Kemal CAN
Suriye konusunda etkili politik aktörlerin bir kısmı aşırı konuşkan, bir kısmı ise normalden daha ketum. Ardı arkası gelmeyen tweetler, saçmalık seviyesinde tespitler, televizyon programlarında akıl almaz iddialar, şaşkınlık yaratan hayaller ortalıkta uçuşuyor: “Alın memleket sizin olsun ama petrolü vermem.” “Kürtlerle olmaz, Araplar çöle daha uygun.” “Yaramaz okul çocuklarının bir süre kavga etmesine izin vermek gerekir.” “Bir dönüm bahçesi olan dubleks evler yapsak.” Konuşkan liderlerin sağanak halindeki açıklamalarına ve ağır kafa karışıklığı görüntüsüne bakınca, Suriye’de en etkili ve belirleyici figürün pek az ve oldukça fonksiyonel konuşan Putin olmasına fazla şaşırmamak gerek. Mesele “az laf çok iş” görüntüsü veya mantık sınırlarını zorlamamaktan daha çok akıl yürütme biçimiyle ama en çok da ihtiyaçların çeşitliliğiyle ilgili.
Çok konuştuğu için sürekli bir tutarsızlık, hatta seri saçmalıklar sergiliyor gibi görünenlerin –sahiden böyle bir tarafları olmakla birlikte- zaman zaman birbiriyle farklılaşan ihtiyaçları aynı anda karşılama mecburiyetleri akıldan çıkarılmamalı. Bazen açık saçık bir basitliği üretilmiş bir karmaşayla, bazen de içinden çıkılmaz bir kaosu saçma bir sadeleştirmeyle perdelemek ihtiyacı doğuyor. Aynı meselenin farklı muhataplara başka türlü anlatılması gerekiyor. Trump’ın doğrudan Suriye ile kararları sonrasında ortaya çıkan beklenmedik tepkiler üzerine, iç siyasete ve başka uluslararası dengelere yeni cevaplar üretme mecburiyetinin nasıl saçma bir gevezeliğe yol açtığını hep birlikte izledik.
Türkiye için de benzer bir durum söz konusu. Türkiye Suriye’de hangi amaçla, hangi alanda, hangi biçimde, hangi süre olacağına baştan itibaren tek başına karar veremediği için alanda bulunmak sonsuz pazarlık gücü anlamına gelmiyor. Alanda olmak bazen iddia edildiği gibi masadaki eli güçlendirmiyor, tam tersine zayıflatıyor. Mesela tek başına idare etmesi gereken cihatçı yığını ve Bağdadi’nin sınıra beş kilometre mesafede öldürülmesi önemli bir hatırlatma. Masaya oturma imkanı fazla olsa da, her masaya oturulma şansı bulunsa da sonuçlarının tam kontrol edilemediği mutabakatlarla kalkmak zorunlu oluyor. Bu da yetmiyor, bu mutabakatın çevresinde hiç kesilmeden devam eden şaşırtıcı, rahatsız edici yorumlar da sineye çekilmek zorunda kalınıyor.
Bugüne kadar Erdoğan’ın kimseyle -Kürtler dışında- oturduğu bir masayı devirmediğini de unutmamak gerek. Kendi ve devşirme destekçilerinin bir kısmı çok arzu etse de masalara zaten devirmek için oturmadı. Öncesinde ve bazen sonrasında fazlasıyla esip gürlese de masada rest çektiği, çok sık tekrar ettiği gibi “göbeğini kendisinin kestiği” pek görülmedi. Tehditleri, olmazları, “kırmızı çizgileri” masanın kurulu olduğu odaya girmeden önce (ya da sonra), yani dışarıda; esnekliği, uzlaşmayı, yüksek pragmatizmi ise masanın kurulu olduğu kapalı kapılar ardında, yani içeride gösterdi. Eğilip bükülmez, zor ikna edilir bir rakip olmaktan ziyade kullanışlı bir ortak olmayı önde tuttu.
Erdoğan’ın dış politika meselelerindeki tutumunun fıtratla, kolay giyilebilir üslup alışkanlığıyla ve dönemin ruhuyla elbette yakın ilişkisi var. Fakat çok uzun süre ülke yönetiminde söz sahibi olmuş sağ popülist refleksin geleneksel tavrıyla da uyumlu olduğu açık. Dünya -özellikle de Batı- ile hep kompleksli ve ikircikli bir ilişki içindeki Türkiye’nin, “dahil olma”, “kabul görme”, “fayda sağlama” çabasının milli hassasiyetlerle uyumu, sağ siyasetin ana meselelerinden biri. Bu gerilimi yönetirken kimin hangi argümanlarla “idare edileceği” özel bir önem taşıyor. Açıkta yaşananlar, oransız görünse de yüksek perdeden çıkışlar milleti motive ederken, kapalı kapılar ardındaki pazarlıklar ve yüksek uyum kabiliyeti ise devletleri idare ederken işe yarıyor.
Bu farklı ritim ve önceliklerin birbiriyle uyumunun sağlanması, mümkünse birbirini destekleyebilmesi gerekiyor. Çok kabaca içeride sağlanan kuvvetli desteğin, yani milleti idare yeteneğinin dışarıda işe yaraması; kavgacılık görüntüsüyle sonuç alabilmenin, yani diğer liderleri idare becerisinin de içeride işe yaraması lazım. Çünkü sağ pragmatizm -ister dünya ölçeğinde, ister devlet katında, isterse toplumsal alanda- kavgayla gelen beladan çok, gerilimle alınan sonuçla daha fazla ilgili. Sonuç alınabildiğine ikna edilen kavgaya daha fazla taraftar toplanabilir. Bu yüzden sanılanın aksine -dünya ile ilişki bağlamında- Erdoğan’a çizilen imaj, herkese posta koyan kavgacı lider değil bu yolla sonuç alabilen siyasetçi.
AKP başlangıç misyonu olarak –dış politika açısından- idare etmeye çalıştığı her kesime, millete ve güçlü dünya devletlerine, uyumlu, verimli bir entegrasyon vadetmişti. Bu genel vaat, yıllar içinde AB ile bütünleşme, ABD ile güçlenen stratejik ortaklık, İslam dünyasının -sorun çıkartmayan- liderliği, bölgenin güçlü aktörü olma gibi çeşitli biçimler aldı, “Yeni Osmanlıcılık” gibi hayaller yarattı. Her kesim açısından farklılaşan ekonomik, politik faydalar da üretebildiği oldu. Hemen her iddia, belirli bir anda asıl hedef olarak gösterilebildi, kısa süreli bir başarı hikayesine çevrilebildi. Türkiye’nin oturduğu her masadan istediği sonucu aldığı söylendi, en azından böyle zaman aralıkları oldu. Erdoğan’ın kişisel becerisiyle de ilişkilendirilen başarılı dönemeçler işaret edildi.
Yıllardır yüzlerce masaya oturulduğu ve hep istenen sonuç alındığı iddiasına rağmen, hemen bütün alanlarda ve asıl olarak da genel toplamda bir başarı bilançosundan söz etmek neredeyse imkansız, eden de yok zaten. Her masadan başarıyla kalkılıp böyle büyük bir toplam başarısızlığı yaratabilmek gerçekten özel çabayla mümkün. AB ile bütünleşme yerine iyice uzaklaşmış, stratejik ortaklıkları ciddi hasar almış, güvenemediği yeni ortaklar arayan, Müslüman coğrafyanın liderliği iddiasını kaybetmiş, bölgesinde yalnızlaşan, ekonomik olarak daralmış, siyasi olarak tıkanmış bir bilanço var.
Toplam bir başarıdan, alınmış büyük bir sonuçtan bahsetmenin zorluğu, anlık “başarı durumları” imal etmenin önemini daha da artırıyor. Açıkçası bu konuda masalarda ve ikili temaslarda, Erdoğan’ın önüne hâlâ bazı fırsatlar sunuluyor. Geçtiğimiz haftalarda yapılan iki mutabakat ve önümüzdeki günlerde biçimlenecek “güvenli bölge TOKİ’si” için açılabilecek krediler bu başlıkta düşünülebilir. Ancak meselenin “milleti idare” kısmındaki sıkıntı bir türlü giderilemiyor. Gerilim ve tansiyon üretmedeki tekrarlar sonuç alıcılık iddiasını desteklemediği için -ekonomide olduğu gibi- bilançonun bütününe bakanların sayısı artıyor. Kaybedilebilir/sahiden kazandırmayan kavgaya ilgi azalıyor. Bu yaklaşım, muhalefeti idare edebildiği kadar milleti idare etmeye yetmiyor.
Yazarlar
-
Ümit AkçayÇin yoksulluk tuzağından nasıl çıktı? 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolTürk-Rus-Çin ittifakı? 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERBolsonaro’nun tarihi mahkûmiyeti 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİTektonik Kırılmalar: Liberalizmin Tasfiyesi ve Müslümanlar 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezGonca Kuriş’in kemiklerini, sevenlerin yüreğini sızlattılar 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDemokrasinin içerideki ve dışarıdaki dinamikleri 21.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUMuhalefet farkında mı? 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZCHP’liler için bir seçimlik başarı mı, Türkiye’nin demokratik dönüşüm mü? 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
Yıldıray OĞUR“Bize bir ömür daha lazım…” 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanKültürel hegemoni savaşı: Türkiye’ye bak, Amerika’nın geleceğini gör 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraCumhuriyet-Halk-Parti 20.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanTopunuz bir İspanya Başbakanı kadar olamadınız... 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciKalıcı fakirlik ve pahalılık 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖzgür Özel ve siyasi drama… 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUDünyayı çılgınlar yönetiyor; akıllı olmak gerek… 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Metin KarabaşoğluZeytine ağıt 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunStalin ‘Huzur Türklükte’ demiş! Cidden mi? 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRCHP’ye kayyım davasında AK Parti’nin eli var diyen yok ki… 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENYeni Diyanet İşleri Başkanı 19.09.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBaşkan’ın bütün akbabaları aşkına 18.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANTürkiye kötüye gidiyorsa AKP’nin oyu neden yüzde 30 18.09.2025 Tüm Yazıları
-
Doğu Ergilİç Sömürge: Gücün İçeriye Yöneldiği Karanlık Düzen 18.09.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasTeflon siyaset 18.09.2025 Tüm Yazıları
-
Bahadır ÖZGÜRAltın ve boksit madenleri, elektrik, kahveci… Yeni bir el koyma mı geliyor? 18.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: “Al sana misilleme”… 17.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYAEskinin Öldüğü, Yeninin Henüz Doğmadığı Bir Dönem.. 17.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRYANARDAĞ ÖZÜR DİLEMELİ 17.09.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNSınırsız küstahlığın sınırları; acziyetin sınırsızlığı 15.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞ“BACASIZ SANAYİ” ALARM VERİYOR… 15.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluHukuksuzluktan daha pahalı bir nesne yok 15.09.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANGerilimle yönetmek ya da gerilimi yönetmek 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan TuğalCharlie Kirk cinayeti ve ‘radikal sol’ 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçArşivden | 12 Eylülcüler nasıl bir ülke hayal etmişti? 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye’nin en iyi/kötü dönemi hangisiydi? 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENPogromlar, darbeler, acılar ayı Eylül.. 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKKıyamet saatini durdurmak 14.09.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMTERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE GEÇİŞ SÜRECİ! 14.09.2025 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
17.08.2025
17.08.2025
17.08.2025
21.07.2025
6.07.2025
30.06.2025
27.05.2025
6.04.2025
23.02.2025
16.02.2025