Süleyman Seyfi Öğün

Süleyman Seyfi Öğün
Süleyman Seyfi Öğün
Yeni Şafak Tüm Yazıları
Hudutların kanunu
1090

  1993 senesiydi. Doçentlik imtihanının ilk aşamasını geçmiş; sözlüsüne  girmek üzere İstanbul’a gelmiştim. Benim dışımda bir başka aday daha vardı. Benden yaşça hayli büyük, piyasada kitapları olan tanınmış birisiydi. Çok iyi imkânlarla okumuş, yurt dışında doktora yapmış ve  Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birisinde  çalışıyordu. Doktora tezi benim de örnek aldığım az sayıdaki tezden birisiydi. Çalışmaları hakikâten de çok başarılı ve ilhâm vericiydi. Bilgiyi çok iktisatlı kullanabilen, sorunsallı düşünen, teoriyi incelikli ve zekice kullanabilen, metodolojisi kuvvetli  bir kişiydi.

Gelin görün ki, 12 Eylül’ün gazâbına  uğramıştı. Siyâsal mücâdelesi yüzünden akademik hayâtı uzun seneler süren bir kopukluk yaşamıştı. Hoş, eser vermeye devam ediyordu. Nihâyet üniversiteye dönmüştü. Ama akademik unvanı Yardımcı Doçent idi. Doğrusu akademik câmiada en yakışıksız, ne idüğü belirsiz bir ünvandır bu. Kendisinden çok daha genç olanlar ise çoktan Doçent ve Profesör olmuşlardı. Hiç değilse, zâten hak etmiş olduğu Doçentlik unvânını alması için dostları onu zorlamış; o da kabûl etmişti. Unvanı alacağı kesindi. Ama durum buna rağmen   sıkıntılıydı. Çünkü Jüri üyeleri arkadaşlarıydı.

Bekleme sırasında tanıştık. Biraz sohbet ettik. Çok gergindi. Bir an evvel işin bitmesini arzuluyordu haklı olarak. Her neyse; imtihan bitti.. İkimiz de başarılı olduk. Kader arkadaşlığı işte. Bana ne yapacağımı sordu. Otobüsle Bursa’ya döneceğimi söyledim. Kendisinin de aynı güzergâhı tâkiben İzmir’e gideceğini; arabasıyla beni bırakabileceğini söyledi. Teşekkür ettim.

Yol arkadaşlığımız sırasında siyasâl konular açıldı. Bir 12 Eylül ve YÖK mâğduru olarak devlete karşı hınçlıydı. Konuşurken sinirleniyordu. Nihâyet o günlerde alabildiğine alevlenmiş olan Kürt Sorununa geldik. İlk defâ bu kadar sarih söylendiğine şâhit oluyordum. “Ne varmış yahu?” dedi. “Anlamıyorum ki; hudutlar kutsal değildir. Değişir. Değişmesi gerekiyorsa değişir işte”..  Allak bullak olduğumu hatırlıyorum. Doğrusu; benden yaşça hayli büyük, üstelik akademik olarak yetkin bulduğum; dahası, arabasında misâfir olduğum bir “büyüğümün” yanında sustum kaldım.

O kişiyi bir daha görmedim. Zâten kısa bir süre sonra üniversiteden koptuğunu işittik. Ne yaptığını bilmiyorum. Ama bende hayli derin bir iz bıraktığını söyleyebilirim. Hudût yıkmak veyâ hudût kurmak arasındaki bağları düşündüğüm her vesileyle; o hiddetli bir ses tonuyla bu zâtın söylediklerini acı acı hatırlarım.

Brexit, İskoç ve Katalon ayrılıkçılığı, Güneyimizde kurulmak istenen Bağımsız Kürt Devleti projesi ve patlamaya hazır kimbilir kaç mesele daha… Evet , dünyâdaki  sayısız hudût yerinden oynuyor. Aslında sosyal ve siyâsal teori buna hazır. Mikro milliyetçilikler konusunda yapılmış sayısız araştırma ve inceleme mevcut.  Milliyetçiliğin; özellikle de etnik mikro milliyetçiliğin  bu kadar yoğun bir  inceleme, araştırma nesnesi hâline gelmesi biraz da bunun hazırlandığını düşündürüyor bana. Çünkü akademik tezlerin belli konulara özendirilmesinin amatör akademik meraklardan ziyâde  bir fonlama işi olduğunu artık biliyoruz.

Hudût elbette bir sınırlanmışlığı anlatıyor. Hudûtlanmış olmak; üstelik içinde kendimizi yabancı hissettiğimiz bir hudûda kapatılmış olmak çok boğucu bir duygu olsa gerekir. Hudûtlanmışlık en hafifinden en ağırına; bir klostrofobik tecrübe yaşatır insana. Hudûdu yıkmak ise muhtemelen  bunun tam tersine bir bağımsızlık hissi armağan eder. Ama bana tuhaf gözüken nedir biliyor musunuz? Bunlar aslında iki zıt süreç değildir. İkisi arasında trajik geçişler var sâdece. Hudûdu yıkmanın mantığı ile yeni bir hudût koymanın mantığı; aslında biraz da grotesk olarak  birbirini izler. Hudût yıkmanın yerini bu defâ, kimilerinin anne rahminde başlayan güvenli hayat tecrübesinin, dış dünyâdaki bir devamlılık  arayışı; onu yeniden üretme arzusu olarak gördüğü bir güvenlik endişesi alır. Güvenlik altına almak istediğimiz her şeyi hudutlandırırız. Bir zamânın hudut yıkıcıları, bir kertede karşımıza hudut koyucu olarak gelirler.  Bağımsızlık arzumuz kolayca güvenlik endişemizle yer değiştirir.

Her hudût koyma kaçınılmaz olarak acemîcedir. Ademoğlunun ve de Havvâkızının yaptığı pek çok iş, yaptıkça ustalık doğuruyor. Ama bâzı işler ise yapıldıkça, yenisi denendikçe acemîliği derinleştirir. Hudût koyma işi de bunlardan birisi olarak gözükür bana. İçinde hiç kimsenin yabancılık hissetmediği bir hudût koyma işi bugüne kadar başarılamamıştır. Hudût yıkıcılık ise  kendisiyle tutarlı olarak hudûtsuz bir dünyâ için değil -o niyetle başlamış olsa da fark etmez- yeni; üstelik eskisine rahmet okutan  hudûtlar inşâ etmek için olmuştur. Hâsılı hudût meselesi, insanlığın marjinâl mâliyeti en yüksek işlerinden birisi olsa gerekir.

Vallâhi bu târihsel insanlık komedyasının bir de acı tarafı var; kimse diğerinin gözünün yaşına bakmıyor. Boş lâf ve söylemlerle hudût kaptırmaya gelmiyor. Akıbet iyot gazı gibi açıkta kalmaktır. Ulusların kendi kaderlerini tâyin hakkını kutsayan ve Bağımsız Kürdistan güzellemeleri yapan AB’nin, Katalonya meselesinde yaptıklarına baksanıza….  

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar