Kemal CAN

Kemal CAN
Kemal CAN
Tüm Yazıları
Biz tam olarak ne yaşıyoruz?
17.08.2025
45

Sahte diploma skandalı, komisyon toplantıları ve tartışmaları, İBB davası borsası, aile boyu tutukluluk eziyeti, Gazze işgal planı, yeni anlaşmalar, yeni görüşmeler, yeni çatışmalar derken, içeride ve dışarıda yine hayli hareketli bir hafta geçirdik. Üstelik bu başlıkların hepsinin hayli kallavi alt başlıkları var ve muhtemelen önümüzdeki günlerde konuşulmaya devam edecek gelişmelerle yepyeni tarafları olacak. Uzunca bir süredir Türkiye gündeminin aşırı hareketliliğinden hep bahsediyoruz. Birkaç aya yayılacak kadar hadise birkaç gün içinde olup bitiyor, daha ne olduğu anlaşılamadan yeni bir gündem koşup geliyor. Sanki gündem kotası varmış gibi “asıl gündem konuşulmuyor” serzenişleri de hiç bitmiyor.

Şimdi dünya da benzer bir durumda. (Trump, bu konuda Türkiye’nin açık ara üstünlüğünü kıskanmış olmalı) Bir şaşkınlık tam dağılmadan bir yenisi yetişiyor, bir kötülük lanetlenemeden yenileri musallat oluyor. Bir taraftan en kör gözler, en sağır kulakların (Almanya) bile tepki vermek zorunda kaldığı felaketler sürüyor, diğer taraftan bunların daha beteri için hazırlıklar yapılıyor. “Peki biz tam olarak ne yaşıyoruz?” Senelerdir dünya ve Türkiye bu sorunun etrafında dolaşıp duruyor, herhangi bir mutabakata ulaşamayan tartışmalar yapılıyor, herkesi ikna edecek cevaplar bulunamıyor. Elbette toplam beş-altı kelimelik cümlelerle her şeyi açıklayanlar yine var. Şaşırtıcı olmayan bir süreklilikten veya geçici bir savrulmadan, yükselen akımlardan ya da “yetersiz kalan” eskilerden bahsedenler çıkıyor. Karşılaşılanın “yeni” olup olmadığı; başlangıç, değişim eşiği ya da final mi sayılacağı belirsiz.

Popülist liderlerle belirlenen devrin ve kolay-kestirme (kısa) tarifler döneminin alametifarikası olarak; problem, sosyal-siyasal bilim tarihinde eşi görülmemiş biçimde şahsileştirilerek ele alınıyor. Popülist liderler kadar, hiç popüler olmayan siyasiler her şeyin müsebbibi sayılıyor. Yapısal her tartışma demode veya zaman kaybı sayılıyor. Bazen Türkiye’de olup bitenleri dünyada olanların organik uzantısı sayılıyor, bazen burada olanların biricik olduğuna karar veriliyor. Gramsci’nin tarif ettiği “eskinin öldüğü, yeninin doğma mücadelesi verdiği ara döneme” atıfla bu tartışmayı ele alan Zafer Yılmaz’ın “Sağın Kasveti” kitabını, sonuçlardan önce bu düşünme biçimini eleştirme gereğini hatırlattığı için ısrarla öneririm.

Gündemin cilveleri

Zaman zaman hevesle girdiğim “içinde sürüklendiğimiz küresel dalga” tartışmalarının kıyısından dönerek yine kendi (kısır) siyasi gündemimize bakalım. Çünkü güncel sorunların yaygın ele alış biçimi, “başımıza gelen” hakkındaki tartışma zaaflarını büyük ölçüde tekrarlıyor. Ortaya çıkan sonucun çarpıcılığı, bunu mümkün kılan koşullara ilişkin dikkati dağıtıyor. Mesela haftanın en hareketli başlığı “diploma skandalı” tam böyle bir vaka. Bir iddianameye dönüşmüş soruşturmayla ortaya çıkan iddialar, bazı kritik devlet yetkililerinin elektronik imzalarının taklit edilmesiyle diploma ve başka bazı resmi belgelerin sahtelerinin üretildiğini ortaya koydu. Meselenin sahte diploma tarafındaki derin ağın hiç de yeni olmadığını Gökçer Tahincioğlu’nun T24’deki yazısı ayrıntılı biçimde anlatıyor. BBC Türkçe’nin haberi de elektronik imzanın ve bu “imkanın” nerelerde kullanılabileceği konusunda iyi bir toparlama sunuyor. Ortaya çıkan resim, iktidarın “biz ortaya çıkardık” savunması veya medyanın (kısmen muhalefetin) vakaların cazibesine kapılmasıyla geçiştirilecek gibi değil. Zira görünenin korkutuculuğu, olabilecekler ve bunu mümkün kılan zeminin yanında çok küçük. 

Bu işin arkasında iktidara yakın kimlerin olduğu, sahtecilik işinde iktidar kadrolarının rolü ve sahte belgelerden faydalananların iktidarda ilişkisi elbette çok önemli. Fakat “onlardan” kimsenin doğrudan işin içinde olduğu kanıtlanamaz veya sahteciler “başkaları” çıkarsa, çeyrek yüzyıldır ülkeyi yönetmekte olan bir iktidarın sorumluluğunun sınırlı olduğu mu kabul edilecek? Olayın bağlantılarının iktidar imkanlarınca örtüldüğü ya da cezasızlık politikası gereği kapatıldığı söylenip “rahatlanılacak” mı? Ortaya çıkanla sınırlı -hatta onu çeşitlendiren- ilgi, en sert suçlamaları içerse bile aslında iktidarın (iktidarların) işine yarıyor. Oysa daha önce ortaya çıkan “yenidoğan çetesi”, LGS sahtekarlığı, gıda ve iş cinayetleri, kent talanı, doğal afetler karşısındaki çaresizlik ve daha pek çok meselede olduğu gibi; asıl sorumluluk, bütün bunları mümkün kılan düzenin kurulmuş ve özellikle denetimsiz bırakılan alanların suç organizasyonlarına hazır hale getirilmesinde. İktidarın, kendine yakın bir takım insanlara diploma tedarik etmek için bir düzenek kurduğunu kanıtlamaya çalışmak, -çoğu vakada olduğu gibi- sonuç alınması zorlu bir yol olabilir ama bu tür yapıları mümkün kılan idari, teknik hatta yasal boşlukların taammüden oluşturulduğunu düşünmek ve iddia etmek için çok fazla neden var.

Pazarlıkçı düzenin getirdikleri

 “İBB borsası” iddialarında da benzer taraflar var. Bir süre önce “FETÖ borsası” hakkında haberleri tartışıyorduk, şimdi gündemden düştü. KHK’lılarla ilgili bazı “hukukçuların”, kişisel çözüm formülleri için tarifeleri olduğundan söz edilmişti ama gerisi gelmedi. Tahliyelerin uluslararası pazarlıklara konu yapıldığını ve bunun uluorta, açık-saçık ve ilanen gözümüze sokulduğunu hatırlamıyor muyuz? İBB soruşturmasında itirafçı tedariki için nasıl bir işleyiş kurulduğunu, “yeterli olmayan itirafla” yapılmayan tahliyenin, ifade değişince nasıl işleme konduğunu görmedik mi? Bütün bunların 19 Mart süreciyle, İBB operasyonlarıyla ilgili “özel” tarafları olduğu kesin. MİT Başkanı’nın bile “siyasi” olduğunu söylediği hadisenin “özel bir hukuk” ürettiğini zaten kimse saklamıyor. Fakat bir süredir yargının siyasallaşması bahsinin paralelinde ilerleyen vahim bir başka durum olduğunu da dikkatten uzak tutmamak gerek. Alan keyfileşince, denetimsiz hale gelince, iktidarın ihtiyaçları haricinde de bu boşluğu “hizmete” dönüştürecek yapılar elbette türer. Açığa çıkınca yakalanırlar ama düzene ve bunu mümkün kılan zemine pek dokunulmaz hatta konuşulmaz.

Konuyla ilgisiz görünebilir ama değinmeden geçemeyeceğim: Bir süredir 19 Mart sürecinin operasyon kısmında bir “yavaşlama” olduğu değerlendirmeleri var. Adıyaman’da Tutdere’nin görevine iadesi,  Esenyurt’ta Özer’in “kent uzlaşısından” tahliyesi gibi gelişmeler bununla ilişkili gösteriliyor. Bütün bunları CHP’nin “süreç komisyonuna” -nitelikli çoğunluk koşulunu kabul ettirerek- katılmasına bağlayanlar da var. Siyaseti, güçler dengesi içinde pazarlık imkanları yaratmak ve bunları değerlendirmek olarak gören yaklaşım için gayet açıklayıcı. Fakat hadisenin başka yüzünde, Murat Çalık’ın birkaç dakikalığına görmek için bekleyen ailesinden kaçırılarak hapishaneye götürülmesi, AYM ve AİHM tarafından tekrar tekrar verilen kararlarının ve “kent uzlaşısı tahliyesinin” aynı gerekçeyle tutuklu olanlar başkaları için uygulanmaması gibi şeyler de izliyoruz. Bu iki yüzü birlikte değerlendirince, “siyasileşmiş” yargı süreçlerinin, talimat verenler ve uygulayanlar arasında sürekli bir mücadeleyle sürdüğü izlenimi doğuyor. Özetle pazarlık bir siyaset imkanı olabilir ama pek de güvenilir değil.

Tekrar başladığımız noktaya dönersek, başımıza gelenler hakkında düşünürken, varılan son nokta veya hemen önümüzde duran eşik ya da köprüden önceki son çıkışı (kapıyı) tutma-tutturma gayreti dışına çıkarak düşünmeyi boşlamamak lazım. Biraz önce bahsettiğim “Sağın Kasveti” kitabında giriş alıntısı olan Enzo Traverso’nun “Solun Melankolisi” kitabındaki cümle tam buraya uyuyor: “… biz batan geminin kendisiyiz, kaza bizim başımıza geldi; boğulmamak için elimizden geleni yapmamız, batık gemimizi yeniden inşa etmemiz lazım”. Başımıza gelenler hakkında düşünür ve konuşurken “bizlerin bu felaketlere ait ve ortak” olduğumuzu unutmamız gerek. Ancak bize sunulan (dayatılan) düşünme ve tartışma biçimlerini, bağlamları ve üslupları tekrar edip suç ortaklığını sürdürmeden bunu yapmak önemli. Yaşanan felaketler için, uygun -veya istediğimiz- failleri tespit etmek hatta onların suçunu kanıtlamak bile, bunu yaratan fırtınadan bizi kurtarmayabilir.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar