Alper GÖRMÜŞ

‘Barış, savaştığınla işbirliği yapmaktır...’
21.08.2012
5418

 Bir grup PKK’lı tarafından kaçırılan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Milletvekili Hüseyin Aygün’ün serbest bırakıldıktan sonra yaptığı açıklamalarla onların medya eleğinden geçtikten sonraki hâlinin karşılaştırılması bir kez daha gösterdi ki, Türk medyası kahir ekseriyetiyle “barış” derken aslında “zafer” demek istiyor.

Dağdaki PKK’lılardan gelen “Biz de biliyoruz bu savaşın artık iyice anlamsızlaştığını” itirafını kıymetli bulmayıp üzerinde durmayan, buna karşılık bu itirafın kamuoyuna duyurulmasına aracılık eden bir milletvekilini topa tutan bir medyanın tavrı başka nasıl yorumlanabilir?

Meselenin siyaset yanına gelince...

Hüseyin Aygün’ün kaçırılması etrafında dönen “barış” ve “barış dili” tartışmalarını izlerken, bir şeyi çok kuvvetli bir biçimde bir kez daha hissettim: Gerek iktidar gerekse Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) çevrelerinden gelen “barış” vurgulu değerlendirmeler hiç “sahih” bir tını vermiyordu.

Barış çağrılarının bende neden böyle bir algıya yol açtığının cevabını, Aydın Engin’in Tan Oral’la gerçekleştirdiği nehir söyleşi Tan Oral Kitabı’nda buldum (İş Bankası Yayınları, 2006).

Büyük bir tesadüf eseri olarak, kitaptaki “barış” kavramının tartışıldığı bölümle, Aygün’ün kaçırılıp serbest bırakılmasından sonraki “barış” vurgulamalarını aynı günlerde okudum.


“Barış” neden “zafer” arzusuyla bağdaşmaz?

Tan Oral’ın 1970’lerdeki “Soğuk Savaş”ın taraflarının (ABD ve Sovyetler Birliği) ve onların Türkiye’deki taraftarlarının sürekli tekrarladıkları “barış” çağrılarının “barış”la neden hiç alâkasının olmadığına dair sözlerini okurken, günümüzdeki barış çağrılarına dair bariz bir aydınlanma duygusu yaşadım. Çünkü, Tan Oral’ın değerlendirmeleri, günümüzdeki “barış” çağrılarının neden barışla hiç alâkasının olmadığını da büyük bir ferasetle açıklıyordu.

Söylediklerini okuyunca anladım ki, gerçekte istenen şey barış değil “zafer”dir ve zafer için de çatışmaya devam etmek gerekir.

Bakalım, Tan Oral’ın “barış” ve “zafer”in doğalarına dair özgün analizi sizde de bende yarattığı heyecanı ve aydınlanma duygusunu yaratacak mı:


“Beni bir barış paneline çağırdılar. Orada öteden beri barışı savunan birçok eş, dost ve yazarı izlediğim zaman şunu fark ettim, aslında kimse barışı savunmuyordu, herkes zaferi savunuyordu. İstedikleri şey barış değil zaferdi. Herkesin istediği zafer. Yani zaferi kazanalım, ondan sonra dünya benim istediğim şekilde barış içinde devam edip gitsin.


“Bu barışçı bir bakış değil. Bu tam savaşçı bakış. O panelde şunu söyledim: ‘Barış düşmanla işbirliği yapmaktır...’ Tam vatan hainliğinin savunusunu yaptım sanki orada. Düşmanla işbirliği yapmanın, anlaşmanın adıdır barış. ‘Buna var mısınız, buna varsanız barışı savunalım’ dedim. (...) Barış budur, bu cesareti gösterebilmenin adıdır barış. Yani kavga ederiz, ben yenerim, ondan sonra sulh ve sükûn içinde benim egemenliğimde, benim istediğim bir dünyada yaşarız. Bu barış değil, bu savaşın tipik tanımı.”


Barış çağrıları neden “sahih” bir tını vermiyor?

İçinde bulunduğumuz savaşın tarafları da tam böyle davranmıyorlar mı? Bence tam böyle davranıyorlar ve onların “kavga” istemediklerine, “barış” istediklerine dair beyanlarının bize“sahih” gelmemesinin esas nedeni bu.

Zafer isteyen PKK’nın ve zafer isteyen devletin en çok “diz çöktürme tavrıyla barış olmaz”eleştirilerinden rahatsız olmalarının nedeni bu.

Zafer isteyen PKK’nın ve zafer isteyen devletin en çok Hüseyin Aygün gibi her iki tarafı eleştiren sahici barış yanlılarından rahatsız olmalarının nedeni bu.

Her iki tarafın medyasının, Hüseyin Aygün’ün şu türden eleştirilerini bugünlerde özenle gizlemesinin nedeni bu:


“PKK’yı da eleştiren bir noktadan bakmalıyız. Türkiye’deki aydınlar uzun süredir, PKK’nın kuyruğuna takılmış durumdalar. Eleştiri yapmıyorlar, sadece devlete, hükümete çağrı yapıyorlar. PKK da yapsa, Uludere’de Türk savaş uçakları da yapsa, şiddeti her zaman reddetmeliyiz. Çok vicdansız buluyorum, devlet bir şey yaptığında yerden yere vuruyorlar, örgüt, bir sürü kişiyi, sorgusuz sualsiz kurşuna diziyor, tek bir kelam etmiyorlar. Bir sivili öldürmenin gerekçesi olabilir mi? Türk gençleri yönünden bakan da yok, sanki onları bir ana doğurmadı. Şiddete bir girdiniz mi, şiddet sizi mahveder, örgütü de askeri de mahveder.”

Düşündükçe, kavramları ne kadar çarpıttığımızı, Tan Oral’ın ne kadar haklı olduğunu daha iyi anlıyorum: Barış “yapmak” için karşınızda sizinle mücadele eden bir “düşman”ınızın olması lazım. O yoksa, yani onu ezip yok ettiyseniz “barış yapabileceğiniz” bir özne de kalmamış demektir. Barış“düşman”la yapılır. Barış, “düşmanla işbirliği yapmaktır...”

Böyle bakınca, “devlet PKK’yı ezmeden barış olmaz” türünden cümlelerle konuşanların barış arzusuyla hiçbir ilgilerinin bulunmadığı daha iyi anlaşılıyor.

***

Ulusalcılardan ABD’ye hep aynı çağrı: “Onu bırak, beni al!”

En sevdiğim konuların başında gelen “Türk ulusalcılarının anti-Amerikancılığı”na dair mini dizinin üçüncü ve son bölümüne geldik...

Hatırlayacaksınız, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün Ergenekon davasındaki tanıklığını izleyen günlerde ortaya atılan, “Ergenekon ve Balyoz davaları 1 Mart 2003 tezkeresine direnen Türk Silahlı Kuvvetleri’nden intikam alma operasyonu” iddiasına cevap vermek için bir kez daha dönmüştüm favori konuma.

Bu dizinin ilk bölümünde (14 ağustos), askerlerin yaratmak istediği imajın tersine, ordu üst kademesinin tamamının o dönemde “tezkereci” olduğunu; ikinci bölümde ise (17 ağustos) Türk ulusalcılığının sivil kanadının simge ismi İlhan Selçuk’un yazıları üzerinden, ABD’nin ulusalcıların otoriter- jakoben- laik iktidar arzularına “tamam” demesi durumunda, ulusalcılığın “sivil” kanadının da onunla ittifaka hazır olduğunu göstermiştim.

Ulusalcılığın sert anti-Amerikancılığının sık sık “hava yapması” başka örnekler üzerinden de gösterilebilir... Bugün sıra, Tuncay Özkan ve Mehmet Haberal örneklerinde...


Özkan’dan Obama’ya, Haberal’dan “Amerikalılar”a...

ABD Başkanı Obama 5 Nisan 2009’da Türkiye’ye geldi. O Türkiye’ye gelmeden önce Tuncay Özkan’ınObama’ya hitaben kaleme alınmış bir yazısı “Biz Kaç Kişiyiz” platformunda yayınlandı (2 Nisan 2009).

Özkan mektubunda öncelikle, tıpkı 2006’da İlhan Selçuk’un “Başkan Bush”a yazdığı mektupta olduğu gibi ABD’nin AK Parti’yi desteklememesini istiyordu:


“AKP iktidarı, ülkemi din faşizmine taşımaktadır. (...) Bu din faşizminin Türkiye’yi ele geçirmesi ve Batılı bir demokrasi olma yolunda inanılmaz mesafe kateden ülkemi Hamas Örgütü’nün yanına koymasına, hukukun üstünlüğüne inanan vicdanınızla mı izin vereceksiniz? Türkiye’de Museviler gibi İslam dışı dinî azınlıkların hedef gösterilmesine, toplumun İranlaştırılmasına sessiz mi kalacaksınız?”

Peki, Obama’nın Tuncay Özkan’ın tavsiyelerine uyması, başka deyişle ulusalcıların otoriter- jakoben- laik iktidarlarına “tamam” demesi durumunda n’olmak ihtimali vardı? Gayet basit. O zaman ulusalcı iktidarla ABD tabii ki el ele çalışacaklardı:


“Size inanmak, güvenmek, Türkiye ve Amerika’nın barış kültürüne, medeniyete, insan uygarlığına el ele katkı sunmasını görmek istiyorum.”

Tuncay Özkan’ın bu mektubuna üyelerden çok sert bir tepki geldi. Çünkü onlar, o güne kadar liderlerinin anti-Amerikan, anti-AB ideolojisinin samimi olduğuna inanmışlardı. Kendileri de samimiyetle öyleydiler. Başka nasıl olsun ki: Platformun temel sloganı “Ne ABD ne AB, tam bağımsız Türkiye” değil miydi? Liderleri ABD ve AB’yi “yılan” gibi metaforlarla tanımlamıyor muydu?

Okurlar, “bağımsızlık ve özgürlük” için “dünya halklarının düşmanı” Amerika’dan medet uman liderlerini hayretle karşıladılar ve tepkilerini “Bağımsızlığımı ben kendi ilkelerim ve halkımın dinamizmiyle elde edemiyorsam, böyle bağımsızlık yerin dibine batsın”türünden cümlelerle dile getirdiler...


“Onu bırak beni al!”

Türk ulusalcılığının önde gelen temsilcileri her nedense “baş düşman” ABD’ye tavsiyede bulunmayı çok seviyorlar... Ve hepsinin de tavsiyesi aynı doğrultuda oluyor: “Onu bırak beni al...”

Bu histerik tavır bir kez de Ergenekon’un üçüncü iddianamesinden, bir başka anti-Amerikan ulusalcının sözleriyle “cee” demişti bize (Temmuz, 2009). Dinleme kayıtlarından öğrendik ki, davanın en önemli sanıklarından Mehmet Haberal telefonda Abdüllatif Şener’e şöyle demiş:


“Ben Amerikalılara diyorum ki, Türkiye dünyanın anahtarıdır. Sonra dedim ki o anahtarı çok iyi kullanacak bir yönetim Türkiye’nin başına gelsin, yoksa vay geldi halinize...”

Askeriyle siviliyle, ulusalcılığımızın anti-Amerikancılığı böyle işte: Özde değil, sözde...


[email protected]

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yorumlar (1)
  • Ad Soyad Giriniz...

    Ad Soyad Giriniz...

    12.03.2013 10:44

    "....özeleştiriden gocunmayan pek çok özgürlükçü solcu ve sol demokrat arasında, Chávez’i alelacele diktatörler çöplüğüne süpürmeden yâd edenler de var..." ve insanlarımızın anlayamadığı ya da anlamaları işlerine gelmediği birçok konuda olduğu gibi.. Teşekkürler, Melih Altınok...

Yazarlar