Mehmet YILDIZ

Roman ya da Ğışto’nun hançeri
16.10.2013
2516

 On binlerce  köşe yazarı olan bir ülkede köşe yazısı yazmak gibi bir tutkumun olmasını zaman zaman biraz tuhaf bulduğumu daha önce bir yazımda konu edinmiştim.

Bugün çok az roman okunan, topu topu 4-5 romancının eserlerinin okunduğu bir ülkede bir roman yazmak konusundaki ısrarımın tuhaflığını açığa vurmak istiyorum.

Cübbeli Ahmet Hoca kitaplarından ayda en az 50 bin TL kazanıyormuş. Bu durum okurun ne okumak istediğini ortaya koyuyor. Türkiye’de başka türlü kitap yazmak İstanbul-Fatih’te laikliği savunan kitapları satmak üzere bir kitap sergisi açmaya benzer.

“O zaman Orhan Pamuk’u yazarlar kadrosuna dahil etmek için bir yayınevinin bir milyon TL’yi gözden, daha doğrusu cepten çıkarması olayını nasıl izah ediyorsun?” diyebilirsiniz.

İzah edemiyorum.  Orhan Pamuk en az iki milyon TL gelir getirecek bir eser verecek demek ki. Cübbeli’nin okurlarını çalmadan bu işi becermesi çok zor gözüküyor.

Bir romanım olmadığı halde romancıların, yayınevlerinin kaygılarını sırtlanmam anlaşılmaz bir durumdur. Dersimliler için değil, Dersimliler her zaman biraz böyledirler. Yağmurun yağması halinde eriyeceğinden korktuğu taşın derdine ağlayan kerpiç misali, içinde bulundukları durumu düşünmeden başkalarının dertlerini gönüllü olarak dert edinirler.

Bende bir roman yazma tutkusunu doğuran şeyin öncelikle edebi yeteneklerime, hayal gücüme, yaratıcılığıma olan olağanüstü inancım değildir. “Hayatımın müthiş bir roman olduğu”na da inanmıyorum. 1938 faciasını bir yönüyle romanlaştırma isteğine sahip olmasaydım ve bunu yapabilecek bir yetenekte olduğuma inanmasaydım hiç roman yazma düşüncesine sahip olmazdım.

1938 faciası hakkında çok kitap yazıldı. Barbaros Baykara, Naşit Hakkı Uluğ, Baytar Nuri, İsmail Beşikçi gibi yazarlardan tutun da  Apocu/Kürt milliyetçisi yazarlara kadar herkes bir şeyler yazdı. Apocu yazarların tümü çakma şüphesiz; yazdıkları okumaya değmez. Misyon çerçevesinde yazıyorlar. Yazarların adlarını tek tek anmaya değmez.

Dersim’i gerçekten bilen Dersimli yazarlar/romancılar da vardır. Bunlar kendi başına ayrı bir kategoriyi oluştururlar. İletişim Yayınları Dersimli yazarların/romancıların kitaplarını yayınlamakta  çok istekli gözüküyor.

Bendeniz olaylara biraz farklı bakıyorum. Bu yüzden başıma gelmeyen kalmadı. Her kesimin tepkisini çekiyorum. Sağcısı, solcusu, Marksisti, liberali, dincisi romanımda değişik bir kusur buluyor. Bana en yakın olan Dersimliler okusa eminim onlar da çok sayıda kusur bulurlar. Yerimde bir başkası olsa, çoktan yazıyı imha etmişti. “Bütün dünyayı bana düşman eden bir romanı ne yapacağım?” derdi haklı olarak.

Yayınevleri bildiğiniz gibi ya sağcı ya da solcu. Ortada duranlar da ya az buçuk sağcı ya da az buçuk solcu. Bana hiç kimseden hayır yok.

“Azınlıklara ait yayınevleri başvurmam lazım. En hoşgörülü olanlar onlar. En azından teorik olarak. Üstelik o kadar zulüm gördüler. Beni en iyi onlar anlar” dedim. Dün birine bir e-mail gönderdim. Az sonra “E-mali bir kontrol edeyim” dedim. Bir de baktım ki bir yıl önce de söz konusu yayınevine bir e-mail göndermişim. Bunu fark edince inanın çok utandım. Utancımdan oturdum bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Anlaşılan azınlıklardan da beklediğim ilgiyi bulamayacağım. 

Beş-altı ay önce bağımsız bir editöre roman için çektiğim çilenin, gördüğüm eziyetin, ruhuma yapılan işkencenin, edebi yeteneklerimin telefonda konuşmasını dahi bilmeyen sallapati yayıncılar tarafından küçümsenmesinin hikayesini özetleyerek romanı okuyarak edebi kalitesi hakkında düşüncesini belirtmesinin mümkün olup olmadığını sordum. “Gönder, memnuniyetle,” dedi. Gönderdim. Aradan dört-beş ay geçti. Ses seda yok... “Vazgeçti herhalde” dedim ve unutmaya çalıştım. Bir süre sonra “Eylül’de kesin okuyorum” dedi. Eylül’den bir hafta sonra “Okuyabildiniz mi?” diye sordum. “Ciddi olarak rahatsızlandığım için romanı okuması için falanca arkadaşa gönderdim” dedi. Çok büyük hayal kırıklığına uğradım. “Hiç gereği yoktu, dosyayı geri alın ve bu defteri kapatalım” dedim.

Birkaç saat sonra söz konusu arkadaştan bir e-mail aldım. Beni bu kadar huzursuz eden şeyin ne olduğunu soruyordu. İkinci mektubunda ise dosyayı iki kere büyük bir zevkle okumuş olduğunu yazıyordu.

İlk kez birileri bana romanımı zevkle okuduğunu söylüyordu. Yani ben ilk kez bana bunu söyleyen şahsın kalbini kırmış oldum.

Arkadaş çevresinden romanı beğenen çok oldu şüphesiz. Ancak neden beğendiklerini sorduğumda verilen cevaplar zaman zaman beni çok üzdü. Bir arkadaşım romanın fena olmadığını, kullanılan Almanca birkaç kelimeyi çok beğendiğini söyledi.

Cübbeli Ahmet Hoca veya Orhan Pamuk ile yarışacak bir halim yok şüphesiz. Bizimkisi Ğısto’nun hadisesine benziyor. “Ğısto’nun hadisesi nedir?” diye soracak olursanız size talihsiz romandan bir alıntı yaparak bir cevap vereyim:

Rayver Soshen’in ses kayıtlarındaki karışıklıktan ötürü “Gel de işin içinden çık! Sakatlanmış kolektif hafızamıza, yasaklanmış, unutulmuş ölü dilimize, yaralı kişiliğimize, bize sopa zoruyla öğretilen edebiyat dilimize, eldeki malzemeye bakmadan Dersimlileri türü belli olmayan, edebi kalitesi çok düşük yazılar yazmakla eleştirip duruyorlar,” dedi Sayder umutsuzluk içinde. Günlerce düşündü durdu. Elindeki kılavuz kitapları karıştırdı, bilge kişilere danıştı. Ses kayıtlarını yazıya dökme sorununa pek bir çözüm bulamadı. Sonunda, “Varsın öyle desinler, bunun ne önemi var? Herkesin belinde bir hançerle gezdiği bir zamanda Ğışto da cebinde bir çakı ile geziyormuş. Sebebini sorduklarında ‘Ğışto’nun da hançeri var’ desinler demiş. Bizimki de o hesap,” dedi, oturup Rayver Soshen’in son sözlerinden “Dersim usulü” bir “seçki” yaptı.

Anlaşılan bize bunu da çok görüyorlar. 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar