin Faşizmle paylaştığı güçlü, adaleli, sert bakışlı erkek işçi imajı, aydınları ruhen ezmeye ve hizaya sokmaya da yaradı. Ne gariptir; Komünizm bir yandan işçilere sosyalizmin “kendi ideolojileri” olduğunu, diğer yandan sosyalizmi icat eden aydınlara “işçi sınıfının hizmetine girme”yi başarıyla sattı.  Aydınların aşağılanması ve sadece zihnen değil; zorla, fizikman “proleterleştirilmesi” çabası, Çin’de Kültür Devrimi’yle doruğuna ulaştı.

İşin aslı şudur. Birincisi, işçilerin kalabalık olma, sendikalarda örgütlü olma, seferber edilebilme, büyük bir maddi güç oluşturma dışında, hiçbir özel erdemi, ahlâki veya bilişsel üstünlüğü yoktu. İkincisi, aydınlar dünya ile köprüydü, “parti çizgisi ve bilgisi”ne alternatif bilgilerin kaynağıydı. Dolayısıyla partinin bilgi tekeli için daima tehdit oluşturuyordu.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar