Esat KORKMAZ
ALEVİLER-KÜRTLER-GÖÇMENLER
GİRİŞ
“Gelecek,
yaptıklarımız kadar
yapmadıklarımızla da biçimlenir.”(1)
Hiçlik Meydanı’nı açmadan önce sizleri aşkı muhabbetlerimle selamlıyorum. Muhabbet kapsamında, gücüm ölçüsünde, belletilmiş dünya tarafından bilincin ayaklar altına alınmasına direneceğim; sizleri ilahi ya da resmi ezberi bozmaya ve kul kimliğini yadsımaya çağıracağım.
Gönül güncesi, can gölgesinde Hiçlik Defterine yazılır. Çabam, Hiçlik Defterine yazılanları okuma uğraşı olarak algılanmalıdır. Böylesi bir çaba içerisine girildiğinde, hazır olarak verilenin ya da belletilenin dışına çıkıp kesinlikle kendimize rastlayacağız, diyorum. Sözlerimiz hallerin eline esir düştü; onları esaretten kurtaralım ve özgün anlamlarına kavuşturalım, diyorum. Yasaklı kültürlerin anılarını çağıralım; çağıralım ki kendimizi bıraktığımız yerde bulalım ya da gelecekte kendimizi bekleyelim, diyorum; anılardan özgürleşmekten korkalım, diyorum.
Konuşurken ötesinde dinlerkensorgulayalım, sorgulayalım ki yaşanan anın ve geleceğin tehdidini ortadan kaldıracak olan başkaldırımız bizden uzaklaşmasın. İçimizi elden geçirmenin zamanı geldi de geçti bile, diye bağıralım; bağıralım ki bizi bizden ayırma girişimleri boşa çıksın, diyorum.
Ggeçmişin bilgisiniyaşamın hizmetine vermenin yolu bir yönüyle böylesi bir çalışmadan geçer. Eksikliği yaşam bağışlamaz, boşluk da tanımaz; ne olup ne bitiyor demeye fırsat bulamadan tarih egemenin hizmetine giriverir ve biz de bu tarihin hizmetçileri olup çıkarız. Hizmetçiler, efendileri adına tarihi aşırı çoğaltarak soysuzlaştırırlar; soysuzlaştırılmış tarih yaşamı parçalar. Böylesi bir son yakalandığında, ölüler yaşayanları bir bir gömmeye başlar; tarihimiz bizi inkâr eder.
Dünün acılarını ve anılarını, nereye gideceğimizi belirten bilinç ışıldakları durumuna getiremezsek nereden geldiğimizin bir anlamı kalmaz. Dünü unut, bugüne boş ver; hızlı daha hızlı ileriye git demek; yarına öykünme adına içimizdeki insana hayvanca direnmek anlamına gelir. İnsan dünyasında her şey ancak geçmişe götürülerek kavranabilir: Tarihe zorunlu olmamız bu nedenledir. O zaman şöyle demek gerekir: Bizde ne kadar tarih varsa, biz o kadar insanız; insan tarihine ne ölçüde düşünerek bakıyorsa o ölçüde kendisidir ya da başkalarının bir parçasıdır. Tarihine dönemeyenler insanı, günlük yaşamın içinde, onu gözlemleyerek tanımaya çalışırlar. Böylesi durumlarda genellikle bilgi ile görüntü birbirine karıştırılır. Çünkü gerçeklik dediğimiz şey, kimi kez önümüzde somut olarak dursa da çıplak gözle kavranamayacak denli karmaşıktır.
Tarihsellik mi? Gündelik mi? ikileminde nerede duracağımızı bilmek durumundayız: Gerçek anlamda düşünmeyi biz, tarihselin kıvrımlarından geçerek öğrenebiliriz. İşitilmiş olan şey, hatta görülmüş olan şey değil, bilincine varılmış şey gerçek bilgidir. Ama diğer taraftan biliyoruz ki hiçbir bilinç, kendi uzanımının ötesine geçebilecek biçimde bilgi üretemez; kendi sınırlarını ya da olanaklarını aşan bilinç, gerçeklikte karşılığı olmayan kurgular üretmek zorunda kalır.
Yaşam, yaşayanlardan çok ölenlerden ibarettir: Öyleyse ölenlerimize yaşamımızı kurma olanağını yaratmak durumundayız. Onlar, bizlerde yaşamak için kendilerini kendilerinden, bir hiçlik zarı ile ayırırlar; eğer bizler onları diriltemezsek ne onları ne de kendimizi ölçebiliriz. Açık değil mi? Ölenlerimizin hiçliğine taşınmak ve onlara doğma, yani zaman olma şansını vermek zorundayız. Bunu sağlayamazsak kendimizi ve ölenlerimizi gelecekte boşuna bekleriz. Ezilenlerin tarihini doğasından kovanlarla işbirliği yaparız.
Tarih neler olduğu değildir; tarih, yazılanlardan ibarettir; bir yazarın, politik gündeme bağlı kalarak yazdıklarından oluşur. İşte bu anlayış nedeniyle ben, kütüphanelerde ya da kitaplarda bulunmayan gerçek insanlık kayıtlarını ortaya çıkarmak için alandan alana koşuyorum; yerel tarihçileri ya da öykücüleri bulup onların hafıza kayıtlarından bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum.
Toprağımın yasaklı kültüründe, kâmil insanın gösterdiği harikalara keramet adı verilirken peygamberlerin gösterdiği harikalara mucize denir. Keramet terimi ile mucize terimi birbirine karıştırılmaz; çünkü, mucize gösterenle keramet gösteren kimlikler farklıdır. Olağanüstü şey için harkulâde terimi kullanılır: Tanrı’nın koyduğu olağan yasaları kıran şey olarak algılanır; Tanrı, neden-sonuç zincirini kırmak istediğinde ve bunu gerçekleştirdiğinde, gerçekleştirme eyleminin kendisi harkulâdedir(baba), ortaya çıkan sonuç ise harikadır(çocuk). Bu bağlamda harika yaşamın yönünü değiştirir, yani insanı geleceğe hazırlar.
Ruhun eylemli haline soluma diyebiliriz: Ruh karşılığı olarak kullanılan soluk, başlangıç tasarımlarında; evreni canlandıran, dönüştüren, yoğunlaştığında biçim bulan, yani evrenin dokusunu oluşturan güç olarak algılandı. Ruh, hiçlik torbasından çıktığında, solumaya başlar: Soluk alıp-verme insanda sıcak kan/ sıcak duman, evrende ısı/ ışık donunda görünüşe taşınır; bu durum bedenin ve evrenin varlığa gelmesi demektir. Soluma bir yanma olduğu için ruh, kendini yakarak bedenini kurar. Bu durum Tanrı için de geçerlidir: Evrensel ruh, kendini yakarak dünyayı kurar.
Yasaklı kültürler, yaralı bir bilince sahiptir; kan damlayan bu bilinç, geleceğimizin güvencesidir. Çünkü güzellikler dünyaya şölenle gelmez: Annelerimiz inlemese bizler ağlamasak dünyaya gelmeyecektik.
Emperyal güçler halkları, egemenlere karşı ortak bir iradeyi dışa vuran bir güç olmaktan çıkardı; kalabalık durumuna getirdi ve orada tecride aldı. Devletler Ortodoks kültüre yatırım yaptı, diğer inanç-düşünce ve felsefeleri tecride aldı; ana etnik gruplar, kendi kanına yatırım yaptı, diğer etnik yapıları tecride aldı. Sistem kadını erkeğin evrenselliğinde, erkeği de sistemin amacında tecride aldı. Şimdi tecridi nasıl kıracağımızı tartışıyoruz.
Özetle çağımız insanı tutsak, şimdiyi inkâr edemiyor; geleceği ve geçmişi şimdi yapamıyor. Egemenin düşünde, kendini yitirmiş durumda. Şimdiden uzaklaşmayan şimdi, beyinlerimizi zincire vurmuş, hiçbir düşünceye artık izin vermiyor.
Öyleyse durmayalım; bedenimize ve doğaya ilişkin bilgiyi yanımıza alıp hiçliğimize taşınalım; sonra geleceği kuracak olan acılara-sıkıntılara binip hiçliğimizden feryatlar içinde doğalım. Bunu başarabilirsek yaşarken can çekişebiliriz. Can çekişebilirsek eğer tecridi kırabiliriz.
KÜLTÜREL IRKÇILIK
Irkçılık “dışlayıcı” bir yaşam deneyimi olarak “sömürgecilik” döneminde ortaya çıkıyor: Avrupalılar, Amerika’yı sömürgeleştirince, “köle statüsünde” çalıştırılan niteliksiz ya da yarı-nitelikli işçilerle tarım yapılan büyük çiftlikler doğuyor; bu çiftlikler, sahibinin mutlak egemenliğine dayalı olarak yönetilen dönemin ekonomik ve siyasal kurumları olarak öne çıkıyor.
İşte ırkçılık ilk kez “plantasyon” adını alan bu çiftliklerin sahiplerinin “ideolojisi” olarak beliriyor ve kapitalist üretim ilişkisi içinde kullanılan “köle emeğini”, “köle emeğine sahip kimliği” tanımlamayı amaçlıyor.(2) Kapitalist üretim biçiminde, “ücretli-özgür emek” söz konusu olduğu için böylesi bir ideolojinin düşünsel üretimine “mecbur” kalınıyor. Üretilen ideolojinin verdiği güçle sömürgecilik dönemindeki ırkçılık, “biyolojik ölçütlere” göndermeler yaparak son derece “vahşi” uygulamalar biçiminde yaşama taşınıyor. İşte bu vahşi uygulamalar kapsamında, Kuzey Amerika’da yaşamış olan yerli halklara, onları soykırıma uğratan “Beyaz Adam”, biyolojik ölçütü çağrıştıracak biçimde “Kızılderili”(Redskin) dedi: Orada-burada bilinçsizce kullandığımız “Kızılderili” adı, Avrupa kökenlilerin Amerika’da uyguladığı “ırkçılığın” kanıtından başka bir şey değildir.
Böyle olmakla birlikte ırkçılığı, yalnızca “sömürgecilik” dönemine özgü bir ideoloji olarak algılayamayız: Biraz yakından bakarsak kapitalist üretim ilişkilerinin kendi işleyiş mantığı gereği ırkçılığa “zorunlu” olduğunu hemen algılarız. Bir ideoloji olarak ırkçılığın kapitalist üretim tarzından kaynaklanması, onun “kurmaca” olmadığını da kanıtlar; “sınıfsal bir zorunluluğun çocuğudur”, demek belki daha doğru olur. Nerede bir kapitalist üretim ilişkisi varsa, orada bu “çocuk doğuma” hazırlanır: “Irkçılık Batı’ya özgüdür”, yargısı; kapitalist ilişkilerin önce orada “kök salması” nedeniyledir.
Benim toprağımda da “uygulama acımasızlığıyla” belirgin bir ırkçılık vardır; ama bu ırkçılık Batı’daki özgün halinden “farklıdır”: Biyolojik ölçütlerden çok, “kültürel ölçütleri” kendisine gerekçe yapan bir ırkçılıkla iç içe yaşadık-yaşıyoruz. Farklılıklarıyla belirgin bu ırkçılığı “kavramlaştırmanın” zamanı gelmiş de geçmiştir bile.
Üstelik bugün Batı kapitalizmi, ırkçılığı, tarihindeki “özgün biçiminden çok farklı biçimde” uyguluyor: Hemen her krizde, yoksullaşan kitlelere, bunun sorumlusu olarak “göçmen işçileri” gösteriyor. Göçmen işçilere yönelik öfke “iş yapacak” duruma taşınınca onları önce “üretim sürecinden”, sonra da “yaşamdan kovmaya” yelteniyor (3).“Yeni-ırkçılık” denilen şey işte bu. (4)
Günümüz ırkçılığını, geçmiş ırkçılık uygulamalarından ayırt etmek için “modern ırkçılık”, “çağdaş ırkçılık”, “ırksız ırkçılık”, “kültürel ırkçılık” ya da “yeni ırkçılık” kavramlarından birinin kullanılması gerekli ve anlamlı olacaktır. Batı’da “bilimsellik görüntüsü” verilerek yaşama taşınan ırkçılık, milyonlarca insanın katledilme nedeni bir ideoloji olmuştur.
İnsanlık geçmişinde yabancıya karşı iki tür tutum takınmıştır:
a) Yabancıyı aşağılamış, onu düşman kabul etmiş; ondan uzak durmayı yeğlemiş ancak onu yoketmeye yönelmemiştir.
b) Yabancıyı merak etmiş, onunla ilişki kurmayı istemiş ve onu değerli görmüştür.
Poliakov, “Başlangıçta yabancı vardı”, diyor ve bu özlü sözünü; “Her uygarlık, kendisini yabancı olanla ayrış-tırarak tanımlama eğilimine sahiptir.”(5),diyerek tamamlıyor.
İlkçağ’da, köleciliğin “doğallık” ölçütleriyle ilişkilendirilmesi(Aristoteles’te olduğu gibi) köleci toplumun savunulmasıdır ama “ırkçılık” değildir. Daha açık algılanması açısından Marx’ın “yabancı emek gücünün kullanılması”na ilişkin görüşlerinin anımsanmasında yarar vardır: Marx köleciliği, “ataerkil” egemenlik ilişkilerinin “genişleme” koşullarında ele alıyor ve bu koşullarda, “yabancı emek gücünün kullanımı”nın özünü görüyor. Çocukların ve kadının aile içinde, “erkeğin kölesi” olmasını, kölecilik için bir “öz” oluşturduğunu belirtiyor; köleciliğin, “çok kaba ve gizli bir seçeneği” olarak yorumluyor. Yorumuyla Marx, eski ekonomik biçimin bir sonraki toplumsal yapı içinde “varlık alanı” bulduğunu ileri sürmüş oluyor ve kapitalizmden önceki dönemlerde tanık olunan “dışlama-aşağılama” deneyimlerinin ırkçılıkla “ne türden bir bağa” sahip olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda, burjuva ekonomik sistem, kendi içinde “her türden ekonomik ilişkiye gereksinim hisseder.” Marx’ın yaklaşımının izini sürerek benzer bir işleyişi “ideolojik yapılar” için de düşünebiliriz: Burjuva sistem, yapısındaki bir zaafı-eksikliği-kusuru “aşabilmak” için ırkçı ideolojiyi “geliştirip- dönüştürerek” kullanır; geliştirdiği-dönüştürdüğü ırkçılığı “kullanıma” sunarken eski sistemlerin dışlama deneyimlerini-açıklamalarını “kendine mal eder.”
Irkçı ideolojiyi “kapitalizmin bir ürünü” olarak görmek, Yahudi düşmanlığının ırkçılık olup olmadığını zorunlu olarak gündeme getirir: “Poliakov anti-Yahudizm ve antisemitizm ayrımı yapıyor ve bunların farklı tutumlar olduğunu ekliyor. Düşüncesinde böyle bir ayrıma yer vermeyen Memmi ise antisemitizmin ırkçılıktan başka bir şey olduğuna inanmadığını söylüyor. Memmi’ye göre antisemitizm, nesnesini daha kesin çizgilerle tanımlamış bir ırkçılık türüdür, antisemitizm Yahudileri hedef alan bir ırkçılıktır.” (6)
Yahudi geçmişini yakın zamana değin izlediğimizde, örneğin Ortaçağ İspanya’sında sosyo-ekonomik gelişime önemli katkılar verdiğini görüyoruz: Ancak iktidar değişimleri onların konumlarını doğrudan etkiliyor; bu etkiler kimi zaman “olumlu”, kimi zamansa “olumsuz” oluyor. Olumsuz etkilenmeler arka arkaya eklenince Yahudiler “sürgüne” gönderiliyor ya da “katliama” uğratılıyor. İlk katliam 1066 yılında Granada’da gerçekleşiyor. 1450’yi izleyen yıllarda, Yahudileri dışlama gerekçelerine “yeni” bir olumsuzluk ekleniyor: “Kan saflığı” düşüncesi, Yahudi düşmalığının “belirleyici gerekçesi” olup çıkıyor; Yahudi kanı taşıyanlar kamu kuruluşlarından atılıyor; engizisyonun da sürece katılmasıyla “biyolojik gösterene” dayalı ırkçılık boy veriyor.
ÇAĞDAŞ KAPİTALİZM IRKÇILIĞI ÜRETMEK ZORUNDADIR
Irkçılığın baskıcı bir öğreti olarak ortaya çıkması, “sömürgecilik” dönemiyle birlikte başlar: XVII. yüzyılda, köle ticaretinin zirve yapmasıyla “biyolojik gösterene” dayalı ırkçılık en “azgın” dönemnini yaşar; işgal edilen toprakların yerlileri “biyolojik gelişmemişliğin”, yani “biyolojik bozulmuşluğun-yozlaşmanın” kimliği olarak algılanırlar. Bu kimlik, XIX. yüzyılda, Naziler tarafından Yahudilere yapıştırılır: Bilimsel “görünümlü” kuramların eşliğinde üstün ari-ırk/aşağı Yahudi ırk “ayrımı” belleklere kazınır. Görüldüğü gibi “sahte bilimsel” açıklamalar Yeniçağ’a özgüdür: Bu bağlamda yapılan beyin anatomisi araştırmalarıyla Avrupalı beyninin diğer ulusların beyinlerine oranla “daha çok bilgi içerme kapasitesine” sahip olduğu sonucuna varılır. Böylece XIX. yüzyıl Avrupası, insan türünün “aşağı ve üstün ırklara” ayrıldığına ikna olur.
Günümüzdeki ırkçılık, kültürel ve etnik farklılıkları “aşılmaz” bir kader olarak algılar; tıpkı siyah olmanın değiştirilemezliği gibi. Irkçılığın biyolojik temellendirilmesi, hem bilimsel açıdan “mahkûm” edilmiş hem de Nazilerin kullandığı yöntem nedeniyle taşınamayacak denli “kirlenmiştir”. Biyolojik gösterenli ırkçılık yalnızca “yaşamdan” değil, kafalardan da “kovulmuştur”. Çağdaş kapitalizm, yapısında, ırkçılığın yaşamasını gerektiren nedensellikler taşır; sıralayalım:
a) İşçiler arasındaki ekonomik rekabet, ücret farklılığı yaratır: Bu farklılık, iki ayrı ulustan işçilere bağlandığında ırkçılık yapılanmaya başlar.
b) Beyaz işçi(egemen ulusun işçisi), kendini kendi ulusunun kapitalistiyle özdeşleştirir; ırkçılık alan bulur ve aidiyet duygusu, dinin işlevini üstlenir.
c) Beyaz işçinin kendini, patronuyla aynı aidiyette hissetmesi, ırkçılığı kapitalist sınıfın hizmetine sokar.(7)
Callinicos’un sıralamasını basitleştirerek verdik: “... açıklamaları önemli oranda ikna edici olmakla birlikte, ırkçı ideolojinin bugün neden gerekli olduğunu cevaplamada bir kayganlık taşıyor.... ırkçılığın ekonomik gereklilik olmaktan çok, bir ideolojik gereklilik taşıdığı izleniminde kendini dışa vuruyor. ... Rauf, çok yerinde bir yaklaşımla, ırkçılığın ortaya çkışı ile burjuva toplumunun gelişimi arasındaki paralelliğin gösterilmesinin, ırkçı ideolojinin kapitalist ekonomiyle dolaysız bağlı olduğunu göstermeye yetmeyeceğini söylüyor. Irkçı ideolojiyi burjuva toplumuyla bağlı ele alabilmek için onun kapitalist ekonominin bir işleyişinden dolaysız olarak türediğini göstermek gerekiyor.... Rauf,... basitleştirerek açıklıyor: İşçi kendi çalışma süresinde ücret olarak ödenen değerden daha fazla bir değer yaratır. Bu artıdeğere el koyan patronun da iki seçeneği vardır. Ya el koyduğu artıdeğerle yeni üretim araçlarına yatırım yapar ya da yeni işgücü satın alır. Kural olarak teknik nedenlerle yeni ek işgücü edinmek çok akıllıca değildir. Buradaki teknik sorun, makinelerin haddinden fazla çalışacak olmasıdır. Bu durumda patron daha az işçinin çalışmasını gerektiren yeni makineler satın alır. Bu ise sermayenin organik terkibinin değişime uğraması demektir. Bu değişim sabit sermayenin, değişken sermaye karşısında büyümesidir..... artıdeğer düşme eğilimine girmiştir, çünkü yalnızca işçiler değer üretir..... Bu durumda metanın değeri düşer. ... sermayenin organik terkibini c’nin lehine büyüten ilk patron, bir Pazar avantajı yakalar.... bu aşama, bir yandan iflasların, diğer yandan da tekellerin oluştuğu noktadır... ama bu hep böyle olmak zorunda değildir. Kapitalist üretim tarzı ikinci bir yolu da deneyebilir: ...yukarıda da değinildiği gibi sermayenin artıdeğer üreten kesimi değişken sermayedir, öyleyse artıdeğerin artırılması, temel olarak, değişken sermaye giderlerinin düşürülmesine bağlıdır. Yeni teknolojiler alınmadan ve mevcut makineler yenilenmeden değişken sermaye giderlerinin düşürülmesinin çeşitli yolları vardır.... Bütün bu karmaşık süreçlerde yapılacak en akıllıca iş, ya işgücünün ucuz olduğu yerlere taşınmak ya da işgücünü ucuz olduğu yerden çekip almaktır. Her iki durumda da ırkçılık varlık alanı bulur.” (8)
KORKUNUN IRKÇILIĞA KATKISI
Korku zeminine taşınan birey, kendisine bir “kurban” arar; bunun için “toplumsal gerilimden” yararlanır. Toplumsal gerilimler arasında yer alan “etnik azınlığı” ya da felsefe-öğreti-inanç bakımından “farklı bir topluluğu” suçlu ilan eder. Böylece kendi saldırganlığını “yansıtma” yoluyla kurbanına “aktarmış” olur. Aktarma tamamlanır tamamlanmaz ırkçı birey, egemenle özdeşleştirdiği bireysel üstünlüğünü “yitirmekten” korkar: Korkunun izinde, egemen sınıfın amaçlarını “kendi amacı” beller ve amacının “iptal” olmasından korku duyar: Demek ki “Irkçı insan korkak insandır; o korkar, çünkü saldırgandır, o saldırır, çünkü korkar. Olası bir saldırıdan korkan ya da olası bir saldırıya inanan insan, gerçekten saldırır, korkusundan kurtulmak için saldırır.” (9)Bu gerilim “cangılında”, toprağım özelinde, “kültürel ırkçılık” uygulamaları devreye sokularak “dışlanması” gereken korku kaynakları etnik temelde “Kürtten korkma”(Kürtfobi) ve felsefe-inanç-öğreti temelinde “Alevilikten korkma”(Alevifobi) biçiminde öne çıkarılmıştır.
CİNSİYETÇİLİĞİN IRKÇILIĞA KATKISI
Irkçılığın “korku” dışında “cinsiyetçilik” ile de bağları kurulmuştur. Bu konuda Foucault ön alır: “Foucault.. görüşünü, burjuvazi açısından cinsel organın nasıl kavrandığını tartışarak açıklıyor: Cinsel organ, burjuvazinin, egemen olduğu kişileri daha çok çalıştırmak için bedenlerinde iptal ettiği bir bölüm değildir. Tersine, burjuvazi cinsel organına gizemli ve belirsiz bir güç yakıştırarak bedenini onunla tanımlar. Soyu üstünde kaçınılmaz etkileri olacağını kabul ederek, geleceğinin cinsel organına bağlı olduğunu düşünür. Burjuvazi, cinselliğinden yola çıkarak özgün bir beden, sağlıklı yaşam ve sağlığın korunmasıyla, ortaya çıkaracağı soy ve ırkla bir ‘sınıf’ bedeni oluşturmaya çabalar. Yapmaya çalıştığı, bedenin cinselleştirilmesi, cinsel organla bedenin içten birleşmesidir. Burada yapılan aristokrasinin kendi bedeninin özgünlüğünü olumlaması gibidir. Aristokrasi kendi bedeninin özgünlüğünü soyunun çok eskilere dayanması ve kana bağlı olarak anlatıyordu. Burjuvazi ise kendi bedeniyle ilişkisinde ters yöne bakar: gelecek soyu ve organizmasının sağlığı. Foucault bu ilişkiyi son derece çarpıcı bir ifadeyle anlatıyor: ‘Burjuvazinin ‘kan’ı cinsel organı oldu.’” (10)
Irkçılığın cinsiyetçilikle “birlikte” anılmasının bir başka nedeni üzerinde de duruldu: “Bu ilişki, yabancı olanın dişileştirilmesi şeklinde ifade buluyor. Yani yabancı olan da tıpkı kadınlar gibi, edilgen, irrasyonel, aşırı duygusal olmakla tanımlanıyor. Her iki grubun da ‘doğaya yakın oluşu’ tespiti, uygarlığa daha az yatkın olma tanımlamasıyla birleşiyor ve bu insan grupları üstündeki kontrolün meşrulaştırılması sağlanmak isteniyor.” (11)
DEVLET IRKÇILIĞI
Foucault, “devlet ırkçılığı” dediği süreci açıklarken iktidarın XIX. yüzyılla birlikte yaşamı göz önünde tutmaya başladığını belirtir. İnsan üstünde iktidar kurma diyebileceğimiz bu gelişme “biyolojik olanın devletleştirilmesi”nden başka bir şey değildir. Artık geçmişte, öldürme hakkını elinde tutan hükümranlık iktidarı yerine, biyo-iktidar teknolojisiyle birlikte, canlı varlık insanın üzerinde “yaşatma” iktidarı olan çok bilgili bir iktidar ortaya çıkıyor; hem “bedenin” hem de “yaşamın” sorumluluğunu yüklenen bir iktidar. “Yaşatma” amaçlı biyo-iktidara, -Sen öldürme yetkini nasıl kullanıyorsun?, diye sorduğumuzda devlet yapısındaki ırkçılığın kapısı açılmış olur: “Irkçılığı devletin mekanizmalarına sokan, işte bu biyo-iktidarın birden belirimidir. Irkçılık, iktidarın temel mekanizması olarak, modern devletlerde kendini gösterdiği biçimiyle, bu anda yerleşir, ki bu da, belirli bir zamanda, belirli bir ölçüde ve belirli koşullarda, ırkçılıktan geçmemiş hiçbir modern devlet işleyişi olmadığını gösteriyor.”(12)
Irkçılığın devlet mekanizmasına sokulmasıyla iktidarın sorumluluk yüklendiği yaşam alanında, “ölmesi gerekenle yaşaması gereken” arasında bir “kesinti” ortaya çıkıyor: “Yaşamak istiyorsan ötekinin, dışlananın, aşağı olanın öldürülmesi gerekir”, yargısı yaşamda “kol gezmeye” başlıyor.
IRKÇILIK VE MİLLİYETÇİLİK AYNI ÜRETİM İLİŞKİSİNDEN ÇIKAR
Irkçılık ile milliyetçilik arasındaki ilişki, dışarıdan bakıldığında karmaşıktır denilebilir. Bana, “ırkçılık hakkında ne düşündüğünü söyle ben sana milliyetçiliğin neresinde olduğunu söyleyeyim”, sözü bu karmaşıklığı açıklar niteliktedir. Kapitalist birikimin “denetimine” eşlik eden ideolojinin adı milliyetçiliktir. (13)
Modern anlamıyla uluslar, “Ortaçağ Hıristiyanlığının çöküşüyle” ortaya çıkar: Bu çöküş önce Güney Fransa’da, daha sonra Kuzey İtalya’da gerçekleştiği için ulusalcılık öncelikle buralarda başladı: “Örtüşen kültürel özelliklerin tanımladığı etnik grup, kendi varlığından emin olmanın ötesinde kendisine ayrıca politik bir sınır da istediği zaman, etnisite politikleşir ve milliyetçiliği doğurur.” (14)
Çöküşü hazırlayan etkenlerin başında “dil olgusu” gelir: Halkın dilinde kitap basımının ve dağıtımının yarattığı etki, Hıristiyanlığın kutsal dili Latinceyi, zâhiri zeminden bâtıni zemine taşıdı. Gelişen kapitalizm, yaşama taşındığı hemen her toprakta, kutsal dilin ötesinde yayın dilleri yarattı ve Anderson’a göre ulusal bilincin temellerini attı: Öncelikle konuşarak anlaşamayan yığınlara, yazılı kağıtlarla anlaşma yolunu açtı. İkincisi uluslaşma için gerekli kadimlik-ezelilik düşüncesinin oluşturulmasına hizmet etti. Üçüncüsü ise halk dillerinden bir iktidar dili yarattı. (15) Bu nedenle E.J. Hobsbawn, “..ölü ‘klasik’ ya da ritüel diller ne kadar prestijli olursa olsunlar milli dillere dönüşmeye uygun değillerdir.”, diyor. (16)
Ortaçağ’da, imparatorlukların gücü “çözülünce” Papalık “iktidar kaybına” uğradı: Bu gelişmeyle birlikte ulus devletlerin “temeli” atılmış oldu. Artık bilimin-kültürün taşıyıcısı rahipler ve ulema değildi; ruhbanlık “dışı” insanlardı. Açıkçası kitap basımının “icat” edilmesiyle ruhbanlık dışı bir seçkinler topluluğu oluştu; bilgi ruhbanların “tekelinden” çıktı.
Irkçılığın ve milliyetçiliğin “aynı” üretim ilişkisi içinde ortaya çıktığını söylemek yanlış olmaz: Irkçılık da milliyetçilik de içinden doğdukları üretim ilişkisinin “yerleşmesini ve sürekliliğini” sağlayan ideolojilerdir; kendilerini yaratan üretim ilişkisine ilişkin farklı işlevleri vardır ve farklı işlevleriyle üretim ilişkisinde ortaya çıkan sorunların “çözümünü” sağlarlar.
GÜNÜMÜZ IRKÇILIĞI
Irkçılık, başlangıçta, kapitalist üretim ilişkisi içinde “köle emeği kullanmayı meşru kılmanın” ideolojisi olarak ortaya çıktı. Günümüzde ise köle emeğinin yerini “göçmen işçilerin” ücret “eşitsizliği” ve onlara sunulan işin “niteliği” aldı. Bu bağlamda günümüz ırkçılığı, bu ırkçılığı kullananlar tarafından, kendileriyle “ortak bir geçmişe sahip olmayan” insanlara dayattığı bir ideolojidir artık. Diğer taraftan günümüz ırkçılığı, ulusal sınırlar içinde, dışlanan etnik ya da farklı kültürel gruplara karşı uygulanan baskı ve egemenliğin “gerekçesini” oluşturmaktadır.
Milliyetçiliğe gelince milliyetçilik, aynı üretim ilişkisi içinde, emek gücünü satmak zorunda kalan insanları “sisteme bağlamanın” ideolojisidir. Bu haliyle günümüz milliyetçiliği, onu kullananlar tarafından, kendileriyle “ortak bir geçmişe sahip” oldukları insanlara dayattığı bir ideolojidir.
Irkçılık ideolojisindeki “değişimlere” koşut olarak, ırkçılık kavramı da “değişime” uğradı: Artık “daha aşağı” bir ırkın varlığından söz edilmiyor. Irkçılık kapsamında biyolojik gösterenlerin yerine, kökenlerinden dolayı bir başka kültür dünyasına bağlı insan gruplarının “varlığı” geçti. Belirleyici anlamda öne çıkarılan bu kültürel özelliklerin “aşılamaz” olduğu yargısıyla farklı kültürlerden gelen insanların “benzer olmadıkları” ve “olamayacakları” bir bakıma ortak kabule bağlandı; aptallık, tembellik, pislik vb. niteliklerin sözü edilen kültürel “farklılıklardan” kaynaklandığı benimsendi.
Özetle ırkçılık ideolojisindeki biyolojik gösterenlerin yerini “kültür” kavramıyla ilişkilendirilen “belirlemeler” aldı: Ve “yeni ırkçılık”, kültürler arasındaki farklılığa dayanarak temellendirildi. Artık, ırkların kana bağlı olarak değil de “kültüre bağlı” olarak tanımlandığı bir dönemi yaşıyoruz. Fanon durumu çarpıcı biçimde açıklıyor: “Kendini rasyonel, bireysel, genotip ve fenotip(...) belirleyerek sunan ırkçılık bir kültürel ırkçılığa dönüşüyor. Irkçılığın nesnesi artık tek tek insanlar değil, özellikle belirli bir varoluş biçimi.” (17)
Fanon’un konuya ilişkin bir diğer saptaması da sömürü biçimindeki “evrimleşmenin-değişimin” bir sonucu olarak ırkçılık kavramı “değişime” uğramıştır, şeklindedir: Fanon’a göre “...vulger ırkçılığın, insanın kol emeğinin kabaca ve acımasızca sömürüldüğü döneme uygun olduğu. Ama üretim araçlarının giderek mükemmelleşmesi, insanın sömürülmesinin teknikle perdelenmesine neden oluyor. Üretim araçlarındaki bu mükemmelleşme, ırkçılık biçiminin de değişmesini getiriyor.” (18) Fanon üç gözlemde bulunuyor:
a- Irkçılık durağan bir olgu değildir; zaman içinde kendini yenileme, yeni biçimler kazanma özelliğine sahiptir.
b- Başlangıçta, biyolojik gösterenlere bağlı ırkçılık, sömürgecilik dönemine özgüdür.
c- Irkçılık, sömürgeci yönetimlerin merkezi unsurudur; sömürgecilerin amacına uygun olarak sömürge halkların nesne durumuna getirilmesini sağlar.
Yeni ırkçılığın saptanmasında “uygulamanın kendisi” yeterince kanıttır: Balibar, “yeni ırkçılık sömürgecilikten kurtuluş çağına, eski sömürgeler ile eski anavatanlar arsındaki nüfus hareketlerinin tersine çevrilişine ilişkin bir ırkıçılıktır. Aynı zamanda insanlığın tek bir politik alan içinde parçalanışı çağına ait bir ırkçılıktır.”(19), saptamasında bulunuyor.
Poliakov, Avrupalı olmayan kültürlerde yabancılara karşı düşmanca duyguların gizli izleri görünüyor olsa da yalnızca Batı’da, ırkçılığın “suça” neden olduğunu belirtiyor. Irkçılığı yalnızca Batı Kültürü kavramıyla tartışmanın eksikliğini Alex Demirovic kapatıyor: “...ırkçılık Batılı bir olgu değil de kapitalist üretim ilişkileriyle yaşam alanı bulan bir ideoloji olduğundan, kapitalist ekonominin daha yakın tarihlerde yerleştiği ülkelerde de ırkçılığın araştırılması anlamlı bir çabadır.” (20)
Kapitalist ilişkilerin izi sürüldüğünde, kültürel ırkçılığın kurbanları bir-bir ön almaya başlar:
*-İlk ırkçılık kurbanı insanlar, işgal edilen toprakların yerli halkları oldu(Kızılderililer, Aborjinler vb.)
*- Irkçılığın ikinci grup kurbanları, kapitalist ekonominin ucuz işgücü talebine bağlı olarak köklerinden sökülerek Amerika’ya taşınan Afrikalılar oldu.
*- Irkçılığın üçüncü grup kurbanları, Batı ülkelerine iş-aş peşinde ya da can güvenliği nedeniyle göç eden işçilerimiz-insanlarımız oldu.
*- Irkçılığın dördüncü grup kurbanları ise toprağımda ya da toprağıma benzeyen topraklarda, egemeni rahatsız eden bir kültürün taşıyıcıları-yaşatıcıları durumundaki topluluklar (Kızılbaşlar, Kürtler vb.) ya da azınlıklar(Ermeniler, Rumlar, Yahudiler vb) oldu.
Bugünün uygar diye tanımlanan dünün sömürgeci toplumları; kendi geçmişlerini, günün “tasallutundan kurtardıklarını” sanıyorlar. Bu güven içinde göçmenlerin kültürel geçmişlerini “iptal” ediyorlar. Göçmenlerin kültürlerinin yaşama taşınabilmesi için “özne” kabul edilmesi gerekir. Ama hayır!, siz “özne” olamazsınız, deniyor: Siz çağımızın öznelerinin, yani gelişmiş Batı toplumlarının “nesnesi” olabilirsiniz ancak. Kültürel tarihiniz olamaz; kültürünüzü tarihselleştiremezsiniz. Buna yeltenirseniz, “gerici” bir içeriği uygarlığa “dayatmış” olursunuz ve ben “bugünün saldırısından sizleri kurtamam”, denmek isteniyor bir bakıma. Aslında bu yaklaşım, tek-kültürlü bir toplum yaratmak için başvurulan bir “kültürel ırkçılık” uygulamasıdır.(21)
Şimdi “entegresyon” dönemi: Nedir entegrasyon? Son zamanlarda, insanların bir toplumla bütünleşmesini, uyumunu anlatmak için sıkça kullanılan bir terim.Örneğin “göçmenlerin” Batı toplumlarıyla entegrasyonu.
Batı dayatmalarını, kültürel ırkçılık kapsamında yaptığı her türlü işi artık “entegrasyon” uygulamaları biçiminde yaşama taşıyor. Burada sözü, konuya ilişkin feryat eden ve sesini duyuramadığından yakınan HTİB genel Başkanı Mustafa Ayrancı’ya verelim:
“Son yıllarda, Batı Avrupa ülkelerindeki göçmen işçilerin bulundukları ülkelere uyumu konusundaki tartışmalar da biraz körlerin fili kendi gözlemlerine göre nasıl algıladıklarına benzemektedir. Özellikle yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren başlayan tartışmaların günümüzdeki aldığı biçimlere bakarsak, entegrasyon kavramından herkesin ne kadar farklı şeyler anladığını gözlemek daha da kolaylaşır.
Gerçekten de yetmişli yılların ikinci yarısından itibaren yapılan değişik araştırmalar, o zamana kadar misafir oldukları düşünülen göçmen işçilerin artık kalıcı olduklarını göstermeye başlamıştır. Geri dönüşlerini sürekli olarak erteleyen, geleceklerini geldikleri ülkelerden çok çalıştıkları ülkelerde gören, bu yüzden ailelerini bulundukları ülkelere getirmeye başlayarak, kendi dilleri, kültürleri, alışkanlık ve gelenekleriyle oralarda dikkat çeken azınlık gruplar oluşturan göçmen işçiler, şimdiye kadar bir çok politik, ekonomik, sosyal ve akademik tartışmanın konusu olmuşlardır. Entegrasyon konusu da bu kalıcılık eğiliminin belirginleşmesiyle ortaya çıkan bir tartışmadır....
Hollanda Danimarka ve Belçika'da olduğu gibi bir çok ülkenin parlamentosunda, bu potansiyel tehlikeyle başedebilmek için bireysel hak ve özgürlükleri sınırlayabilecek yasal değişiklikler önerilmekte, özellikle müslüman gruplara karşı ceza yasalarının daha sert uygulanması tavsiye edilmektedir.
Entegrasyon tartışmalarında en çok üzerinde durulan önermelerden biri, entegrasyonun kendi kimliğini ve kültürünü koruyarak gerçekleşmesi gerektiğidir. Asimilasyon dayatmalarına bir alternatif olarak ileri sürülen ve çok kültürlü toplum modelini savunanların önemli bir kısmının da katıldığı bu görüşe göre entegrasyon, ancak azınlık gruplarının kendi kimlik ve kültürlerini koruyarak, başarılı olabilir. Bunun dışında zorlanacak ya da önerilecek yollar bu alandaki çabaları başarısızlığa uğratmaktan başka hiç bir işe yaramayacaktır. İlk bakışta bir çok insana doğru gibi görünen bu görüş kendi içinde bazı çelişkileri de barındırmaktadır....
Artık insanlığın ortak belleğinde ve tarihin arşivlerinde kalması beklenen ve bir cinnet sayılabilecek bu acı olaylar ne yazik ki günümüzde de bir başka boyutta ama benzer gerekçe ve araçlar kullanılarak sürdürülmektedir....
11 Eylül saldırıları gerekçe gösterilerek sözde uluslararası terörizme karşı başlatılan savaş, pratikte başta ABD olmak üzere bir çok ülkede müslüman gruplara karşı bir saldırıya dönüşmüştür. Bir çok Batı Avrupa ülkesinde bazı fanatik grupların varlığı bahane edilerek neredeyse müslüman olan ya da müslüman olduğu sanılan bütün insanlara potansiyel bir tehlike olarak bakılmaya başlanmıştır. Politikacılar, güvenlik güçleri, gizli istihbarat örgütleri deyim yerindeyse her taşın altında hayalet bir müslüman aramaya başlamışlardır. Neredeyse islam dini ve müslüman ülkelerden gelen grupların kültürleri terörizmle özdeşleştirilmektedir. Kim yabancılara karşı daha sert önlemler öneriyorsa kamuoyunda daha çok prim yapmaktadır. Partiler yabancı düşmanlığı ile muhtemel bir seçimdeki şansları arasında doğrudan bir ilişki kurmaktadırlar. Bu nedenle, Hollanda Danimarka ve Belçika'da olduğu gibi bir çok ülkenin parlamentosunda, bu potansiyel tehlikeyle başedebilmek için bireysel hak ve özgürlükleri sınırlayabilecek yasal değişiklikler önerilmekte, özellikle müslüman gruplara karşı ceza yasalarının daha sert uygulanması tavsiye edilmektedir. Gerekçe olarak da bu grupların kültürlerinin farklı olduğu, farklı değer yargıları ve normlara sahip oldukları, bu yüzden de ceza yasalarının onlara daha farklı uygulanmasının çok normal olduğu gibi ırkçılığı yeniden hortlatacak tehlikeli yollar savunulmaktadır. İkinci Dünya savaşının ardından Batı ülkelerinde başlatılan komünist avı şimdi müslüman avına dönüştürülmüştür....
Günümüzde göçmen grupların karşı karşıya bulundukları ekonomik ve toplumsal: eşitsizliklerden dolayı ortaya çıkan, gençler arasındaki suç işleme oranının yüksekliği, uyuşturucu ticareti ve kullanımındakı artış, insan kaçakçılığı ve eğitimdeki gerilik gibi bir çok sorunun nedeni olarak onların kültürleri gösterilmektedir. Hatta bazı politikacılar bu farklı kültürleri suç ve suçlu üreten yuvalar olarak görmekte ve neredeyse ancak yabani hayvanları ehlileştirmek için uygun görülebilecek yollar önermektedirler. Bu tutum aslında varolan ekonomik ve toplumsal eşitsizliklere göz yumarak öküzün altında buzağı aramaktan başka bir şey değildir. Çünkü bu gün yaşanmakta olan sorunların önemli bir bölümü yabancıların benimseyip yaşadıkları kültürlerden değil varolan sistemlerin göçmenleri kabul etme yetersizliğinden ve isteksizliğinden kaynaklanmaktadır...
Misafirlik ve göçmenlik gibi evreleri geride bırakarak Batı Avrupa ülkelerinde kalıcı azınlık grupları oluşturan göçmen işçi hareketi, göç kabul eden başka ülkelerde pek fazla da benzeri olmayan yeni bir aşamaya girmiştir. Bu aşamayı belirleyen en önemli özellik artık onların bu ülkelerde kalıcı olmalarıdır. Yaşanan ve gelecekte de yaşanması olası görünen bir yığın soruna rağmen içinde yaşadıkları ülkelerin ve toplumların bir parçası haline gelmeleridir. Bu nedenle hem azınlıkların hem de onları temsil ettiğini savunan örgüt ve kurumların göçmen işçi hareketinin ulaştığı bu tarihsel ve sosyolojik aşamanın özelliklerini dikkate alarak konumlarını ona göre yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir...
Artık azınlıklar kendilerini içinde yaşadıkları toplumdan soyutlayan farklı gruplar olarak tanımlamak yerine, azınlık olmaktan kaynaklanan kimi sorunları olsa bile, içinde yaşadıkları ülkenin ve toplumun bir parçası olarak görmeli ve öyle tanımlamalıdırlar. Yalnızca azınlık olmaktan dolayı yüzyüze oldukları sorunları vurgulayıp durmak yerine içinde yaşadıkları toplumun kendilerini de doğrudan ilgilendiren sorunlarına ilgi gösterip, o sorunların çözümüne katkıda bulunmaya çalışmalıdırlar...
Hatta bazı ülkelerde ayrımcılık yapılmasına olanak sağlayacak anayasal değişiklikler önerilmektedir. Azınlıkların kültürlerini küçümseyen, onların yaşam biçimlerine, alışkanlık ve geleneklerine üstten bakan ve özellikle de ne tür tehlikeli sonuçlara yol açacağını düşünmeden, onların inançlarını alay konusu eden çevre ve gruplar uyum çabalarının önüne olmadık yeni engeller çıkarmaktadırlar.” (22)
TÜRKİYEDE IRKÇILIK
Toprağımda uzak geçmişten bu yana sayısız kültür bir arada yaşıyor: Ama bu durum, tarihin şu ya da bu sürecinde ırkçılığın ortaya çıkmasına “engel” değil.
Çeşitlenemeyen ve güncel ideolojiler üretemeyen, kendisini o ideolojilerin “çoğulcu” yanıyla bütünleştiremeyen bir toplumla karşı karşıyayız. Bu durum, “siyaseten özürlü” olmak anlamına gelir. Böylesi koşulda “milliyetçilik ve onun çeşitleri” öne çıktığında/çıkarıldığında kendisini “liberal,demokrat” ya da “sol” diye tanımlayan “siyaset” hızla “tükenmeye” başlar. Cehenneme “mahkûmiyetimiz” kesinleşmiş durumda: Biz, “mahşerin üç atlısı”ndan (milliyetçilik-ulusçuluk-yurtseverlik) hangisinin bizi kurtuluşa taşıyacağını/esenliğe çıkartacağını tartışıyoruz.
Milliyetçilik bize bugün “iki seçenek” dayatıyor: Bu “seçenek” dayatmalara direnemezsek ya yaşamımızı bir “içgüdüye” teslim edeceğiz ya da yalnızca başkalarını değil bizi de tahrip edecek bir “şiddet dilinin” içine taşınacağız.
Milliyetçiliğin bize sunduğu bu iki seçeneği de yadsımak; Türklüğü, “aşırı gelişmiş bir milli kültür bilgisi”nin “tasallutundan” kurtararak, “adaletin-vicdanın ve politikanın” diline taşıyıp “barış içinde yeniden kurmak” artık “yükümlülüğümüzdür” diyorum. Eğer “demokratik bir Türklüğün” yapılandırılması amacımızsa eğer hiç zaman yitirmeden “Ne mutlu Türküm” ile “Ne mutlu Ermeni’yim” sloganlarını birleştirecek bir “toplumsal barışı” kurmak zorundayız.
Günümüz Türkiye’sinde “milliyetçilik-ulusçuluk-yurtseverlik”terimleri, kendilerine ilişkin “genel” ve “özgül” bağlamlarından soyutlanarak ele alınıyor. Oysa bu terimlerin hem tarih içinde anlamları vardır hem de Türk siyasal ve toplumsal bilincinde zaman zaman kazandığı “özel”,“özgül” anlamları oluşmuş durumdadır. Özünde günü-zamanı geldiğinde her terim “anlam kayması”na uğrar: Yanlış ve sakıncalı olan bunun “politik bir dürtü” ile yapılması ve “gözlerden saklanması”dır. Milliyetçilik özünde iki önemli noktaya “yüklenerek” oluşmuştur diyebiliriz:
1) Fransız İhtilali ve onun burjuvaziyle olan derin ilişkisi nedeniyle burjuvazinin kendisini var etmesinin nedeni olarak ortaya çıktı.
2) Ulus-devlet oluşturmanın en önemli “kurucu elemanı” olarak ortaya çıktı.
Bu nedenle çok katmanlı, çok anlamlı bir terimdir “milliyetçilik”: “Siyasal” bir kavram olarak üretilmiş ve süreç içinde bütünüyle “siyasallaşmıştır”. “Ötekini”, yani Türklük dışında kalan etnik yapıları “düşman” kabul eden bir siyasal çıkışa “yatırım yaptığı” için milliyetçilik, “ideolojiler yelpazesi”nin “kötü” terimi sayılmıştır denilebilir. Nasıl algılarsak algılayalım: Milliyetçiliği “siyasal-kültürel” bir terim olarak tanımlamak belki daha doğru.
Türkiye’de milliyetçiliğin “üç büyük dönemeci” yaşadı:
a) 1908 Meşrutiyet dönemi sonrası ortaya çıkan, sonraları 1930’larda CHP’nin altı okundan biri durumuna gelen “ırkçı-etnisit algı”, yani “Türkçülük”.
b) 1940’larda çoğunluğun “dışına taşınan” ve daha dar bir kadro tarafından savunulan olan “kafatasçılık”.
c) 1965 sonrası soğuk savaş döneminde beliren ve 2000’li yıllarda “olgunluk dönemini” yaşayan “politik-popülist-faşizan anlayış”.
Milliyetçilik özünde “siyasal”dır; tarihsel olarak doğru olsa da milliyetçilik “nötr bir halk” kavramından kaynağını almaz. Tam tersine “belli bir etnik grubun” siyasal egemenliği için öne çıkar; onu “en kanlı” ideoloji durumuna getiren neden de budur. Günümüz Türkiyesinde milliyetçilik bu anlamını korumakla birlikte daha çok “sosyolojik bir nitelik” kazanmıştır. Sosyolojik bir nitelik kazanma gereği milliyetçilik benim toprağımda “lümpen kesimin” kendini ifade etmek için kullandığı bir “araçtır” artık.
Şöyle de söyleyebiliriz: Günümüzde milliyetçilik bir anlamda “hafiflemiş”, bir anlamda da “ağırlaşmıştır”. Hafiflemiştir çünkü “sistematik bir toplumsal ideoloji” olma içeriğini yitirmiştir. Diğer taraftan “en kötü” ve “en tehlikeli”niteliğini kazanmıştır; varoşların “sağ politik açılım ve arayışlarının dayanak noktası” haline gelmiştir. Artık milliyetçi olmak için ne tarihi bilmek ne de toplumu tanımak gerekiyor: “Arzu” etmek, “istemek” yeterli. Arzu edilen ile gerçekte olan arasındaki “mesafe” açıldıkça, “ben” boşluğu “doldurmak”, kırılganlığını “örtmek” zorunda kalıyor. Kimlik ne kadar “zaaf” ya da olanaksızlık-umarsızlık içindeyse o kadar “saldırgan” oluyor. “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı, lümpen kültürle beslenmiş varoş kimliği için “son mutluluk çağrısı”belki de. Bu sloganın karşısına Hrant’ın cenaze töreninde on binler, “toplumsal dayanışmanın mayası” anlamında “Bugün hepimiz Ermeni’yiz” sloganını çıkarınca milliyetçiliğin “etnik-ırkçı” yüzünü bize gösteriverdi; “ortak yaşamı” kurmaya ilişkin hemen her türden tasarım, hukuki-politik söylem “uçtu gitti”.
Bugün Türkiye’de Milliyetçiliğin “yara bandı” sıyrıldı; altındaki “derin yarık” açığa çıktı. Milliyetçilik “yükseliyor” saptamasını “sosyolojik” anlamda doğru buluyorum; siyasal-politik anlamda ise “silikleşti”. Siyasal-politik anlamda milliyetçiliğin “bekâreti” bozuldu; bozulur bozulmaz dönüşüme uğradı ve varoşlarda “arzu” etmekle istemekle edinilen bir “şiddete” dönüştü.
Dışarıdan bakıldığında milliyetçilik, söylemindeki “yakıcılığa ve duygu çatlatıcılığa” karşın Türkiye’de “egemen bir güç” olamadı. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, toplumun değişik kesimlerini bir arada tutmaya ve topluma, “tarihsel teklik” vermeye çalışan “milliyetçilik”, zaman zaman krize girmekten kurtulamadı. Askeri darbeler, bu krizin “dönüm günleri” olarak algılanabilir: Her askeri darbede, “iç düşman/iç düşmanlar” yaratarak şaha kaldırılan milliyetçilik, “iç düşman” temelli şiddetin genelleştirilmesine, genelleştirilmiş şiddetin bütün bir “millete” uygulanmasına hizmet etmiştir. Böylece olağan zamanlarda, yani biçimsel de olsa demokrasinin uygulandığı dönemlerde “çok dar” tutulan “millet” algısı, baskı koşullarında “ortak şiddet” algısıyla genişletildi. “Baskı-şiddet bir yanda acz diğer yanda” kimlikleştirildi; yaratılan “ortak payda” üzerinde “ya sev ya terk et”özdeyişi hemen her şeyi anlatır duruma geldi: “Ne Mutlu Türküm demeyen düşmandır ve düşman kalacaktır”, yargısı böylesi bir anlayışın ürünüdür. “Ötekini dışta bırakan” bir millet topluluğuna dahil olmanın “bedeli” anlamında, bu “yargı” üzerine yapılanan “ülkeyi,vatanı sevmek”, milliyetçiliğin “anahtar” sözcüğü durumuna geldi.
Unutmayalım ki Türkiye tarihi “inkârlarla” doludur: Her şeyden önce “toplumsal farklılıklar ve eşitsizlikler” yok sayılır. Daha baştan milletin, “imtiyazsız,sınıfsız kaynaşmış bir kitle” kabul edilmedi mi? Sonraları Türkeş, bu imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitleyi, “mozaik” diyenlerin gözüne sokarak “mermer”e benzetmedi mi?
Türkiye’de milliyetçiliğin temeli Mustafa Kemal’in, “Ne mutlu Türküm diyene” sözleriyle atıldı: Amaç, toplumsal farklılıkları “Türklüğe çevirmek-dönüştürmekti” ama “karşıtını” üretmekte gecikmedi. Çünkü Kemalizm’in kazanım olarak devir aldığı “Türklük”, toplumsal farklılıkları içinde barındıracak denli “boş” bir sözcük ya da terim değildi. Laiklikle “çarpılmış”,yani“terbiye edilmiş” olmasına karşın, “Sünni Müslüman Türklük” anlayışı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda tanımlanan “Türklük” anlayışını önceliyordu. Bu nedenle, milliyetçilik hiçbir zaman “vatan toprağı” üzerinde “halkları bir halka çevirme”kıvraklığını gösteren “egemen” bir ideoloji yaratamadı.
Kendini “iç düşmanlardan” ayırarak oluşan ya da oluşturulan bir topluluk bilincine dayalı “bütünleşme” anlamına gelen “etno-popülizm”in yapısı “çoğulculuğu” içermez; daha doğrusu “çoğulculaşma” olanağı yoktur. Toprak üzerinde-vatan üzerinde “azınlıklar” var olabilir ancak ana etnik gruba göre onların yaşamı “kıyıda-köşede,belirsiz ve kırılgandır”: Görülmek istendiğinde ya da bir zorunluluk doğduğunda “şöyle bir bakılır”; “olağan zamanlarda” onlardan “sakınılır”. Türkiye’de milliyetçilik, “ötekini tümüyle dışarıda bırakan” kapalı bir topluluğa “yatarım” yapar; bu nedenle “ötekini kucaklayacak” hemen her şeyi “yok etmeye” çalışır. Yok etmenin izinde topluluğun “farklılıklarını düzler”; bütünlüğün koşulunu “mermerleşmekte” ya da “betonlaşmakta” bulur. Böylesi durumlarda yasaların öngördüğü vatandaşlıkla milliyetçiliğin “dayattığı” topluluk arasındaki “uçurum” gittikçe artar. Onun için benim toprağımda “evrensel savlı ilkeler”, milliyetçilik söylemi içinde tutunma olanağı bulamadı. Bu ilkeler, sık sık doğrudan devlet tarafınd
Yazarlar
-
Yıldıray OĞURSessizlik neden en büyük tehdittir? 25.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehmi KORUSaldırılarla İran’a ‘‘Ölümlerden ölüm beğen’’ denildi 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KahveciHer şey yolunda ise bu fahiş faiz nedir? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mümtazer TÜRKÖNEDış Cephe ateş altında iken İç Cephe ne durumda? 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
İsmet BerkanFatih Altaylı’yı hapse atacağız diye hukuku dibine kadar zorladılar 24.06.2025 Tüm Yazıları
-
Alper GÖRMÜŞDoğru, ülke güvenliği demokrasisiz de sağlanabilir fakat bunu durmaksızın tekrarlamakta bir sorun va 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mustafa KaraalioğluYeryüzü artık bir Vahşi Batı… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akdoğan ÖzkanWashington’un İran takıntısının şifreleri 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BULAÇSavaşın meşruiyeti ve ahlaki üstünlük meselesi 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cihan AKTAŞTahran bir kez daha bombalanırken 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlker DEMİRİDAMCI İRAN, SOYKIRIMCI İSRAİL DEVLETİ Mİ? 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TIRAŞUCUBE SİSTEM CEHENNEMİ… 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ali ALÇINKAYA"Masada Milyonlar Var;"Barış, Özgürlük ve Demokratik Toplum İçin Örgütlenmeliyiz 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Y. YılmazFıkra gibi ülke ama gel de gül! 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Fehim TAŞTEKİNİran'ın zor seçimi: Topyekûn savaş ya da taksitle ölüm 23.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan AKSAYRusya, Suriye’den sonra İran’ı da kaybedebilir 22.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali BAYRAMOĞLUKürt meselesinde CHP’nin yakın dönem öyküsü 21.06.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan Bülent KAHRAMANTürkiye için bir fırsat: CHP’de yeni kuşak siyaseti 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet ALTANBasın Tarihi: Neo-Mussoli’nin “Havuz Medyası” 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cafer SolgunDevlet “devletimiz” olur mu? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Figen ÇalıkuşuÖcalan İsrail için ne dedi? 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Çiğdem TOKERZeytin ağaçları ve şirketokrasi 20.06.2025 Tüm Yazıları
-
Akif BEKİBahçeli'ye muhalefet ikna oldu da ortağı olmadı mı? 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Erol KATIRCIOĞLUYeni milliyetçilik ve Öcalan 19.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit AkçaySıcak yaz 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Cansu ÇamlıbelCHP Grup Başkanvekili Gökhan Günaydın: CHP anayasa değişikliği masasına oturmayacak, öyle bir komisy 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mensur AkgünOyun içinde oyun… 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Elif ÇAKIRNihai hedef Türkiye mi? 18.06.2025 Tüm Yazıları
-
Gökhan BACIKTürkiye ne yapmalı? 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mücahit BİLİCİModern katil 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın SelcenDemokrasiye giderken cumhuriyetten olmak 17.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat BELGEDaha kötüsü her zaman mümkün 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Bekir AĞIRDIRMHP’nin yeni anayasa hamlesi, köklü bir rejim düzenlemesini mi işaret ediyor? CHP ne yapmalı? 16.06.2025 Tüm Yazıları
-
Eser KARAKAŞSiyasetin (ve biraz da ceplerin) finansmanı, yasalar, AKP ve CHP 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mesut YEĞENBaas’tan ve İslamcılıktan Sonra 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Vahap COŞKUNÖzgür Özel’in İmtihanı 15.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ali TürerBOŞ UMUT, SONU HÜSRAN 12.06.2025 Tüm Yazıları
-
Taha AkyolHer 4 liranın 3’ü faize! 11.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAŞGETİRENAKP ahlâkî üstünlük mü kazandı? 10.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mahfi Egilmezİnsanlar Olmayan Parasını Nerelere Harcıyor? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
İlhami IŞIKBarış süreci için en büyük tehlike nasıl Türkiye’nin iç barışının bozulması oldu? 9.06.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KARDAŞBir anayasa inşa süreci deneyimi: Yeni Anayasa Platformu (YAP) 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Murat SevinçEşitlik korkusu ve 12 Eylül darbesinin büyük zaferi 4.06.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet OcaktanYerli-milli Kur’an meali AK Parti’ye nasip olacak! 2.06.2025 Tüm Yazıları
-
İbrahim KirasErken seçim en geç ne zaman? 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Tanıl BoraSokak 29.05.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal CANSiyasi gündem notları: Üç süreç nerede kesişir veya nerede kopar? 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Taner AKÇAMRuşen Çakır’ın Abdurrahim Semavi ile Kürt açılımı görüşmesi 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Umur TALUSizin en sevdiğiniz tahakküm hangisi! 27.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hakan TAHMAZ12 Mayıs, Bahçeli, mecburiyetler 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Berat ÖZİPEKYolsuzluklar, barış ve biz 21.05.2025 Tüm Yazıları
-
Hikmet MUTİAsoyşeytit Pres ' den Cemşit K.nın canlı PKK kongre izlenimleri... 13.05.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKAYOtoriterlikten Demokrasiye 12.05.2025 Tüm Yazıları
-
Metin Karabaşoğlu‘Türkiye Müslümanları’ kimler oluyor? 11.05.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet ÖZTÜRKÇetin Uygur bir kitaba sığar mı? 10.05.2025 Tüm Yazıları
-
Gökçer TahincioğluBilek güreşi yoksa masayı mı kıracak? 28.04.2025 Tüm Yazıları
-
Baskın ORANRahip Brunson ve öğrenci Rümeysa 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Sezin ÖNEYKopukluk ve “Anadolu Kırılması” 25.04.2025 Tüm Yazıları
-
Yüksel TAŞKINİktidar milli iradeyi “tapulu arazisi” sandığı için büyük bir bedel ödeyecek 22.04.2025 Tüm Yazıları
-
Ayhan ONGUNDEMOKRATİK EĞİTİM MÜCADELESİNE ADANMIŞ YAŞAMLAR 21.04.2025 Tüm Yazıları
-
Nuray MERTVeda ediyorum 15.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hasan CEMALTerörsüz Türkiye! İyi güzel, peki ya demokratik Türkiye?.. 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Gülçin AVŞARŞizofrenik yurttaşlık 14.04.2025 Tüm Yazıları
-
Zeki ALPTEKİNTrump Küreselleşme Sürecini Geriye Döndürebilir mi? 13.04.2025 Tüm Yazıları
-
Pelin CENGİZTrump’ın yeni vergileri diye yazılır, ‘post modern merkantilizm’ diye okunur 7.04.2025 Tüm Yazıları
-
Cennet USLUİktidar neden umduğunu bulamadı? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Mehveş EVİNBoykot ve sokaklar neden bu kadar korkutuyor? 2.04.2025 Tüm Yazıları
-
Hayko BAĞDATSokaklarda yükselen ses 28.03.2025 Tüm Yazıları
-
Nevzat CİNGİRTCoğrafya kaderimizmiş… 23.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selva Demiralpİmamoğlu krizi ve ekonomik yansımaları 20.03.2025 Tüm Yazıları
-
Halil BERKTAYPKK ve Türk solcuları (4) “Dağlarında gerilla var memleketimin” 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Selami GÜREL“Adı belirsiz” süreç hızlı ilerliyor 16.03.2025 Tüm Yazıları
-
Etyen MAHÇUPYANKürt ‘açılımı’nın nedeni Suriye değil, Türkiye! 15.03.2025 Tüm Yazıları
-
Abdullah KıranYeni süreç, umut ve endişeler 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Haluk YurtseverKaosta 'hegemonya' arayışı 11.03.2025 Tüm Yazıları
-
Arzu YILMAZHodri Meydan 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
DOĞAN ÖZGÜDENÖcalan'ın ilk barış çağrısından 27 yıl sonra... 10.03.2025 Tüm Yazıları
-
Berrin SönmezCumhur İttifakı'nın ‘muhalefeti dönüştürme görevi…’ 28.02.2025 Tüm Yazıları
-
Doğan AKINAhmet Sever: Eşsiz, kırgın, yalnız… 26.02.2025 Tüm Yazıları
-
Aydın ÜnalParti ve iktidar 25.02.2025 Tüm Yazıları
-
Murat YETKİNCHP’ye açılan soruşturmaların ortak hedefi Ekrem İmamoğlu 12.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ümit KIVANÇİç duvarlar 10.02.2025 Tüm Yazıları
-
KEMAL GÖKTAŞPınar Gültekin kararının anatomisi: Bu kararı ailenize izah edebilecek misiniz? 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
Ahmet İNSELOtoriter Nasyonal-Kapitalizmin Yeni Eşiği: II. Trump Devri 5.02.2025 Tüm Yazıları
-
İhsan DAĞIİmamoğlu nasıl kurtulur? 1.02.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet Ata UÇUMDEVLET VE KÜRTLER SORUN DEĞİL KONU! 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Şeyhmus DİKEN“Mesele”yi hayatın içinden çözmek 26.01.2025 Tüm Yazıları
-
Kemal ÖZTÜRKKürt meselesindeki psikolojik bariyerler 17.01.2025 Tüm Yazıları
-
Cemile BayraktarKürt meselesinin toplumsal boyutu 16.01.2025 Tüm Yazıları
-
Seyfettin GürselEkonomik büyümede iyimser olunabilir mi? 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Mehmet TEZKANErdoğan’ın planı tuttu 13.01.2025 Tüm Yazıları
-
Münir AKTOLGABATI’DAN FARKLI BİR ÖRNEK OLARAK TÜRKİYE’DE VE ARAP ÜLKELERİNDE DEVRİMCİ DÖNÜŞÜM DİYALEKTİĞİ... 16.12.2024 Tüm Yazıları
-
Necati KURBÜYÜK TÖS BOYKOTU 15.12.2024 Tüm Yazıları
-
Hakan AlbayrakDevrim 10.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cenk DoğanÜRETİCİLERE İLK OLARAK KOOPERATİF LAZIM 4.12.2024 Tüm Yazıları
-
Cevat KORKMAZFiller ve Çimen... 22.11.2024 Tüm Yazıları
-
Tuncer KÖSEOĞLUTamirhanelere giden toplar… 4.11.2024 Tüm Yazıları
-
Ayşe HÜRDevletin Muhteşem Örgütlenmesi: 6-7 Eylül 1955 Pogromu 9.09.2024 Tüm Yazıları
-
Abdurrahman DilipakHakikat’e savaş açan troller! 26.08.2024 Tüm Yazıları
-
Ferhat KENTEL“Maarif” marifetiyle yeni “makbul vatandaş” kurma çabaları 26.07.2024 Tüm Yazıları
-
Banu Güven“Bozkurt” Almanya’da sahaya indi 4.07.2024 Tüm Yazıları
-
İBRAHİM Ö. KABOĞLUDevlet ve yürütme kaç başlı? 27.06.2024 Tüm Yazıları
-
Gürbüz ÖZALTINLICHP’nin normalleşme politikası Erdoğan’a mı yarar? 21.06.2024 Tüm Yazıları
-
Oya BAYDARBir yazamama yazısı 14.06.2024 Tüm Yazıları
-
Bayram ZİLANAK Parti’de değişim gecikiyor mu? 4.06.2024 Tüm Yazıları
-
Soli ÖzelBetül Tanbay'ın gözünden "Gezi"nin tarihi 30.05.2024 Tüm Yazıları
-
Reha RUHAVİOĞLUTürkiye’de Kürtçenin Durumu: Gidişat, İmkânlar ve Fırsatlar 18.05.2024 Tüm Yazıları
-
SİBEL HÜRTAŞ31 Mart'ın merkez üssü: Pazarcık ve Elbistan 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Abdulmenaf KIRANNeden Yeterli Halk Desteği Alamıyoruz! 8.04.2024 Tüm Yazıları
-
Atilla AytemurBingöl Erdumlu Kitabı: Film gibi hayat* 24.01.2024 Tüm Yazıları
-
Zülfü DİCLELİ“Gazze’deki Uzun Savaş” 10.01.2024 Tüm Yazıları
-
Şahin ALPAY"Ergun Abi"ye veda 10.11.2023 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANYüzyıllık cumhuriyet başarılı mı başarısız mı? 29.10.2023 Tüm Yazıları
-
Levent GültekinDin, insanları kardeş yapar mı? 26.09.2023 Tüm Yazıları
-
Ayhan AKTARŞair Roni Margulies’in ardından… 7.08.2023 Tüm Yazıları
-
Ceyda KaranBiden ve iki cephede birden yenilgi 30.06.2023 Tüm Yazıları
-
Orhan Kemal CENGİZMuhalefetin sınavı asıl şimdi başlıyor 1.06.2023 Tüm Yazıları
-
Roni MARGULIESMutlu bitmiş bir göç öyküsü 20.05.2023 Tüm Yazıları
-
Akın ÖZÇERYeni Bir Çözüm Süreci Ne Kadar Mümkün? 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Burhanettin DURANTarihi Yol Ayrımındaki Kritik Seçim 6.05.2023 Tüm Yazıları
-
Celal BAŞLANGIÇKendini kurtarmak için Erdoğan, Erdoğan’ı reddedecek! 14.04.2023 Tüm Yazıları
-
Sedat KAYAİNSANLIĞIN ÖLÜMÜ 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Ergun AŞÇIErsagun Hanım 5.03.2023 Tüm Yazıları
-
Uğur Gürses‘Dolambaçlı katlı kur’ yolunda 23.01.2023 Tüm Yazıları
-
Besim F. DellaloğluMesafenin Sosyolojisi 16.12.2022 Tüm Yazıları
-
Hidayet Şefkatli TUKSALKur’an kurslarında yatılı eğitim ve çocukların korunması 15.12.2022 Tüm Yazıları
-
Nergis DemirkayaAltılı Masa ortak yönetim planı: Her partiye bir yardımcı bir bakan 17.11.2022 Tüm Yazıları
-
Nabi YAĞCIŞaşıyorum gerçekten… 24.10.2022 Tüm Yazıları
-
Berin UYARONLAR İÇİN... 12.09.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim UsluSeçmen yolsuzluğu önemsiyor mu? 9.09.2022 Tüm Yazıları
-
Hasan GÜRKAN“SEVMEK YİNE DE BİR SARRAF İŞİDİR, YERYÜZÜ KİTAPLIĞINDA” 18.08.2022 Tüm Yazıları
-
Oktay Cansın EMİRALSAVAŞ VE ZAMAN 7.08.2022 Tüm Yazıları
-
Özgül Üstüner COŞKUNİnceden 5.07.2022 Tüm Yazıları
-
Barış SoydanGıda Komitesi’nin ve enflasyonla mücadelede başarısızlığın acıklı öyküsü 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Namık ÇINARBir toplumun geri kalma inadı 21.06.2022 Tüm Yazıları
-
Mehmet BARLASAnkara’yı sel aldı 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
Melih ALTINOKAna muhalefet lideri Akşener mi olacak? 14.06.2022 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZİKİ MEZAR, İKİ İNSAN ve IRKÇILIK 12.06.2022 Tüm Yazıları
-
Atilla YAYLAKanunlar ve fiyatlar 10.06.2022 Tüm Yazıları
-
Fikret BilaKılıçdaroğlu’nun adaylığı 23.05.2022 Tüm Yazıları
-
Fatma Bostan ÜNSALBu kez Günah Keçisi SADAT mı? 23.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet İlhanBurhan Sönmez’in İstanbul İstanbul’unda Yerin Altı ve Üstünde Ne Yaşanıyor? 15.05.2022 Tüm Yazıları
-
Kübra ParSessiz İstila belgeseli ve sığınmacı meselesi 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Yavuz BAYDARİmamoğlu olayı ardından: ’Altılı Masa’ bir ortak aday çıkarabilecek mi? 9.05.2022 Tüm Yazıları
-
Ergun BABAHANTürkiye’nin patlamaya hazır yeni kırılma hattı: Suriyeliler 22.04.2022 Tüm Yazıları
-
Kemal BURKAYİSVEÇ DEMOKRASİSİ VE KURAN YAKMA OLAYI… 17.04.2022 Tüm Yazıları
-
Tarık Ziya EkinciGAZETECİ AYDIN ENGİN VEFAT ETTİ 24.03.2022 Tüm Yazıları
-
Cengiz AKTARSavaş notları 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
İbrahim KaragülBu bir Avrupa savaşı ve çok uzun sürecek. -Batı, Türk-Rus savaşı istiyor! 1.03.2022 Tüm Yazıları
-
Aydın ENGİNBir MHP’nin 2. Başbuğ’undan, bir benden 7.02.2022 Tüm Yazıları
-
Nezih DUYGUMete Toksöyle (30 Mart 1954 - 02 Şubat 2022) 3.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet KARDAM28/29 Ocak Karadeniz Katliamı'nın 101. Yılı 1.02.2022 Tüm Yazıları
-
Ahmet TAKAN“Ya herro ya merro” mu dedi?.. 7.01.2022 Tüm Yazıları
-
Mustafa PAÇAL2022 yılı karamsarlıklarımızı tersine çevirebilir mi? 4.01.2022 Tüm Yazıları
-
Galip DALAYOrtadoğu’nun ‘Yeni Dönemi’ 9.12.2021 Tüm Yazıları
-
Muharrem SarıkayaOylardaki yükselişin ağırlığı 7.11.2021 Tüm Yazıları
-
Şevki ÇELİKCİKEMAL ARABACI 17.10.2021 Tüm Yazıları
-
Metin GürcanFırat batısı, Suriye, riskler, tespitler: Ufukta bir operasyon mu var? 13.10.2021 Tüm Yazıları
-
Metin MünirErkeğin kadını ezmesi 22.09.2021 Tüm Yazıları
-
Mehmet AcetSon anketler ne diyor? 9.09.2021 Tüm Yazıları
-
M.Latif YILDIZKONYA KATLİAMI VE GAZETECİLİK MESLEĞİ ÜZERİNE 2.08.2021 Tüm Yazıları
-
Yasin AKTAYTaliban’ın inancıyla ters olma arzusu 26.07.2021 Tüm Yazıları
-
Süleyman Seyfi Öğün2023’e doğru Türkiye 26.07.2021 Tüm Yazıları
-
Yusuf KaplanFetih ruhu ve rüyası 28.06.2021 Tüm Yazıları
-
Cem SANCARHanımefendi diyeceksiniz 28.06.2021 Tüm Yazıları
-
Ali AYDINİşsiz Kalan Antikorlar, Lanetli Pay ve Siyaset 17.06.2021 Tüm Yazıları
-
Ömer F. GergerlioğluMuhafazakârlar çürümeye niye sessiz? 8.06.2021 Tüm Yazıları
-
Mustafa ÖztürkNiyet ve akıbet 29.05.2021 Tüm Yazıları
-
Ayşe BöhürlerTarih büyük harflerle yazılmaz 28.05.2021 Tüm Yazıları
-
Gazi BAŞYURTBir zamanlar sayılamazdık parmak ile, şimdi eksiliyoruz birer birer… 25.05.2021 Tüm Yazıları
-
Yıldız ÖNENİsrail’in sonu gelmez işgalciliği 15.05.2021 Tüm Yazıları
-
Ömer Ahmet ÖZERENBİR 1 MAYIS Anekdotu… 10.05.2021 Tüm Yazıları
-
Osman CAN24 Nisan 1915: Kardeşimin Cenazesini Kaldıramadım Hala! 29.04.2021 Tüm Yazıları
-
Verda ÖZERBırak artık eski normali 28.04.2021 Tüm Yazıları
-
Yetvart DANZİKYAN24 Nisan’ı anmak 24.04.2021 Tüm Yazıları
-
Kurtuluş TAYİZPandemide Erdoğan'ı devirme planı çöktü 22.04.2021 Tüm Yazıları
-
Ali Saydam23 Nisan ‘Çocuklara Hürmet’ Günü 22.04.2021 Tüm Yazıları
-
Vedat BilginSistem değişti de ne oldu! 22.04.2021 Tüm Yazıları
-
Ali TarakçıZEVZEK'in asıl amacı Montrö değilmiş! 17.04.2021 Tüm Yazıları
-
Burak Bilgehan ÖzpekVesayet Nedir, Nasıl Kurulur, Niçin Çöker? 16.04.2021 Tüm Yazıları
-
Firuz TÜRKERDARBE GİRİŞİMİNE HAZIR OLMAK 4.04.2021 Tüm Yazıları
-
Yıldız RamazanoğluYeni metin ne söyleyecek? 25.03.2021 Tüm Yazıları
-
RAGIP DURAN'Bir tek kişinin otoritesi suçtur!' 22.03.2021 Tüm Yazıları
-
Sevilay YALMANMesele Gergerlioğlu meselesi değil! 19.03.2021 Tüm Yazıları
-
Mehmet AKBACAKİZMİT KÖRFEZİ YAKIN, DENİZ BİZE ÇOK UZAK! 17.03.2021 Tüm Yazıları
-
Ural ATEŞERANADİL... 21.02.2021 Tüm Yazıları
-
Demir Küçükaydınİki Devrimci – Türeci ve Şahin 4.01.2021 Tüm Yazıları
-
Perihan MAĞDENHayaller: ETHOS, Gerçekler: BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM 18.11.2020 Tüm Yazıları
-
Talat ULUSOY9 Eylül 1922, İzmir’in “KURTULUŞ” Günü’nde… 9.09.2020 Tüm Yazıları
-
Mahmut ÖVÜRAK Parti mi “İhvan’cı” siz mi operasyon çekiyorsunuz? 8.09.2020 Tüm Yazıları
-
Mustafa Yurtsever2010 YILI REFERANDUMU’NUN BİTMEYEN HİKAYESİ 29.08.2020 Tüm Yazıları
-
Hilâl KAPLANİstanbul Sözleşmesi yaşatır mı? 7.08.2020 Tüm Yazıları
-
Eşref ÇAKARKonca Yazışmaları... 5.08.2020 Tüm Yazıları
-
Zekeriya KurşunOsmanlı Kudüs’ü 4.06.2020 Tüm Yazıları
-
Ahmet ALTANÜmitliyim, çünkü… 26.05.2020 Tüm Yazıları
-
Kadri GÜRSELTürkiye’de darbe mi olacak gerçekten? 16.05.2020 Tüm Yazıları
-
Sinan ÇİFTYÜREKTürbülanstan mayın tarlasına dalış yapan AKP! 13.05.2020 Tüm Yazıları
-
Yaşar YAKIŞTürkiye’nin iktidar partisi yardımlaşmayı da tekeline almak istiyor 25.04.2020 Tüm Yazıları
-
Orhan PamukEski salgınlar ve bugün biz 24.04.2020 Tüm Yazıları
-
Bejan MATURÖlüm hangi boşluğu doldurur? 12.04.2020 Tüm Yazıları
-
Umut ÖZKIRIMLIKorona ve milliyetçilik 8.04.2020 Tüm Yazıları
-
Raffi Hermon Araks‘ARTSAX (Dağlık Karabağ) MESELESİ, NEDİR VE NE DEĞİLDİR? 1.04.2020 Tüm Yazıları
-
Serdar KAYAİslam, Bilim, Virüs, Kumaş 24.03.2020 Tüm Yazıları
-
Markar ESAYANKarantina günlerinde yalnızlık... 20.03.2020 Tüm Yazıları
-
Eyüphan KAYACorona Virüs bir musibettir 19.03.2020 Tüm Yazıları
-
Merve Şebnem OruçSürreel bir devrim: Gezi 23.02.2020 Tüm Yazıları
-
Metehan DemirMoskovanın samimiyet testi 23.02.2020 Tüm Yazıları
-
Tayfun AtayGoebbels korosu söylüyor: "Her şey mükemmel efendim!" 18.02.2020 Tüm Yazıları
-
Yalçın AKDOĞANBirilerini suçlama yarışı 8.02.2020 Tüm Yazıları
-
Hüseyin GÜLERCECHP, şimdi de İlker Başbuğu alet ediyor 8.02.2020 Tüm Yazıları
-
Ufuk COŞKUNCemevleri için Cumhurbaşkanı’na Çağrı! 20.01.2020 Tüm Yazıları
-
Yalçın ERGÜNDOĞANGökdelen hançeri tam İzmir’in kalbine saplanıyordu ki… 16.12.2019 Tüm Yazıları
-
Nihat Ali ÖzcanOrtadoğu’nun karmakarışık halleri 22.10.2019 Tüm Yazıları
-
İbrahim TenekeciDün ve bugün 11.09.2019 Tüm Yazıları
-
Haşmet BABAOĞLUİçerisini iyi anlamak için dışarıya bak! 9.09.2019 Tüm Yazıları
-
Esat KORKMAZYOLDAŞIM YAVUZ ÇANAK 29.08.2019 Tüm Yazıları
-
Ali KİREMİTCİDÜNYADA VE TÜRKİYE’DE SİYASET YENİDEN ŞEKİLLENİYOR 13.07.2019 Tüm Yazıları
-
Tayfun TURANAYILANA GAZOZ, BAYILANA LİMON. 11.07.2019 Tüm Yazıları
-
Mustafa DAĞCIÖTEKİLEŞTİRMENİN ÖTESİ= DÜŞMANLAŞTIRMAK 3.07.2019 Tüm Yazıları
-
Gürkan-Zengin23 Haziran seçimleri: Bir vak’ayi hayriyye 25.06.2019 Tüm Yazıları
-
Serdar ESEN"Herşey Çok Güzel Olacak" mı? 9.06.2019 Tüm Yazıları
-
Celal DENİZIRKÇILIĞIN TEDAVİSİ VAR MIDIR? 9.06.2019 Tüm Yazıları
-
Ahmet AY14 Mayıs güzellemelerinin anlamı 15.05.2019 Tüm Yazıları
-
Salih TunaZincir sesleri 23.04.2019 Tüm Yazıları
-
Beril DEDEOĞLUİflas eden tüccar, eski defterleri karıştırırmış 27.02.2019 Tüm Yazıları
-
İbrahim TığlıBu ne iki yüzlülük!... 26.02.2019 Tüm Yazıları
-
Nermin ALPAYİNSAN VE EKONOMİK DEĞERİ 8.02.2019 Tüm Yazıları
-
İlnur ÇEVİKSUUDİLER UNUTMAK İSTİYOR AMA OLMUYOR 8.02.2019 Tüm Yazıları
-
Ümit FıratBir mahalli seçim hatırası 15.01.2019 Tüm Yazıları
-
Murat AKSOYUnutmayalım yerel seçime gidiyoruz 11.01.2019 Tüm Yazıları
-
Ekin GÜNBİR… İKİ… İZMİR MARŞIYLA KOŞ! 4.01.2019 Tüm Yazıları
-
Ahmet SeverTürkiye bu kadar tehdit ve hakaret eden bir Cumhurbaşkanı görmedi 18.12.2018 Tüm Yazıları
-
İbrahim SEDİYANİKirletme 15.12.2018 Tüm Yazıları
-
Nadi ÖZTÜFEKÇİUlusal mı Ulusalcılık mı? 15.12.2018 Tüm Yazıları
-
M.Şükrü HANİOĞLUDünya “biz”i parçalamak için mi savaştı? 26.11.2018 Tüm Yazıları
-
Cemil ERTEMEkonominin geleceğini simgeler anlatır! 31.10.2018 Tüm Yazıları
-
Amberin ZAMANCemal Kaşıkçı ve Türkiye’nin itibarı 10.10.2018 Tüm Yazıları
-
Mete YararCastle International 28.09.2018 Tüm Yazıları
-
Mehmet CANFilistin ulusal sorunu-II 25.09.2018 Tüm Yazıları
-
Leyla İPEKCİAile içi eğitimin maneviyatı (1) 18.09.2018 Tüm Yazıları
-
Ümit KurtTarihçi Kieser: Modern Türkiye'nin eş kurucusu Talat Paşa 17.09.2018 Tüm Yazıları
-
Güngör UrasABD’DE BORÇ KRİZİ 10.08.2018 Tüm Yazıları
-
Serpil Çevikcan24 Haziran sonrasındaki şema 30.05.2018 Tüm Yazıları
-
Hüseyin ÇAKIRVaatlerinizi sözleşme olarak imzalayın… 27.05.2018 Tüm Yazıları
-
Kürşat BUMİNLGS Türkçe: Çocuklarla dalga mı geçiyorsunuz? 7.02.2018 Tüm Yazıları
-
Yusuf Ziya DÖGERTürkiye Seçimlerinin Kilidi Kürdler 6.02.2018 Tüm Yazıları
-
Aslı AydıntaşbaşYaklaşan facia 6.02.2018 Tüm Yazıları
-
Özgür MumcuTutuklu yargı 6.02.2018 Tüm Yazıları
-
Arife KÖSEHawaii’den sonra nükleer savaş tehdidini yeniden düşünmek 1.02.2018 Tüm Yazıları
-
Güldalı COŞKUNSeçim kritiği desem de…. 1.02.2018 Tüm Yazıları
-
Ergün Diler23 gizli toplantı. 8.01.2018 Tüm Yazıları
-
Ceren KENARMusul sonrası DEAŞ 14.07.2017 Tüm Yazıları
-
Okay GÖNENSİNSertleşme mi normalleşme mi? 11.07.2017 Tüm Yazıları
-
İhsan ELİAÇIKDini çoğulculuk gereği kadından imam olabilir 23.06.2017 Tüm Yazıları
-
Adil GÜRHay Allah yine çenemi tutamadım! 16.04.2017 Tüm Yazıları
-
Hüseyin SARIBAŞHAYIR, YETER ARTIK! 18.02.2017 Tüm Yazıları
-
İlhan ÇETİNFiliz 22 gündür hayata tutunmaya çalışıyor... 7.02.2017 Tüm Yazıları
-
Mustafa ARMAGANÇankaya’nın karakutusu Latife Hanım mı? 7.02.2017 Tüm Yazıları
-
Süleyman YAŞARVatandaşın dövizini devlete dört katı faizle satıyorlar 26.07.2016 Tüm Yazıları
Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Yazarın Diğer Yazıları
5.02.2016
28.11.2016
23.11.2016
16.11.2016
12.11.2016
4.01.2016
1.01.2016
12.08.2016
4.02.2016
29.07.2016