Markar ESAYAN

Modernizmin çöküşü, Doğu ve İslam (I)
11.08.2013
3262

 Modern düşünceye göre, aydınlanmadan önceki düzen arkaik sabit bir dünyayı ima ediyordu. Değişim, demokrasi, bilim ve gelişimcilik, modernitenin “keşfettiği” kavramlardı. Bu nedenle, modernler Ortaçağ’ı bir karanlık dönem olarak tanımlamayı daha işlevsel bulmuş, “laiklik” mucizesi ile buna içten inanmış olmaları işlevselliği arttırmıştı. Ortaçağ o kadar karanlık olsundu ki, aydınlanma o karanlık kadar ışık saçsın eğilimiydi bu. Modern öncesi ile kurulan bu antagonizma, modernizmin can damarı, neredeyse tüm zihinsel kurulumun temeli olacaktı. Aynı antagonzima, kendi sonunu da getirdi. Genelde paradigmalar böyle tarihe karışır. Kendi gerçekliğini dayatma, kendi gerçekliğinin ötesine geçememe durumu otoriterlik üretir ve bir şey otoriter olmayı seçmişse, vadesini de kendisi belirlemiş demektir.

Ortaçağ için, Kilise statükosu ile açıklanamayacak bir karmaşıklığı sadece Hıristiyanlığa ve “dinin irrasyonelliğine” bağlamak en olumlu tasviriyle kolaycılıktı. (Söylemeye gerek var mı, Papa’lar bir çobandan ziyade birer İtalyan prensiydi ve Katolik Kilisesi son derece siyasi bir güç merkezine dönüşmüştü.) Kaldı ki, bu dönemde Arap dünyasında ciddi bir aydınlanma süreci Avrupa’nın bu sözde “karanlık” çağına denk geliyordu.

Oysa, modernitenin savının aksine değişim –belki süreklilik demek daha doğru- gündelik hayatta –everyday life- hiçbir zaman durmamıştı. Bir an bile… Avrupa aydınlanmasının önde gelenlerinin arasında din adamlarının bulunduğu, bilgi üretim merkezlerinin de çoğunluk manastırlar olduğu gerçeği unutuluyordu. Kilise içindeki doktrin çekişmelerinin aydınlanmaya neler kattığı, Rönesans’ın hangi etki ve destekle başladığı da ihmal ediliyordu. Tarih boyunca değişimciler ile statükocular arasındaki mücadele, Ortaçağ’da kendi özgün karakterine sahipti sadece. Üstelik değişimciler ve statükocular son derece heterojendi. Argümanlar kurulurken dinî veya cismani olanın kullanılması, ya da iktidar için istismar edilmesi, kaba bir sınıflama yapmayı mümkün kılsa da, bu karmaşık tarihi anlamak yerine, “arkaik ve modern” dikotomisi tercih edildi. Böylelikle, modernizm, seküler otoriterlik ile total bir paradigmaya hapsolacak; kendisine, tarihteki olağanüstü bir anda ortaya çıkan, öncesinden bağımsız, sonrasına ise sonsuz damga vuran bir kutsallık atfedecekti. Bu tavır, sunakta bir yaratıcının değil, aklın oturduğu yeni bir dini temsil etmeye daha yakındı.

Bu sorunsallaştırma anlamaya değil, dışlamaya, hatta yok etmeye yönelik olduğu için, kendisini dine düşman, alternatif veya rakip bir merkeze yerleştirdi.

Modernlere göre inanma eylemi, tüm irrasyonelliklerin çıkış biçimiydi. Akıl yeteri –yani kahredici- bir ağırlıkla bu irrasyonelliğin üzerine çökerse ve yine o akıl, saf müminlerin öteki hayata erteledikleri cenneti bu dünyaya indirebilirse, dinler zaten kendiliğinden ortadan kalkacaktı. Bilim ve eğitim, cehalet ve karanlığın sembolü olan inanma eylemine tezat olarak yerleştirildi. Bu hala böyledir.

Aydınlanma ve modernitenin, kolonyalizm ve soykırım çağını açmasından evvel, çok daha emindi modernler bu saplantının bir gerçek olduğundan. Çünkü modernizmin günümüzün toplumsal sorunlarına çare üretemeyeceği, hatta çoğunlukla artık sorunun kaynağı olacağı henüz bilinmiyordu. O zamanlar için, moderniteden önce de demokrasilerin var olduğuna, gelecekte de modern olmayan paradigmaların yeni yöntemleriyle var olmayı sürdüreceğine kimseyi ikna edemezdiniz.

Doğrusu, bugün bile modernleri buna ikna etmek imkansız gibidir. Hatta modernizme karşı olanları dahi böyle bir dış gerçeklikle buluşturmak oldukça zordur.

Ve evet, tüm bu hikâyenin sonucunda, Batı, “antik Grek ve tüm zamanların din bilgisi içinde olmak üzere” süreklilik içeren her kaynağı kendi keşfi sayarak yarattığı aydınlanma ile Doğu’ya karşı belki 400 yıl sürecek paradigmik bir üstünlük kurdu. Osmanlı ve sonrasında ise Doğu artık daha çok İslam coğrafyasını ima ediyordu.
Batı’nın Hristiyanlığı terk ettiği kadar, Doğu İslam’la özdeşleşti. Oysa ne Doğu sadece İslam’dan, ne de Hıristiyanlık Batı’dan ibaretti.

Osmanlı’nın zayıflaması ve çöküşü ile Doğu’nun yenilgisi tescil edildi. Siyasal İslam’ın ortaya çıkışı bu sahipsizlik ve yenilgi sonrasında önem kazandı. İslam aydınları 20. yüzyılın başında oldukça mahcup, öfkeli ve çaresiz hissediyorlardı. Osmanlı asabiyeti –Batı karşısındaki üstünlük duygusu- trajik biçimde yerini öfke ve aşağılık duygusuna bıraktı. Batı’nın üstünlüğü reddedilemiyor, Batı ile mücadele etme noktasında başvurulan Batı’nın kötü kopyalarının İslam düşüncesi ile çelişkilerine çare bulunmaya çalışılıyordu. Ya da, aslında arkaik bir positivizm ve kendi kendinden nefret etme –nevroz- üzerine kurulu Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyete, Doğu’ya dair bir mucize olarak bakmaya meyilli olunuyordu.

Batı ile İslam coğrafyasının ilişkisi, Batı’nın Doğu üzerinde kurduğu tahakkümün şiddeti ile orantılı olarak nefret-hayranlık arasında sallanan bir sarkaç gibiydi. Kolonyallar İslam coğrafyasında varlık gösterdikçe, hem bu tacize öfke büyüyor, ama temas –karşılaşma- daha yakın hale geldikçe, paradoksal olarak hayranlık, nefret ve etkileşim de artıyordu. Bu paradoks, İslami olan ile bu etkileşimi birarada yaşamanın çelişkisini de büyütüyordu. Dolayısıyla, Batılı gibi olmakla, Batı’yı kategorik olarak reddetme arasında, daha sakin –orijinal, özgün- düşünmek için daha epey zaman vardı.

Batı için ise, kendi kontrolünde –işgalinde- yaşanan bu karşılaşma, post modern zamanlarda kontrolden çıktı. Birkaç dil bilen eğitimli Doğulular veya uluslararası hukuk ve insan hakları sayesinde yüksek sınırları aşan yoksul ve inatçı göçmenler Batı’nın içlerine kadar girdi. Oysa Batı, Doğu’yu kendi evlerinde modernleştirmek istemişti. Doğu, Batı’nın içine yerleştiğinde, bu yakıcı karşılaşma gerçekte eşitliği reddeden modern aklın cilalarını döktü ve görünür hale getirdi. Kolonyalizmin yüksek gerekçesi olan Doğu’nun modernleştirilmesi ülküsü, Doğu modern olduğunda paradoksal olarak bir tehdide dönüştü. Çünkü bu eşitliği zorunlu kılıyordu. Böylelikle, “ötekileri” dışarıda tutan, gettolarda yalıtan ve onları soyut haklarla baş başa bırakan ırkçı bir tavır, demokrasi ile bağdaştırılmaya çalışıldı. Mısır darbesinde bu patetik antagonizmanın çöktüğü, bu çöküşün de yine demokrasi ile kamufle edilmeye çalışıldığı gözlerden kaçamadı.

Modernlerin, iyi şeyleri tüm dünya için değil, kendi kültürleri için istediklerini saklamak artık mümkün değildi. Doğu ile kurulan antagonizma ağır hasar almıştı ve bugün Batı, bu hasarı modern akılla çözme (saklama) imkânına sahip değil. Modernizm yakıtını ve işlevini bitirmiş gözüküyor. Doğu’da yaşanan kriz bir paradigma yetersizliği ise, Batı’da yaşanan modern paradigmanın çöküşüdür.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar